Modern zamanlar
şehir ve insanları hızla bilinmeyen kaotik istikametlere sürüklerken, bir
taraftan da hızla tarihe, daha doğrusu şehirlerin tarihî yapılarına doğru
geriye koşturuyor. Şehir de ‘kentsel dönüşüm, marka şehir, dünya kenti, vb.’
gibi modern yok edicilere karşı direnemeyince bu kez tarihî dokudan son kalan
‘organ parçaları’nı koruma tutkusu ortaya çıkıyor ve şehrin ruhundan çok şehrin
iskeletine sarılıp, korunulmaya çalışılıyor. Tabii bu bizim gibi, bir asra
yakın tarihini inkâr, köklerini iptal cinnetine tutulan (başka benzeri görülmeyen)
bir ülkede tarihi yeniden canlandırma olarak dile getiriliyor. Ancak, korunmaya
çalışılan şehrin tarihî organları, organizma bütününden ayrılmış olarak
canlılığını sürdürebiliyor mu? derseniz, bu soruya evet demek oldukça zor.
Şehirde tarih
“hatıralar antolojisi” olarak görülmemeli. Tarihî mekânlar da müzelik eşya olarak
yaşamamalı, yaşatılmamalı. Hamaset, hasret yerini yaşayan gerçekliğe
bırakmalı. Aksi halde geçmişin rüyalarında kendimizi ve şehrimizi kaybederiz.
Bu bağlamda “kültür
mantarı” türünden veya “plastik dekor” zevkiyle, yahut da bir ‘antikacı’ gibi
şehir ve tarihe merak saran, ilgi duyanların yaklaşımları tarih, şehir ve
medeniyet derinliğini idrake müsait değil.
Osmanlı’nın tarihi
coğrafyasında, Balkanlar bandında, özellikle Bosna-Hersek’te yaşanan büyük
şehir ve insan katliamları, jenosidlere rağmen bugün Saraybosna, Mostar gibi
şehirlerin kendilerini adeta “ba’sü ba’de-lmevt:
ölüp yeniden dirilme” şeklinde var etmeleri karşısında insan hayrete düşüyor!
Birkaç yıl önce bizim de şahit olduğumuz bu “şehir dirilişleri”nden bahseden
Mimar Oktay Ekinci “Saraybosna’da yüzüm kızardı” başlığıyla Bosna-Hersek
gezi notlarını yayınlarken kendisinin belki de sadece kalıbını gördüğü, ancak
onları kalıba döken ruh ve iklimi göremediği bir medeniyetin, batının içlerinde
halâ canlılığını “yaşayarak” sürdüren mekânlarını “koruma” çabalarını şöyle
anlatıyor:
“Saraybosna’daki tarihi ve doğal
değerlerin korunmasından sorumlu “Kültürel Miras Enstitüsü”nü ziyaret
ettiğimizde, dayanamayıp soruyorum: “Kurşun deliklerini savaşın anımsanması
için mi koruyorsunuz?”
Enstitü Başkanı’nın acı
gülümsemesi “evet” der gibi ama söylediği daha etkileyici: “Savaşta
tahrip olan tarihi binaların onarımına öncelik veriyoruz; çünkü özellikle
tarihimizi, geçmişimizi yok etmek, bizi kimliksiz bırakmak istediler..”
Bu cevap bize,
cumhuriyetin ilk yıllarından 1950’lere kadar süren doğrudan şehir katliamlarında
tarihî eserlerin-mekânların nasıl yok edildiğini hatırlatıyor. İlk aklımıza
gelenler: Trabzon’da Umumi Müfettiş Tahsin Uzer’in bizzat yürüttüğü Gülbahar
Hatun külliyesi katliamı, Konya’da General Fahrettin Altay’ın emriyle Selçuklu
Sultanlarının kabirlerinin bulunduğu mekânlara yapılan katliamlar ve daha
birçok tarihî şehrimizde yapılan şehir katliamları…
Yüzyılın insan ve
şehir katliamını yaşayan Bosna-Hersek’te katliam sonrasına ilişkin devam ediyor
söz konusu mimarımız:
“Biliyorsunuz UNESCO, özellikle “savaş yıkımı” altındaki tarihi kentleri
Dünya Mirası listesinden çıkartıyor; “tehlikedeki miras” listesine alıyor...
İstanbul’un ise hiç savaş yaşamadığı halde aynı listeye aktarılmak istenmesinin
ne denli “hazin” olduğunu Saraybosna’da daha açık görüyorsunuz...
Osmanlı uygarlığının tüm değerlerini sahiplenmeleri sadece imarda değil, “yaşam”da da gözleniyor. O kadar ki paralarının adı bile “kayme”…
Osmanlı uygarlığının tüm değerlerini sahiplenmeleri sadece imarda değil, “yaşam”da da gözleniyor. O kadar ki paralarının adı bile “kayme”…
Kenti sarmalayan yamaçlardaki tüm yapılar 2 ya da 3 katlı ve sık ağaçlar içine gizlenmişler... Yüksek binalar sadece kent merkezindeler... Yani, Saraybosna’yı “TOKİ”vari dev beton kütleler değil, yeşille bütünleşen “insan ölçeği”nde kent dokusu kuşatmış... “Şehircilik ve kent kültürü” açısından bizde ne kadar yanlış varsa, belki de tümünün olmadığı bir kentle karşı karşıyayız...”
Saraybosna’daki
muhteşem Osmanlı eseri Başçarşı’ya ilişkin ise şunları söylüyor:
“Başçarşı’nın tüm
işyerleri, binaları, her şeyi, “tarihi dokusuyla yaşatılarak” korunuyor… Restore
edilen sokakların taş döşemeleri bile neredeyse 200 yıllık ...”
Evet… Mimarımız
“Saraybosna’da yüzüm kızardı” diyor ama
bizim ne yapılan tarih katliamlarını hatırlamaktan ne de halen “kentsel
dönüşüm” adına yapılanlardan yüzümüz kızarıyor!
Mekânın sadece
maddesine hayran olmak şüphesiz önemli ancak; o maddeyi inşa eden iklim, ruh,
mânâ ve muhtevayı da unutmamak gerekiyor.
Tarih ve hatıraların
“yaşayan mekânlar”la birlikte korunduğu, sürdürüldüğü Bosna-Hersek’le
yaşadığımız şehri düşünelim!
1930’larda Tahsin
Uzer marifetiyle, sonra da vurdumduymaz şehir yöneticileri eliyle yok edilen
şehrimizin tarihî organlarını düşündüğümüzde içimiz sızlıyor mu? Sızlamakla
birlikte şehrin nasıl tarihî kimliğine, tarihî coğrafyasına tedricen
yabancılaştığını görebiliyor muyuz? Yüzyıl sonra şehrimize gelecek gezginlerin
nasıl bir şehri anlatacağını düşünebiliyor muyuz? Asla… Eski tarihi muhteva ve
siluetinden hiçbir iz kalmamış bir ‘modern zaman arabesk şehri’nden başka ne
görebilirler ki ?
Böyle bir akıbetten
ürperiyoruz.
Hiçbir tarihî
dönemde, şehrimiz modern zamanlarda olduğu şekliyle tarih ve coğrafya tahribatı
yaşamamıştır. Tarih ve coğrafyanın verdiği muhteşem imkân ve avantajlara rağmen
yaşadığınız şehri ısrarla ‘kaotik’ bir arabeske çevirmek sadece “bize” mahsus
bir maharet olsa gerek…
Şehrine yapılanlara
karşı hissizleşen, ruh ve zihin travması yaşayan bir şehir ve halkının hafızasına
yeniden kavuşması için geç mi kalındı?
1992-95 yılları arasında her şeyi yok
edilen-katledilen Bosna-Hersek’in yeniden dirilişini resmeden şehirlerini
gördükçe, “imkansız” diye bir şeyin olmadığını fark ediyoruz. Bütün mesele de
bu “fark edebilme”de yatıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder