23 Temmuz 2012 Pazartesi

HİS İPTALİ Mİ? HAZ CİNNETİ Mİ?

Yahya Düzenli


İstilâcıların bile yapamayacağı bir şekilde, bizden başka hiçbir ülkenin belki de yaşamadığı “şehir katliamları”nı yaşamış fakat hiçbir şey olmamışçasına hayata devam etmiş, ne katledilen şehri yeniden inşa etme tasası taşımış, ne de katledenlerden hesap sorabilmiş bir ülkenin bugün, istilâcıları aratırcasına yaşadığı hale ne ad vermek gerekir bilemiyorum. “Kentsel dönüşüm” adına yaşanan ve yaşanacakları görüp düşündükçe yeni keşfedilen bir hastalığa verilecek ad gibi bu hali nasıl vasıflandırmak gerekiyor? “Şehir sendromu” veya “şehir travması” denilebilir mi? Denilemez. Çünkü, sendrom veya travma bünyevî bir rahatsızlığın dışa vurum biçimidir.  Rahatsızlığın hastalıklı, patolojik bir tezahür şeklidir. Bugün yaşadığımız şehir katliâmları karşısında travma geçirmemiz gerektiği halde tam aksine (Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle) “his iptali”ne yakalanmış, onu da aşmış bir biçimde “haz cinneti”ne tutulmuş durumdayız. Yapılanlar karşısında acı duymamız gerekirken haz duyuyoruz.

Bu “haz cinneti” içerisinde yıkılan ve yerine dikilen her şeye karşı müthiş bir hayranlık içerisindeyiz. Dikilenler ne kadar hacimli, ebatlı ve urlaşmış büyüklükte ise o derece zevk alıyoruz. Son kalıntılarıyla varoluş savaşı veren şehirlerimizin tarihle olan bağlarının, tarihî  renk ve muhtevalarını yansıtan ‘mekanları’nın, şehri kadîm zamanlarına götüren ‘parça’larının yok edilişi karşısında hiçbir organımız harekete geçemiyor. Niçin? Çünkü ‘bizim’ olan ‘bize ait’ olan her şeye o kadar yabancılaştık ki artık onları tanıyamıyoruz. Filozof Heraklit’in cümlesiyle “O onca yakın oldukları şeyden uzaklaşıyorlar ve her gün rastladıkları şeyler yabancı geliyor onlara.”

Şehir o hale geldi ve biz o hale getirildik ki yaşadığımız şehir “insanı kendine çeken” bir mekânken, “insanın üzerine çöken” bir şehir haline geliyor ve bu hale alışıyoruz, üzerimize çöken kasvetin ağırlığını hissetmiyoruz bile. Yokedilenleri  görmemekle, anlamamakla his iptali içindeyken, şehrin dönüşümü adıyla yaşanan gayr-i insanî gelişmeler karşısında haz cinneti içindeyiz.

Şehrimiz/şehirlerimiz (A. Perret’in deyimiyle) “kule kent”lere dönüşüyor. Bu ‘kule kent’ler kendisinden önceki şehirden hiçbir iz taşımıyor. Böylece artık tarihsizlik, köksüzlük modern zaman şehir inşalarının eksenine oturuyor. Örnek mi? Yanıbaşınızda yükselen devasa yapılara bakmanız yeter. Size neyi hatırlattığını, sizi neye/nereye çağırdığını anlayabiliyor ve hissedebiliyorsanız nasıl bir yabancılaşma içinde olduğunuzu da anlayabiliyorsunuzdur. Yâni his iptaline yakalandığınızın farkındasınızdır.

İdrakin şehri terk ettiği, aklın dumura uğradığı, estetiğin kaybolduğu, yaşamanın metabolizmayla özdeşleştiği bir dünyanın insanı haline gelmek ve bu hali sorgulamamak his iptali, bu halin devamı da haz cinnetidir. 

‘İnsanın etrafında olup bitenleri görmeme hakkına sahip olmadığı’nı bilenlerin bile çaresizlik içinde köşelerine çekildiği, şehre dair her şeyin siyasî iradenin kararı ve yönetimi altında olduğu bir dünyada fikirden, sanattan, estetikten, mimarîden bahsetmek olsa olsa başka bir galaksinin kavramlarından bahsetmek olur.

Aksine ülkemizden ve şehirlerimizden bahsediyoruz. Endişe duyuyoruz. Daha doğrusu endişe bile duyamaz hale geliyoruz. Çünkü endişe sınırı geçildi. Önümüzde ‘yok oluş’ var. Ve bu yokoluş bize hiçbir şey söylemiyor, hiçbir şey ihtar etmiyor, hiçbir şeyi idrak ettirmiyor!

S. Zweig gezip gördüğü Ypern şehrindeki değişime ilişkin “Yüzyıllara kafa tutan bir kahraman gibi yükselen yapının yerinde, şimdi hastalıklı dişleri andıran birkaç kara ve kırık taş sütun duruyor. Kentin yüreği koparılmış” diyor ve devam ediyor: “Görüntü tüyler ürpertici.1918 hava bombardımanının ardından, kraterler dolu bir araziyi andıran, bir moloz yığınından farksız Ypern’i gösteren, uçaktan çekilmiş, şimdi dükkan vitrinlerinde duran fotoğraflardan daha da ürpertici.”

Bütün şehirlerimizin son on yıldır “kentsel dönüşüm”, “marka şehirler” adına yaşadıkları, zaten yürekleri epeyce tahrip edilmiş olan şehirlerimizin artık yüreklerini koparmaktan ibaret.  Şehirlerimizin “yeniden inşa”sı için her alanda imkan ve fırsat yakalanmışken, batıya yaptığı birkaç günlük gezide gördüklerini kopyalamak adına şehirlerimizi dokularıyla uyuşmayacak yapı ve mekânlarla istilâ eden siyasîler ve yerel yöneticiler elinde yok edilen şehirlerimiz… Bu yelteniş (Gene Üstad’ın deyimiyle) “kutup ayısını hurma ağacı ikliminde beslemek” garabetidir. 

Olmayan üç temel haslet: İdrak, inşa, ihya… 

Yaşayanların bir şey yapmadığı, her şeye ortak olduğu şehir katliamları karşısında kadîm bir sözü hatırlamaktan başka bir şey yapamıyoruz. O müthiş söz şu: “Ölülerin gölgeleri savaş sona erse de savaşmaya devam eder.”  Tarih, şehir, medeniyet adına toprağın üstündekilerin tıkalı olan idrakleri karşısında yerin altındakiler mi savaşmaya devam ediyor acaba? Onların gölgeleri, ‘bıraktıkları şehir ve mekânları öldükten sonra bile korumak için savaşmaları’ metaforu bize hiç mi bir şey anlatmıyor, hatırlatmıyor?

Başımıza gelen her şey yaptıklarımızın yahut da yapmaya muktedirken yapmadıklarımızın karşılığıdır.

Hislerimizin iadesi için çok mu geç kaldık?








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder