Yerli
olduğu “zannedilen”, yerli “kıyafetleri” taşıyan, yerli gibi “konuşmaya
çalışan” şehir yöneticilerinin şehirlerine verdikleri zarar, yaptıkları
kötülükler, işgalcilerin-istilâcıların yaptıklarıyla mukayese edilemeyecek
derecede vahimdir. Bu iki tür “istilâcı”
arasındaki fark şu ki; birisi ‘bizden zannedilerek’ tedricen, yavaş yavaş,
hissettirmeden, bazı kavramlarınarkasına
sığınarak şehri tahrip ediyor, diğeri ise doğrudan.
Tarih,
medeniyet, mimarî, estetik ve yaşanılabilirlik perspektifinden şehrimize
bakabilecek yabancı bir gezginin şehirlerimizin bugünkü hali için vereceği ilk
hüküm; “bu şehirlerin büyük bir istilâya, tahribata uğradığı” olacaktır.
Bir başka hüküm ise; “bu şehirlerin hiçbir şahsiyetlerinin kalmadığı ve
şehir yöneticilerinin şehirlerini şahsiyetsizleştirmek için elinden geldiğince
gayret ettiği”, bir başka hüküm ise; “bütün bu şehir
tahribatlarına-katliamlarına rağmen acaba şehirde hiç mi yaşayan yok? Hiç mi
tepki veren yok? Şehir bütünüyle boşaldı mı yoksa?” şeklinde hayret dolu
ifadeler olacaktır.
Bu
üç tamamlayıcı hüküm ışığında yaşadığımız şehre bakın. Eğer tarih, medeniyet,
mimarî, estetik ve bunların tümünün sonucu olan “yaşanabilirlik” konusunda bir
fikriniz ve pratiğiniz varsa bizi bu hale mahkûm ve mecbur edenlere karşı koymak,
şehrimizi ve kendimizi korumak gibi bir mükellefiyetimizin olduğunu anlarsınız.
Çünkü
şehir adına yapılan her şeyin, her türlü tahribatın yapılandan daha büyük ve
dehşetli bir şekilde bize döndüğünü, bizi boğacak uygulamalar olduğunu
düşündüğümüzde hem şehrimizi, hem de kendimizi ‘kurtarma’ adına mevzilenmemizin
kaçınılmaz olduğunu görürsünüz.
Nasıl
bir mevzilenme? Siyasî iradeye ve onun emrindeki şehir yöneticileri ve
uygulamacılara karşı en azından “yüksek sesle” şehrimize sahip çıkma adına ne
gerekiyorsa o yönde mevzilenmeli, duruş sergilenmelidir. Hatta şehri korumanın
varlığımızla kaim bir ödev olduğu bilinciyle şehre sahip çıkabilmeliyiz.
Nasıl?
İşte bütün mesele de bu…
Şehrimizi
bir “ibadet bilinciyle” korumalıyız.
Çünkü tüm insanî oluşların gerçekleştiği ‘büyük mekân’ şehirdir. Örneğin muharref Tevrat’ın Mezmurlar
Kitabı’nda Küdüs’le ilgili şu cümleler yer alır:
“Ey Yeruşalim, seni unutursam,
Sağ elim kurusun.
Seni anmaz,
Yeruşalimi en büyük sevincimden üstün tutmazsam,
Dilim damağıma yapışsın! “
Bir
şehre aidiyetin “yemin”le bağlandığı, şehri bir “ibadet tutkusu”yla sevmenin,
onda yok olmanın, her an onunla vecd halinde olmanın ifadesidir bu satırlar.
Bir
şehre sahip çıkmanın ibadet haline geldiği ve bu ibadetin vazgeçilemezliğinin
ifadesi olan böyle bir yemin aynı zamanda ertelenemeyen, devredilemeyen bir
mükellefiyetin, geri dönüşü olmayan bir yürüyüşe çıkmanın ifadesidir.
Bizim
için de böyle değil mi? Hz. Peygamberin “şehirlerinizi ihtişamlı
yapınız!” ölçüsü bize şehrin
korunması gereken kutsal bir yönünü işaret ediyor, emrediyor!
Bu
noktada Muhakkik Mimar Turgut Cansever’e kulak verelim: “Canlılar içerisinde
geleceği en yüksek bir bilinç, bir sorumluluk ile idrak edebilecek varlık
insandır. Tabii şu var, meselâ karıncalar, geleceği düşünebiliyorlar; ama
yalnız yuvalarını düzeltiyorlar. İşte kuşların, çeşitli canlıların bu tip
çabaları var; ama insan, bütün dünyayı biçimlendiriyor, dünyaya müdahale
ediyor. Dolayısiyle bu müdahalenin gerçekte, gelecek için de geçerli bir
müdahale olması, son derece ciddi bir sorumluluk haline geliyor…”
Bugünkü
şehircilik ve ilgili bakanlıklarda, şehir yöneticilerinde böyle bir sorumluluk
var mı? Böyle bir sorumluluğu taşıyacak idrak var mı?
Şehirlerimizi
kendilerinin de “ne idüğü”nü bilmedikleri bir kutsal kelime olan “kentsel
dönüşüm” adına tahrip etmekte
yarışanlara şu ibret ve dehşet dolu olayı hatırlatsak acaba biraz olsun “biz ne
yapıyoruz?”, diye kendilerine sorarlar mı?
Bulgar
Ordusu 1912’de Balkan Savaşı’nda Edirne’yi işgal ettiğinde, bir süre sonra
Selimiye’yi yıkma kararı alır. Fakat işgalcilerin komutanı bir türlü yıkma
emrini veremiyor. “Bunu Çar Hazretlerine sormamız lazım” diyor ve yıkmak
için izin istiyor. Çar Ferdinand, tüm siyasetçilerin, bakanların, belediye başkanlarının, valilerin, mimarların, vs. zihinlerine
kazımaları gereken şu muhteşem cevabı veriyor: “Hayır! Tarih karşısında
böyle bir sorumluluğu üzerime alamam”.
Var
mı böyle bir idrak şehir yöneticilerinde?
Ne
acıdır ki, dünyanın ağızları açık bir şekilde seyrettiği medeniyet
şehirlerimize, üzerimizdeki sigara paketini koruduğumuz kadar sahip çıkmıyoruz!
Bu ayıbın, bu utancın farkında bile değiliz!
Kime
ne söylemek istiyoruz? Kimi hangi göreve çağırıyoruz? Kime hangi suçlamayı yöneltiyoruz? Bunların
hepsinin cevabı Çar’ın cevabının içinde.
İşgalci
ve imarcının birbirine karıştığı, artık yerli “imar”cılar var olduğu sürece
yabancı işgalcilerin tenezzül etmeyeceği şehir istilâlarına karşı, büyük
sinemacı Tarkovski’nin “Geldiğimiz yere dönelim, suyu kirletmediğimiz
zamanlara..” cümlesine benzer şekilde, bizim de şehir katliamlarını
gördükçe şöyle mi dememiz gerekecek: “Geldiğimiz yere dönelim, şehri
kirletmediğimiz, yok etmediğimiz, öldürmediğimiz zamanlara!”
Hangi
idrak, hangi şehir yöneticileri ve hangi insanla? Temel soru da bu.