İstilâcıların bile yapamayacağı bir şekilde,
bizden başka hiçbir ülkenin belki de yaşamadığı “şehir katliamları”nı yaşamış
fakat hiçbir şey olmamışçasına hayata devam etmiş, ne katledilen şehri yeniden
inşa etme tasası taşımış, ne de katledenlerden hesap sorabilmiş bir ülkenin
bugün, istilâcıları aratırcasına yaşadığı hale ne ad vermek gerekir
bilemiyorum. “Kentsel dönüşüm” adına yaşanan ve yaşanacakları görüp düşündükçe
yeni keşfedilen bir hastalığa verilecek ad gibi bu hali nasıl vasıflandırmak
gerekiyor? “Şehir sendromu” veya “şehir travması” denilebilir mi? Denilemez.
Çünkü, sendrom veya travma bünyevî bir rahatsızlığın dışa vurum biçimidir. Rahatsızlığın hastalıklı, patolojik bir
tezahür şeklidir. Bugün yaşadığımız şehir katliâmları karşısında travma
geçirmemiz gerektiği halde tam aksine (Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle) “his
iptali”ne yakalanmış, onu da aşmış bir biçimde “haz cinneti”ne
tutulmuş durumdayız. Yapılanlar karşısında acı duymamız gerekirken haz
duyuyoruz.
Bu “haz cinneti” içerisinde yıkılan ve
yerine dikilen her şeye karşı müthiş bir hayranlık içerisindeyiz. Dikilenler ne
kadar hacimli, ebatlı ve urlaşmış büyüklükte ise o derece zevk alıyoruz. Son
kalıntılarıyla varoluş savaşı veren şehirlerimizin tarihle olan bağlarının,
tarihî renk ve muhtevalarını yansıtan
‘mekanları’nın, şehri kadîm zamanlarına götüren ‘parça’larının yok edilişi
karşısında hiçbir organımız harekete geçemiyor. Niçin? Çünkü ‘bizim’ olan ‘bize
ait’ olan her şeye o kadar yabancılaştık ki artık onları tanıyamıyoruz. Filozof
Heraklit’in cümlesiyle “O onca yakın oldukları şeyden uzaklaşıyorlar ve her
gün rastladıkları şeyler yabancı geliyor onlara.”
Şehir o hale geldi ve biz o hale getirildik ki
yaşadığımız şehir “insanı kendine çeken” bir mekânken, “insanın üzerine çöken”
bir şehir haline geliyor ve bu hale alışıyoruz, üzerimize çöken kasvetin
ağırlığını hissetmiyoruz bile. Yokedilenleri
görmemekle, anlamamakla his iptali içindeyken, şehrin dönüşümü
adıyla yaşanan gayr-i insanî gelişmeler karşısında haz cinneti içindeyiz.
Şehrimiz/şehirlerimiz (A. Perret’in deyimiyle)
“kule kent”lere dönüşüyor. Bu ‘kule kent’ler kendisinden önceki şehirden hiçbir
iz taşımıyor. Böylece artık tarihsizlik, köksüzlük modern zaman şehir
inşalarının eksenine oturuyor. Örnek mi? Yanıbaşınızda yükselen devasa yapılara
bakmanız yeter. Size neyi hatırlattığını, sizi neye/nereye çağırdığını
anlayabiliyor ve hissedebiliyorsanız nasıl bir yabancılaşma içinde olduğunuzu
da anlayabiliyorsunuzdur. Yâni his iptaline yakalandığınızın
farkındasınızdır.
İdrakin şehri terk ettiği, aklın dumura uğradığı,
estetiğin kaybolduğu, yaşamanın metabolizmayla özdeşleştiği bir dünyanın insanı
haline gelmek ve bu hali sorgulamamak his iptali, bu halin devamı da haz
cinnetidir.
‘İnsanın etrafında olup bitenleri görmeme hakkına
sahip olmadığı’nı bilenlerin bile çaresizlik içinde köşelerine çekildiği, şehre dair
her şeyin siyasî iradenin kararı ve yönetimi altında olduğu bir dünyada
fikirden, sanattan, estetikten, mimarîden bahsetmek olsa olsa başka bir
galaksinin kavramlarından bahsetmek olur.
Aksine ülkemizden ve şehirlerimizden
bahsediyoruz. Endişe duyuyoruz. Daha doğrusu endişe bile duyamaz hale
geliyoruz. Çünkü endişe sınırı geçildi. Önümüzde ‘yok oluş’ var. Ve bu yokoluş
bize hiçbir şey söylemiyor, hiçbir şey ihtar etmiyor, hiçbir şeyi idrak
ettirmiyor!
S. Zweig gezip gördüğü Ypern şehrindeki değişime
ilişkin “Yüzyıllara kafa tutan bir kahraman gibi yükselen yapının yerinde,
şimdi hastalıklı dişleri andıran birkaç kara ve kırık taş sütun duruyor. Kentin
yüreği koparılmış” diyor ve devam ediyor: “Görüntü tüyler
ürpertici.1918 hava bombardımanının ardından, kraterler dolu bir araziyi
andıran, bir moloz yığınından farksız Ypern’i gösteren, uçaktan çekilmiş, şimdi
dükkan vitrinlerinde duran fotoğraflardan daha da ürpertici.”
Bütün şehirlerimizin son on yıldır “kentsel
dönüşüm”, “marka şehirler” adına yaşadıkları, zaten yürekleri epeyce tahrip
edilmiş olan şehirlerimizin artık yüreklerini koparmaktan ibaret. Şehirlerimizin “yeniden inşa”sı için her
alanda imkan ve fırsat yakalanmışken, batıya yaptığı birkaç günlük gezide
gördüklerini kopyalamak adına şehirlerimizi dokularıyla uyuşmayacak yapı
ve mekânlarla istilâ eden siyasîler ve yerel yöneticiler elinde yok edilen
şehirlerimiz… Bu yelteniş (Gene Üstad’ın deyimiyle) “kutup ayısını hurma
ağacı ikliminde beslemek” garabetidir.
Olmayan üç temel haslet: İdrak, inşa, ihya…
Yaşayanların bir şey yapmadığı, her şeye ortak
olduğu şehir katliamları karşısında kadîm bir sözü hatırlamaktan başka bir şey
yapamıyoruz. O müthiş söz şu: “Ölülerin gölgeleri savaş sona erse de
savaşmaya devam eder.” Tarih, şehir,
medeniyet adına toprağın üstündekilerin tıkalı olan idrakleri karşısında yerin
altındakiler mi savaşmaya devam ediyor acaba? Onların gölgeleri, ‘bıraktıkları
şehir ve mekânları öldükten sonra bile korumak için savaşmaları’ metaforu bize
hiç mi bir şey anlatmıyor, hatırlatmıyor?
Başımıza gelen her şey yaptıklarımızın yahut da
yapmaya muktedirken yapmadıklarımızın karşılığıdır.
Hislerimizin iadesi için çok mu geç kaldık?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder