3 Temmuz 2012 Salı

ŞEHRE YAPILANLAR KARŞISINDA YÜZÜMÜZ NİÇİN KIZARMIYOR ?

Yahya Düzenli

Modern zamanlar şehir ve insanları hızla bilinmeyen kaotik istikametlere sürüklerken, bir taraftan da hızla tarihe, daha doğrusu şehirlerin tarihî yapılarına doğru geriye koşturuyor. Şehir de ‘kentsel dönüşüm, marka şehir, dünya kenti, vb.’ gibi modern yok edicilere karşı direnemeyince bu kez tarihî dokudan son kalan ‘organ parçaları’nı koruma tutkusu ortaya çıkıyor ve şehrin ruhundan çok şehrin iskeletine sarılıp, korunulmaya çalışılıyor. Tabii bu bizim gibi, bir asra yakın tarihini inkâr, köklerini iptal cinnetine tutulan (başka benzeri görülmeyen) bir ülkede tarihi yeniden canlandırma olarak dile getiriliyor. Ancak, korunmaya çalışılan şehrin tarihî organları, organizma bütününden ayrılmış olarak canlılığını sürdürebiliyor mu? derseniz, bu soruya evet demek oldukça zor.

Şehirde tarih “hatıralar antolojisi” olarak görülmemeli. Tarihî mekânlar da müzelik eşya olarak yaşamamalı, yaşatılmamalı. Hamaset, hasret yerini yaşayan gerçekliğe bırakmalı. Aksi halde geçmişin rüyalarında kendimizi ve şehrimizi kaybederiz.

Bu bağlamda “kültür mantarı” türünden veya “plastik dekor” zevkiyle, yahut da bir ‘antikacı’ gibi şehir ve tarihe merak saran, ilgi duyanların yaklaşımları tarih, şehir ve medeniyet derinliğini idrake müsait değil.

Osmanlı’nın tarihi coğrafyasında, Balkanlar bandında, özellikle Bosna-Hersek’te yaşanan büyük şehir ve insan katliamları, jenosidlere rağmen bugün Saraybosna, Mostar gibi şehirlerin kendilerini adeta “ba’sü ba’de-lmevt: ölüp yeniden dirilme” şeklinde var etmeleri karşısında insan hayrete düşüyor! Birkaç yıl önce bizim de şahit olduğumuz bu “şehir dirilişleri”nden bahseden Mimar Oktay Ekinci “Saraybosna’da yüzüm kızardı” başlığıyla Bosna-Hersek gezi notlarını yayınlarken kendisinin belki de sadece kalıbını gördüğü, ancak onları kalıba döken ruh ve iklimi göremediği bir medeniyetin, batının içlerinde halâ canlılığını “yaşayarak” sürdüren mekânlarını “koruma” çabalarını şöyle anlatıyor:
“Saraybosna’daki tarihi ve doğal değerlerin korunmasından sorumlu “Kültürel Miras Enstitüsü”nü ziyaret ettiğimizde, dayanamayıp soruyorum: “Kurşun deliklerini savaşın anımsanması için mi koruyorsunuz?”
Enstitü Başkanı’nın acı gülümsemesi “evet” der gibi ama söylediği daha etkileyici: “Savaşta tahrip olan tarihi binaların onarımına öncelik veriyoruz; çünkü özellikle tarihimizi, geçmişimizi yok etmek, bizi kimliksiz bırakmak istediler..”
Bu cevap bize, cumhuriyetin ilk yıllarından 1950’lere kadar süren doğrudan şehir katliamlarında tarihî eserlerin-mekânların nasıl yok edildiğini hatırlatıyor. İlk aklımıza gelenler: Trabzon’da Umumi Müfettiş Tahsin Uzer’in bizzat yürüttüğü Gülbahar Hatun külliyesi katliamı, Konya’da General Fahrettin Altay’ın emriyle Selçuklu Sultanlarının kabirlerinin bulunduğu mekânlara yapılan katliamlar ve daha birçok tarihî şehrimizde yapılan şehir katliamları…

Yüzyılın insan ve şehir katliamını yaşayan Bosna-Hersek’te katliam sonrasına ilişkin devam ediyor söz konusu mimarımız:

“Biliyorsunuz UNESCO, özellikle “savaş yıkımı” altındaki tarihi kentleri Dünya Mirası listesinden çıkartıyor; “tehlikedeki miras” listesine alıyor... İstanbul’un ise hiç savaş yaşamadığı halde aynı listeye aktarılmak istenmesinin ne denli “hazin” olduğunu Saraybosna’da daha açık görüyorsunuz...

Osmanlı uygarlığının tüm değerlerini sahiplenmeleri sadece imarda değil, “yaşam”da da gözleniyor. O kadar ki paralarının adı bile “kayme”…

Kenti sarmalayan yamaçlardaki tüm yapılar 2 ya da 3 katlı ve sık ağaçlar içine gizlenmişler... Yüksek binalar sadece kent merkezindeler... Yani, Saraybosna’yı “TOKİ”vari dev beton kütleler değil, yeşille bütünleşen “insan ölçeği”nde kent dokusu kuşatmış... “Şehircilik ve kent kültürü” açısından bizde ne kadar yanlış varsa, belki de tümünün olmadığı bir kentle karşı karşıyayız...”

Saraybosna’daki muhteşem Osmanlı eseri Başçarşı’ya ilişkin ise şunları söylüyor:

“Başçarşı’nın tüm işyerleri, binaları, her şeyi, “tarihi dokusuyla yaşatılarak” korunuyor… Restore edilen sokakların taş döşemeleri bile neredeyse 200 yıllık ...”

Evet… Mimarımız “Saraybosna’da yüzüm kızardı”  diyor ama bizim ne yapılan tarih katliamlarını hatırlamaktan ne de halen “kentsel dönüşüm” adına yapılanlardan yüzümüz kızarıyor!

Mekânın sadece maddesine hayran olmak şüphesiz önemli ancak; o maddeyi inşa eden iklim, ruh, mânâ ve muhtevayı da unutmamak gerekiyor.

Tarih ve hatıraların “yaşayan mekânlar”la birlikte korunduğu, sürdürüldüğü Bosna-Hersek’le yaşadığımız şehri düşünelim!

1930’larda Tahsin Uzer marifetiyle, sonra da vurdumduymaz şehir yöneticileri eliyle yok edilen şehrimizin tarihî organlarını düşündüğümüzde içimiz sızlıyor mu? Sızlamakla birlikte şehrin nasıl tarihî kimliğine, tarihî coğrafyasına tedricen yabancılaştığını görebiliyor muyuz? Yüzyıl sonra şehrimize gelecek gezginlerin nasıl bir şehri anlatacağını düşünebiliyor muyuz? Asla… Eski tarihi muhteva ve siluetinden hiçbir iz kalmamış bir ‘modern zaman arabesk şehri’nden başka ne görebilirler ki ?

Böyle bir akıbetten ürperiyoruz.

Hiçbir tarihî dönemde, şehrimiz modern zamanlarda olduğu şekliyle tarih ve coğrafya tahribatı yaşamamıştır. Tarih ve coğrafyanın verdiği muhteşem imkân ve avantajlara rağmen yaşadığınız şehri ısrarla ‘kaotik’ bir arabeske çevirmek sadece “bize” mahsus bir maharet olsa gerek…

Şehrine yapılanlara karşı hissizleşen, ruh ve zihin travması yaşayan bir şehir ve halkının hafızasına yeniden kavuşması için geç mi kalındı?

1992-95 yılları arasında her şeyi yok edilen-katledilen Bosna-Hersek’in yeniden dirilişini resmeden şehirlerini gördükçe, “imkansız” diye bir şeyin olmadığını fark ediyoruz. Bütün mesele de bu “fark edebilme”de yatıyor.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder