30 Temmuz 2012 Pazartesi

GELDİĞİMİZ YERE DÖNELİM, ŞEHRİ YOK ETMEDİĞİMİZ ZAMANLARA!

Yahya Düzenli

Yerli olduğu “zannedilen”, yerli “kıyafetleri” taşıyan, yerli gibi “konuşmaya çalışan” şehir yöneticilerinin şehirlerine verdikleri zarar, yaptıkları kötülükler, işgalcilerin-istilâcıların yaptıklarıyla mukayese edilemeyecek derecede vahimdir.   Bu iki tür “istilâcı” arasındaki fark şu ki; birisi ‘bizden zannedilerek’ tedricen, yavaş yavaş, hissettirmeden, bazı kavramlarınarkasına sığınarak şehri tahrip ediyor, diğeri ise doğrudan.

Tarih, medeniyet, mimarî, estetik ve yaşanılabilirlik perspektifinden şehrimize bakabilecek yabancı bir gezginin şehirlerimizin bugünkü hali için vereceği ilk hüküm; “bu şehirlerin büyük bir istilâya, tahribata uğradığı” olacaktır. Bir başka hüküm ise; “bu şehirlerin hiçbir şahsiyetlerinin kalmadığı ve şehir yöneticilerinin şehirlerini şahsiyetsizleştirmek için elinden geldiğince gayret ettiği”, bir başka hüküm ise; “bütün bu şehir tahribatlarına-katliamlarına rağmen acaba şehirde hiç mi yaşayan yok? Hiç mi tepki veren yok? Şehir bütünüyle boşaldı mı yoksa?” şeklinde hayret dolu ifadeler olacaktır.

Bu üç tamamlayıcı hüküm ışığında yaşadığımız şehre bakın. Eğer tarih, medeniyet, mimarî, estetik ve bunların tümünün sonucu olan “yaşanabilirlik” konusunda bir fikriniz ve pratiğiniz varsa bizi bu hale mahkûm ve mecbur edenlere karşı koymak, şehrimizi ve kendimizi korumak gibi bir mükellefiyetimizin olduğunu anlarsınız.

Çünkü şehir adına yapılan her şeyin, her türlü tahribatın yapılandan daha büyük ve dehşetli bir şekilde bize döndüğünü, bizi boğacak uygulamalar olduğunu düşündüğümüzde hem şehrimizi, hem de kendimizi ‘kurtarma’ adına mevzilenmemizin kaçınılmaz olduğunu görürsünüz.

Nasıl bir mevzilenme? Siyasî iradeye ve onun emrindeki şehir yöneticileri ve uygulamacılara karşı en azından “yüksek sesle” şehrimize sahip çıkma adına ne gerekiyorsa o yönde mevzilenmeli, duruş sergilenmelidir. Hatta şehri korumanın varlığımızla kaim bir ödev olduğu bilinciyle şehre sahip çıkabilmeliyiz.

Nasıl? İşte bütün mesele de bu…

Şehrimizi bir “ibadet bilinciyle” korumalıyız.  Çünkü tüm insanî oluşların gerçekleştiği ‘büyük mekân’ şehirdir.  Örneğin muharref Tevrat’ın Mezmurlar Kitabı’nda Küdüs’le ilgili şu cümleler yer alır:

“Ey Yeruşalim, seni unutursam,
Sağ elim kurusun.
Seni anmaz,
Yeruşalimi en büyük sevincimden üstün tutmazsam,
Dilim damağıma yapışsın! “

Bir şehre aidiyetin “yemin”le bağlandığı, şehri bir “ibadet tutkusu”yla sevmenin, onda yok olmanın, her an onunla vecd halinde olmanın ifadesidir bu satırlar.

Bir şehre sahip çıkmanın ibadet haline geldiği ve bu ibadetin vazgeçilemezliğinin ifadesi olan böyle bir yemin aynı zamanda ertelenemeyen, devredilemeyen bir mükellefiyetin, geri dönüşü olmayan bir yürüyüşe çıkmanın ifadesidir.

Bizim için de böyle değil mi? Hz. Peygamberin “şehirlerinizi ihtişamlı yapınız!”  ölçüsü bize şehrin korunması gereken kutsal bir yönünü işaret ediyor, emrediyor!

Bu noktada Muhakkik Mimar Turgut Cansever’e kulak verelim: “Canlılar içerisinde geleceği en yüksek bir bilinç, bir sorumluluk ile idrak edebilecek varlık insandır. Tabii şu var, meselâ karıncalar, geleceği düşünebiliyorlar; ama yalnız yuvalarını düzeltiyorlar. İşte kuşların, çeşitli canlıların bu tip çabaları var; ama insan, bütün dünyayı biçimlendiriyor, dünyaya müdahale ediyor. Dolayısiyle bu müdahalenin gerçekte, gelecek için de geçerli bir müdahale olması, son derece ciddi bir sorumluluk haline geliyor…”

Bugünkü şehircilik ve ilgili bakanlıklarda, şehir yöneticilerinde böyle bir sorumluluk var mı? Böyle bir sorumluluğu taşıyacak idrak var mı?

Şehirlerimizi kendilerinin de “ne idüğü”nü bilmedikleri bir kutsal kelime olan “kentsel dönüşüm”  adına tahrip etmekte yarışanlara şu ibret ve dehşet dolu olayı hatırlatsak acaba biraz olsun “biz ne yapıyoruz?”, diye kendilerine sorarlar mı?

Bulgar Ordusu 1912’de Balkan Savaşı’nda Edirne’yi işgal ettiğinde, bir süre sonra Selimiye’yi yıkma kararı alır. Fakat işgalcilerin komutanı bir türlü yıkma emrini veremiyor. “Bunu Çar Hazretlerine sormamız lazım” diyor ve yıkmak için izin istiyor. Çar Ferdinand, tüm siyasetçilerin, bakanların, belediye başkanlarının,  valilerin, mimarların, vs. zihinlerine kazımaları gereken şu muhteşem cevabı veriyor: “Hayır! Tarih karşısında böyle bir sorumluluğu üzerime alamam”.

Var mı böyle bir idrak şehir yöneticilerinde?

Ne acıdır ki, dünyanın ağızları açık bir şekilde seyrettiği medeniyet şehirlerimize, üzerimizdeki sigara paketini koruduğumuz kadar sahip çıkmıyoruz! Bu ayıbın, bu utancın farkında bile değiliz!

Kime ne söylemek istiyoruz? Kimi hangi göreve çağırıyoruz?  Kime hangi suçlamayı yöneltiyoruz? Bunların hepsinin cevabı Çar’ın cevabının içinde.

İşgalci ve imarcının birbirine karıştığı, artık yerli “imar”cılar var olduğu sürece yabancı işgalcilerin tenezzül etmeyeceği şehir istilâlarına karşı, büyük sinemacı Tarkovski’nin “Geldiğimiz yere dönelim, suyu kirletmediğimiz zamanlara..” cümlesine benzer şekilde, bizim de şehir katliamlarını gördükçe şöyle mi dememiz gerekecek: “Geldiğimiz yere dönelim, şehri kirletmediğimiz, yok etmediğimiz, öldürmediğimiz zamanlara!”

Hangi idrak, hangi şehir yöneticileri ve hangi insanla? Temel soru da bu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder