30 Ekim 2012 Salı

CANSEVER'İ YENİDEN OKUMA VAKTİ -"kentsel dönüşüm"ün "kentsel cinayet"e dönüşmemesi için-


Yahya Düzenli

Büyük gürültüler koparılarak başlatılan Kentsel dönüşümün kentsel cinayete dönüşeceğine ilişkin ön kabulümüzü muhafaza ederek gene de şehirlerimizin böyle bir cinayete kurban gitmemesi için düşüncelerimizi ifade etmeye devam edelim.

Büyük muhakkik mimar rahmetli Turgut Cansever’in bir ömür hayatını eser, eserini hayatı haline getirdiği “şehir ve mimarlık birikimi”nin tam da bu günlerde hatırlanması, yeniden okunması, üzerinde derin düşünülmesi ve projelerinin hayata geçirilmesi için büyük ve müthiş bir fırsat ve imkan yakalanmış durumda.

Devlet imkanlarının bütünüyle “kentsel dönüşüm” için seferber edildiği bugünlerde Cansever’i okumak, yâni onun kılavuzluğunda yol haritası oluşturmak, ülkemizin gelecek yüzyılını şekillendirecek şehircilik davamıza temel taşı koymak olacaktır.

Ancak kim okur, kim anlar, kim uygulayabilir ki?

Bir bilim adamımız Cansever’in yaşarken çektiği büyük sıkıntılara ilişkin şunları söylüyor: “Şehir hakkındaki düşüncelerini uygulama imkanını bulduğu kurumlarda birçok zorlukla karşılaşan Cansever, ülkenin siyasi atmosferine bağlı olarak yönetimlerle arasında çıkan sorunlardan dolayı projeleri tam olarak ortaya koyma ve uygulama fırsatını bulamamıştır.”

Bugün ise “tarih ve medeniyet” hamasetiyle siyasî referanslarını ifade ihtiyacı duyan, tek başına on yıldır ülkeyi yöneten bir siyasî iktidarın, yaşarken Cansever’e  verdiği “ödül”ü “NİÇİN VERDİĞİ”ni hatırlayarak O’na yönelmesi, onun şehir ve mimari ile ilgili çırpınışlarının oluşturduğu dalgaları görmesinin tam zamanıdır.

Kanaatimiz odur ki; her şeyin vitrine indirgendiği, folklorik törenlere kurban edildiği bir “değer takdir”iyle Cansever’in bunun ötesinde bir kıymeti olduğunun idrakinde değildir iktidar sahipleri. Eğer olsalardı yaşarken Cansever’in feryatlarına sadece refleksle bile olsa “bu adam ne diyor?” diye kulak vermeleri, cevap vermeleri gerekirdi.

Ancak, daha önce de ifade ettiğimiz gibi “güç zehirlenmesi”ne yakalanmış bir siyasî iktidarın her şeyden önce bu hastalığının farkına varması lâzım ki, şehir ve mimari’de bir şeyleri hatırlasın ve Cansever’e kulak verebilsin…

Ekim ayında Başbakan tarafından “kentsel dönüşüm” için ilk kazma vuruldu. Vurulan ilk kazmanın “neye delalet ettiği”ni tahmin etmek hiç de zor değil. Bugüne kadar “Şehir Terminatörü TOKİ” eliyle uygulanan “kentsel dönüşüm”lerinin şehirlerimizi her biri farklı cinayetlerle nasıl katlettiklerini görmeye yeter. Bu kazmalarla, dozerlerle, vinçlerle işlenen bir cinayet ve dünyadaki benzeri kötü örneklerinden bir farkı yok.

Vurulan ilk kazmadan çıkan kıvılcımın bütün şehirlerimizde “kentsel yangın”a sebep olacağına dair endişelerimizi, TOKİ yaptıklarıyla “ispattan müstağni” bir biçimde ortaya koyuyor. Endişelerimizde “haklı çıkalım” gibi bir cinnet içinde değiliz. Aksine endişelerimiz, “idrak edilmesi gerekirken idrak edilmeyen”, “yapmaya muktedirken yapılamayan”lara dairdir.

7 milyon binayı kapsayacağı ifade edilen bu “kentsel dönüşüm”ün ülkemiz için fırsattan çok, büyük bir RİSK ve ENDİŞE kaynağı olacağından, hatta riski aşmış bir şehir tehdidi taşıyacağından şüphem yok. Çünkü böyle büyük bir dönüşüm projesinin mevcut haliyle Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na ve TOKİ’ye emanet edilmesi böyle bir endişe için yeter bir sebep ve adrestir.

Tabiat, Yaratıcı tarafından insanoğluna tevdi edilmiş bir emanettir. Bu emaneti, kendi ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirecek, tahrip etmeyecek, ibda, inşa ve ihya edecek insanoğlunun, “emanetçi” vasfını unutup coğrafya ve topoğrafyaya ihtiras ve iştahla saldırısı, adı ister “kentsel dönüşüm” ister başka bir şey olsun affedilir bir şey değil! Bunu en iyi anlaması gereken şu andaki iktidar sahipleri olması gerekirken, böyle bir idrak ve inşadan yoksunluğu telâfi çabasıyla “güç gösterisi”ni “kentsel dönüşüm”le devam ettirmesi nasıl izah edilir bilemiyorum.

İnşa etmek; gelenek yâni tarih ve medeniyet idrakiyle başlar. Böyle bir idrakin şehre aksetmiş, tarihî şehir ve mimarî birikimimizi süzen prizması bugün için sadece Turgut Cansever’dir.

“Kentsel dönüşüm”ü başlatan siyasî iktidarın, teknik kadroların, diğer ilgililerin okumakta çok geç kaldıkları (belki de ihtiyaç hissetmedikleri) Cansever tekrar tekrar okunması, idrak edilmesi gereken bir “klasik” olarak hâlâ muhataplarını bekliyor.

Rahmetli Turgut Cansever kendisiyle yapılan bir söyleşide, bir büyükşehir Belediye Başkanının talebi üzerine hazırladığı bir toplu konut projesiyle ilgili sorulan “Ankara’daki proje ne durumda?” sorusuna şu cevabı veriyor:

“Peygamberimizin bir sözü var: ‘Ümmetimin zevali kötü emirlerle kötü alimlerden olacaktır' diyor. Tabi, ‘Emirin, hükümdarın iyisi âlimin ayağına gider, âlimin kötüsü hükümdarın ayağına gider’ diyor. Bütün Türkiye iki hikmeti tersine teşkilatlandırmış vaziyette. Belediye başkanları, parayı bastırdım, uşak diye mimarı aldım ve ben ne emredersem onu yapacak, ben onu istiyorum diyorlar. Bin bir dil dökseniz o oraya gelip kendi kuvvetini göstermek peşinde. Kendi kuvvetine müthiş inanıyor..”

 Bugün “kentsel dönüşüm” nakaratlarıyla güç simgeleyen iktidar sahipleri de böyle bir inanç içinde değiller mi?

Şehir ve mimaride “Cansever İdraki”nden habersiz bir zihniyetin “kentsel dönüşüm”ü yeni şehir cinayetlerinin başlangıcı olacaktır.

“Hesaba çekilmeden kendinizi hesaba çekiniz” ölçüsünü, şehir ve mimari davamızda her an hissetmemiz gereken bir “ben idraki” olarak hatırlatmakta yarar var.

Evet… “Kentsel dönüşüm”ün “kentsel cinayet”e dönüşmemesi ve bir sabah kalktığımızda boğazlanmış bir şehir cesediyle karşılaşmamak için CANSEVER’İ YENİDEN OKUMANIN VAKTİ!

İrfanınız, idrakiniz, nasibiniz varsa tabii…





23 Ekim 2012 Salı

“KENTSEL YIKIM” İÇİN “EKİM DEVRİMİ” BAŞLADI !

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Kim ne söylerse söylesin, insanın kahrolacağı, şehirlerimizin katledileceği “Kentsel Dönüşüm” adlı “kentsel mezalim” için ilk kazma, Van depreminden sonra, “iktidarı kaybetme pahasına yapacağız” diyen Başbakan tarafından vuruldu. Bu hamasi cümlenin hiçbir derinliği, iddiası, muhtevası yok. Çünkü şehir ve medeniyet davasında “neyi yapacağı”nın da “neyi yıkacağını”n da farkında olmadan söylenmiş bir söz, bir bünye refleksi…

Tarihte önemli olaylara düşülen tarih gibi bu “kentsel dönüşüm”e de tarih düşün. Bu tarih  yeni bir Ekim Devrimi olarak, Başbakanın “Kentsel Dönüşüm Süreci”ni başlattığı 5 Ekim 2012.

Galip zannımız odur ki, gelecek nesillerin şimdiden “mevt”leri için uygun şehir tabutluklarına ilk çivi çakıldı. Ülkemiz genelinde 7 milyon binayı kapsayacak “büyük ekim devrimi” İstanbul Esenler’de törenle başladı.

Başbakan burada yaptığı konuşmada “Yeni hayat alanlarını, yeşile önem veren bir anlayışla inşa edeceğiz. Yeni yeşil alanlara ihtiyacımız var. Mevcut güvensiz yapıları, can ve mal güvenliği bulunan yeni yapılarla değiştireceğiz. Kentsel dönüşüm de bunu sağlayacak. Rant odaklı değil, insan odaklı bir projeyi hayata geçirmek istiyoruz. Sağlık merkezleri, parkları ile yepyeni yaşam alanları yaratacağız"  demiş. Sadece bu cümleler bile nasıl bir “şehir akıbeti”ne doğru gittiğimizi ifadeye yeter. Sormak gerekiyor: Bu cümlelerde bir şehir ve medeniyet idraki, ihyası, inşası var mı?

Avrupa’da 1900’lü yılların sıkışmışlığının, dünya savaşları sonrasının aciliyet teorilerinin öngördüğü şehirlerden farkı nedir? “Güvenlik”, “yeşil alan”, “sağlık merkezleri”, “parklar” gibi vaatler modern şehir teorisyenlerinin 100 sene evvel bahsettiği konulardı. Mesela, meşhur Fransız şehirci-mimar Le Corbusier’in söyledikleri tamamen bunlardı. Hatta o bile kuzey Afrika ve Osmanlı şehirlerinden çok şey öğrenmişti.

Sonraki 100 senede geçen tartışmalar, itirazlar ve bahsi geçen vaatlerin insan-çevre ilişkisinde yeterli olmadığı, insanın yeni hapishanelere kapatıldığı ve toplumsal mühendisliğin farklı bir cephesi olarak insanlara yaşayacağı çevreyi dayatma anlamına gelen yeni mahpuslar yaratma projelerine yönelik uyarılar 2012 Türkiye iktidarının neredeyse hiç duymadığı,  bîhaber olduğu meseleler.. Batı Avrupa ve Amerika bile bu yetersizliği görerek yeni yönelişlere girmişken, Türkiye iktidarı güç zehirlenmesini yaşıyor ve kentsel dönüşümü pragmatik ve mekanik bir meseleye dönüştürüyor; 100 sene öncesinin toplumsal-çevresel önerilerini dayatıyor. Amerika’nın sadece gökdelenlerini görenler, oradaki ev stokunun yüzde sekseninin bir ve iki katlı bahçeli ahşap evlerden oluştuğundan da bîhaberler.

İnsanın eşref-i mahlukat olarak yaşayacağı çevrenin bir mühendislik meselesi olmadığı, “güvenlik”, “park” gibi ihtiyaçların insanın çevresini oluşturmada onlarca başlıktan yalnızca ikisi olduğu aşikar. Uzağa gitmeye gerek yok. Acaba Turgut Cansever yeni yerleşmeler konusunda ne diyordu? Şimdi tekrar soruyoruz: İktidarın kentsel dönüşümle ilgili cümlelerinde bir şehir ve medeniyet idraki, ihyası, inşası var mı?  

Sadece soruyoruz.

Resmi literatürde “kentsel dönüşüm” olarak yer alan şehirlerimizde “kentsel mezalim” veya “kentsel katliam”a dönüşen ve bunu öğünerek tüm şehirlerimize yaygınlaştıran, Tanzimatla “yabancılaşmaya hayranlıkla” koşan, Cumhuriyetle “tarih ve medeniyetine nefret”le devam eden zihniyet, 1930-40’lı yılların CHP iktidarları eliyle tarihî şehirleri ve şehir mekânlarını yıkımla işe başladı.

1950’lerden 2000’lere kadar “yaptıklarının neye sebep olduğu”ndan habersiz biçimde katliamlarına gafletle devam eden DP, AP, ANAP ve diğer siyasî dönemlerinin ardından, AKP’nin iktidar olduğu on yıllık dönemde her türlü imkan ve kaynakla hızla devam eden şehir katliamlarına, bu kez “kentsel dönüşüm” adı altında yeni bir meşruiyet gerekçesi uyduruldu.

İddiaları, renkleri, dilleri farklı da olsa yaptıkları aynı olan,  tarih, medeniyet ve şehir idraki bulunmayan zihniyet nihayet bütün imkânlarıyla yeni bir “kentsel mezalim”e başlıyor. 

Prof. S. Ökten’in “şimdi tam bir kaos, tam bir kıyamet” olarak tanımladığı bu şehir katliamları veya mezalimleri karşısında bütün bir ülke çaresiz. TOKİ marifetiyle uzun süredir devam eden bu “şehir mezalimleri”, (her istilacı gibi) yapanların tekebbürlerini artırıyor. Şehirlerimiz melezleşmiyor;  “melezleşme” nin, “kaos”un çok ötesinde bir katliâma maruz kalıyor..

Bu öyle bir katliâm ki; yapanların “ihya” ettiklerini zannettikleri şehirler “imha” ediliyor. Öyle bir imha ki, şehirlerimiz bir daha dirilmesi mümkün olmayan bir ölümle katlediliyor.

“Güç zehirlenmesi”ne tutulmuş bir iktidarın tarih, medeniyet, şehir, irfan, idrak, zevk diye hiçbir ölçü tanımadığı, elindeki “TOKİ terminatörü”yle bütün tepkileri yok ettiği “kıyamet zamanları”ndayız.

Peki, ne yapacağız?

Şablonlardan ibaret reçeteler tavsiye etmeyeceğiz. Her zaman olduğu gibi sadece büyük muhakkik mimar merhum Turgut Cansever’i işaret ediyoruz. Bu kadar. Ancak, dilini ve idrakini kaybetmiş bir zihniyetin Cansever’i okuması ne yazık ki artık mümkün değil!

O halde? Onu da 1946 yılında “Yeniden Keşfolunmak” başlıklı yazısında 66 yıl önce bugüne işaret eden Üstad Necip Fazıl söylesin:

“Cebimizde olduğu halde farkına varmadığımız, unuttuğumuz ve bilmediğimiz bir şeyi keşfetmek, başkalarının ceplerindeki şeyleri keşfetmekten çok daha zor. Gelin de, cebinizdeki delikten astarın dikiş yerine kaymış kasa anahtarını, dışarıda İstanbul'dan Şimal Kutbuna kadar her tarafta arayın; hem bulamayacak, hem de her aradıkça bir kat daha kaybetmiş olacaksınız.
Bizim bütün davamız ve devamız, bu misal içinde hülasâlanıyor.

Biz, herşeyimizi, herşeyimizi yeni baştan keşfetmek ve herşeyimizle, herşeyimizle yeni baştan keşfolunmak zorundayız.
…...

Nasrettin Hoca'nın teker teker üzerlerine işedikten sonra, 'Buna değmiş, buna değmemiş!'diye yine teker teker yediği meyvalardan, öz meyvalarımızdan, hiçbirine hiçbir şey değmemiş olduğunu keşfetmek...
Sürek avına çıkar gibi, bütün madde ve ruh kıymetlerimizi çepçevre sardığımız, bunların tahlilini, terkibini, nisbetini, mukayesesini yaptığımız ve her şeyi bir kıymet hükmüne bağladığımız gündür ki:

Keşfolunmuş olacağız!
Keşfolunmanın arkasından da kurtulmuş olmak gelecektir..”

Mevzumuzla kayıtlı olarak söyleyelim ki; öncelikle şehrimizi keşfetmek ve kurtarmak… Bu da “Kentsel Dönüşüm” denen mezalimi önlemekle mümkün.
Başbakan’ın, o her fırsatta şiirlerinden mısralar okuduğu Üstad’ın bu cümleleri üzerinde biraz da Çevre ve Şehircilik Bakanlığı düşünse keşke. “Keşke” diyoruz çünkü, ne Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, ne de ilgili diğer bakanlıklar, siyasiler, bürokratlar, teknik adamlar böyle bir idrake sahip değiller.

İçim elvermiyor ama gene Üstad’ın şu mısraları boğazıma düğümlendi:
“Geçenler geçti seni uçtu pabucun dama!
Çatla Sodom Gomore, patla Bizans ve Roma!”

Böyle bir akıbetten Allah’a sığınıyoruz.

16 Ekim 2012 Salı

"TRABZON ARMAĞANI"


Yahya Düzenli

Kimi tarihçilerce 4 bin yıllık bir tarihe sahip olduğu belirtilen Trabzon’un Fatih Sultan Mehmed tarafından fethinin bu yıl 551. yıldönümü. Ancak ne yazık ki Trabzon, kendi tarihînin, fetih sebebinin, varlık nedenin bugün çok da farkında olmayan bir şehir… “Fetih kutlamaları” adı altında hamaset kaynaklı, hiçbir tarihî derinliği, muhtevayı, orijinalliği içermeyen resmî ritüeller, Trabzon’u bir o kadar tarihinden koparıyor, bazen bu ritüeller komedi malzemesi haline bile gelebiliyor. 

Yazılı kültür geleneğimizde dünyayı değiştiren büyük hadiselere ilişkin kitaplar “Vekayiname”ler olarak, büyük dönüşümleri gerçekleştiren insanlara ilişkin kitaplar da o insanların ismine izafeten örneğin “Selimname”, şehirlere ilişkin kitaplar da yakın tarihi dönemde “şehrengiz”ler şeklinde kitabî birikimimize kazandırılmıştır. Özellikle olaylar ve şahıslara dair bu kadîm metinler tarihçiler için önemli kaynaklar olarak günümüze kadar gelmiştir.

Günümüzde bu gelenek doğrudan sürdürülemese de, bazı olay ve insanlara ilişkin “Armağan Kitap” türünden çalışmalar kültürümüze kazandırılmakta. Olaylar ve insanlarla sınırlı bu çalışmalar, gerek okuyucular gerekse de araştırmacılar için kaynak niteliğinde olabilmektedir..

Bu türden bazı kıymetli çalışmalardan/makalelerden birçoğu yayınlandıktan sonra unutuluyor, dergi/gazete sayfalarının arasında kayboluyor. Günümüzde hazırlanan “Armağan kitaplar” bu makalelerin tekrar ortaya çıkarılmasına, ilgililerin istifadesine sunulmaya vesile olabiliyor.

Bu bağlamda, Trabzon’un 550. Fetih Yıldönümü (bu yıl 551. Yılı) için hazırlanan “TRABZON ARMAĞANI” da bu nitelikte, Trabzon’la ilgili kimi oldukça eski ve klasik hale gelmiş, kimisi de günümüzde yazılmış makalelerden oluşuyor.

Trabzon’la ilgili tarihî araştırmalarıyla bilinen İsmail Hacıfettahoğlu’nun hazırladığı TRABZON ARMAĞANI “550. Yılında Fetih ve Fatih” alt başlığıyla oldukça güzel bir kapak, muhteva ve baskı ile prestij kitap olarak hazırlanmış.

Hemşehrimiz, büyük Selçuklu Tarihçisi Prof. Osman Turan’ın şu cümlelerinin kitabın jeneriğine alınması ise hayli isabetli olmuş:  “Şarki Karadeniz Bölgesi zümrüt bir gerdanlığa, Trabzon Şehri de onun üzerinde bir gelinin tacına benzer. Gerçekten bu bölge, yalnız Türkiye’nin değil, dünyanın da en güzel tabiat parçalarından biridir. Türkler Selçuklular devrinde Anadolu’yu fethettikleri halde bu cennet sahillere sahip olmakta çok gecikmişlerdi. Bir yandan yüksek sarp dağlar, öte yandan Haçlı taarruzları buna sebep olmuştur. Bunun ilahi bir hikmeti olsa gerek.  Zira Hazret-i Peygamber İstanbul’un fethini nasıl Fatih Sultan Mehmed’e tebşir etmiş ise, bütün Rum devletleri gibi, bu güzelbelde de sanki O’nun mübarek tarihi kılıcını beklemiş ve bu sayede Türk-İslam diyarı olmuştur.”

TRABZON ARMAĞANI günümüzde bir “Fetihname” olarak Trabzon’un fethiyle ilgili bütün klasik metinleri ihtiva ediyor.

Tursun Bey, Kritovulos, Aşıkpaşa, Şakir Şevket gibi Osmanlı dönemi yazarları ile Charles Texier, J.F.Fallmerayer gibi önemli yabancı yazarlara kadar birçok bilim, kültür ve sanat adamının yazıları bulunan TRABZON ARMAĞANI’nı “aciz bir mensubu bulunduğum bu aziz şehre, karanlıklar içindeki tarihini azıcık da olsa aydınlatır ümidiyle ve kabul buyurulması dileğiyle bu güldesteyi sunuyorum.” mütevaziliğiyle sunan Hacıfettahoğlu’nu bu güzel armağan için tebrik ediyoruz.

Ankara’da Atlas Yayıncılık tarafından titiz bir tasarım ürünü olarak harita, fotoğraf, kupür, gravür ve belgelerle 566 sayfa olarak düşünce dünyamıza sunulan bu kitabın ilgililerine ulaşmasını diliyoruz.

Trabzon’lu olan, Trabzon’a ilgi duyan bilim adamlarına/tarihçilere gene rahmetli Prof. Osman Turan’ın şu önemli tespitini hatırlatalım: “Trabzon tarihinin eski devirlerine ait kaynaklar her ne kadar az ise de Avrupa’da yapılmış araştırmalar oldukça mühimdir. Türk devri için de malzeme ne kadar bol ise tedkikler de o nisbette azdır. Hattâ denebilir ki bazı kitabe ve vesikaların neşrinden başka bir şey yapılmamıştır..” 

Yazımızı Üstad Necip Fazıl’ın 29 Mayıs 1943 tarihli “İstanbul’un Fethi” başlıklı yazısından bir alıntıyla, Trabzon’un fethinin de nasıl bir öneme sahip olduğunu hatırlatarak bitirelim: “… sene evvelki medeniyet ve şahsiyet hamlemizi anarken, onu bu defa sadece mekân planında değil, zaman planında da, yani ruh ve kafa aleminde de daha ileriye, daha gerçeğe  ve şahsiliğe götürmeye mecbur olduğumuzu şuurlandırmalıyız! Biricik davamız budur.”

9 Ekim 2012 Salı

"1461" FUTBOL TAKIMINA KADAR DÜŞTÜ...


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Bazı tarihlere fetişleştirmeden, delâlet ettiği/çağrıştırdığı hadiselere bağlı olarak süreklilik kazandırılması gerekir.  Tarihî geleneğimiz bunun örnekleriyle doludur. Dünyayı değiştiren büyük hadiselerin ‘vuku tarihleri’ bu türdendir.

Bu yıl Trabzon’un fethinin 551. Yılı. Bu tarih hem medeniyet dünyamız, hem de batı dünyası için anlamlı ve önemli bir dönüm noktasıdır. Nasıl ki İstanbul’un 1453’te fethi Ortaçağ Avrupa’sında “kara bir gün”, bizim için “yeni bir çağın açılışı” olarak anılmış ve halen de İstanbul batılılar için “kaybedilmiş en önemli şehir” ise, 26 Ekim 1461’de fethedilen Trabzon da aynı önemde bir şehirdi. ”Şehirdi” diyorum. Çünkü şehrin bugünkü yerlileri ve sakinleri (bazı istisnalar dışında) şehrin bu tarihsel niteliğinin farkında değil.

Fetih’le yeni bir “medeniyet havzası”na dahil edilen şehir “kristal bir emanet” gibi fethedenlerce muhafaza edilmiş, geliştirilmiş ve yüzyıllar boyu nesilden nesile intikal ettirilmiştir.

Bugüne gelelim ve şöyle bir örnek verelim. Şehrimizin sakinlerine “1461 tarihinin ne ifade ettiği”ni soralım. Alacağımız cevap büyük bir ihtimalle PTT 1. Futbol liginde oynayan “1461 Trabzon” futbol takımı olacaktır.

Nereden mi biliyoruz böyle bir cevap alacağımızı?

Çünkü şehrin yaşayanlarının zihinleri futbolla öylesine işgal edilmiş ki, onun dışında hiçbir uyarıcıya cevap veremez halde bir sendroma, maraza yakalanmış durumda.

Ne yazık ki 1461’i sahiplenmek futbol takımına düştü. Bu adı taşıyan futbol kulübünü suçlamıyoruz. Kök ifadesinden uzaklaşan bir zihniyete işaret ediyoruz. Belki de bu ismi takıma verenler iyi niyetle “1461’in manası yaşasın” düşüncesiyle vermişlerdir. Ancak dememiz o ki; 1461’in ruhu, tarihselliği bir futbol takımının sahiplenmesine bırakılmamalıydı.

 “1461 ruhu”nun yaşatılmasından bahsederken, kaba ve bayağı hamaset kokan, resmî şablonlar içine sıkıştırılan yıldönümü etkinliklerinden bahsetmiyoruz. Bunlar “1461 ruhu”nu sahiplenmekten ve benimsemekten uzak ritüeller. 

Önemli bir tarihi dönüşümü ifade eden  1461 tarihinin bile “futbolu çağrıştırdığı” bir şehrin tarih ve  medeniyet idrakinin nerelere düştüğünü, 1461 tarihinin neleri çağrıştırdığını , “nelerde süründüğü”nü göstermesi bakımından bu sorumuzun anlamlı olduğunu düşünüyorum.

Nereden mi biliyoruz böyle bir cevap alacağımızı?

Bütün enerjisini şehrin üzerine bir karabasan gibi çöken “futbol”a harcayan bir şehrin, tüketeceği tarihî malzemeler arasına şehrin fetih tarihi de girmişse, o şehrin artık sıradanlaştığını, tarihi değer ve sembollerinin harcanma kulvarına girdiğini söylemeye gerek var mı? Tarihi bir dönüm sembolünün evrilerek günümüzde bir futbol kulübünün adı olması bu şehrin değerlerinin nasıl ve nerelerde kullanıldığını göstermesi bakımından oldukça önemli.

Gerçi 1461 tarihi, bazı “hamâsi” nutuk ihtiyaçlarını tatmin aracı yapanların dışında giderek hiçbir tarihî arka plân çağrışımı taşımaz hale getirilmiş durumda. 551 yıl sonra Fethin hatırlanması için bir futbol takımına isim olması, şehrin getirildiği noktayı da göstermeye yeter.

Bugünün Trabzon’unun “değer skalası”nı belirleyen tek saik futbol. Belki de isim koyucular tarafından fethe izafe ve itibar olsun için bir futbol takımına 1461 ismi verilmiştir.

26 Ekim 1461 günü büyük medeniyet havzasına katılan Trabzon’un fetih tarihinin futbol takımına verilmesi kimileri için “tarihi bir kahramanlık”  tezahürü ve tefahürü olabilir. Ancak bu önemli tarihin “stadyum malzemesi” ve “ayak refleksleri”ne kadar düşürülmesi şehir ve şehir yöneticileri adına garip bir durum değil mi? Futbol, mübalâğa, fetişim, taşkın duygular ve tribünün o şehevi çekiciliği içinde bir şehir nereye götürülüyor?

Bir zamanlar bulunduğu medeniyet ikliminde derinliğine bir “değer üretme” havzası sayılan bir şehrin bugün giderek “değer öğütme” makinasına dönüştüğünü üzülerek söyleyebiliriz.

Fetih sembollerinin ve değerlerinin olur olmaz yerlerde kullanılmasının önüne nasıl geçilebilir bilemiyoruz. Her şeyini futbola teslim etmiş,  her yerini futbola işgal ettirmiş, değer olarak futboldan başka bir şey düşünemeyecek kadar düşüncesi virütikleşen bir şehrin acilen terapiye alınmasından başka yol yok, diye düşünüyoruz.

“Futbolun sadece futbol olmadığı”nı, nerelere sirayet edebileceğini “1461 Trabzonspor” takımı örneğiyle daha iyi görebiliyor muyuz?

Fethi yeniden hatırlamak, anlamlandırmak ve zihinlerde yeni sayfaların açılmasına vesile kılmak ne yazık ki bugünkü Trabzon’un zihin kalıplarını zorluyor. Trabzon’un hafızası algılama güçlüğü çekiyor.

Yanılıyor muyuz?

1 Ekim 2012 Pazartesi

İNSAN ŞEHİRDE "SERİ MALI ÜRETİM TEZGAHI"NDA MIDIR?

Yahya Düzenli
 
Şehirlere musallat modern zaman hastalıklarına bağımlı hale gelen çağımız insanı, hastalıksız bir hayat düşünemiyor. Ruh hastalıklarından bahsediyoruz. İnsan, zaman ve mekânın birbirinden koptuğu, insanın atomize olduğu, şehrin de sadece biyolojik canlılar için “elverişli ve steril” bir ortama dönüştüğü bir hale ve bu hal içinde sendromlar yaşayan insana işaret ediyoruz.
 
Modern zaman şehirleri artık insanı başkalaştıran, kendisi olmayan bir “seri malı üretim tezgâhı” haline geldi. Şehir bu tezgâhta bir modernizm hastalığı olarak insanı “tekdüze hayat”a mecbur ediyor.
 
Şehrin insana dikte ettiği hayat biçimi olarak ortaya çıkan “atomize olmak”, yâni bölünmek-parçalanmak bu hastalıklardan belirgin olanı. Sabah evinden çıkarken kendi kimliğini evde bırakıp şehrin verdiği “yapay hayat”ı devralarak herkesten farklıymış gibi davranan insan, herkesle aynîleşen ve özdeşleşen bir hayata mahkûm. Kadîm şehirler insana “kimlik” verirken, modern zaman şehirleri insanı böyle bir kimliksizliğe itiyor.
 
Sadece üretim ilişkilerinin varlığa anlam kazandırdığı, değer olarak üretim ilişkilerinin verilerinin hâkim olduğu bir hayat “seri malı üretim tezgâhı” değil de nedir? 19. Yüzyıl batısına egemen olan ve vahşi kapitalizmin ‘İngiliz hastalığı’ olarak nitelenen üretim atölyelerindeki/tezgahlarındaki hammaddelerin yerini artık modern zaman şehirleri ve onun öğüttüğü insan aldı. Yâni, bir hayalet gibi üretim tezgahları geri geldi. İnsanı, ‘son kullanma tarihi’ne kadar işleyeceği bir meta haline getirdi.
 
İnsanın şehirde ‘insan’ olarak değil de ancak “kütle” olarak bir anlam ifade edebildiğini, yâni sayılıp, tartılıp, istif edilebilen bir ‘nesne’ye dönüştüğünü söylemek bile artık sıradan bir tespit. 
 
Modern zaman şehirlerinde insanın akıbeti bu. Bu öğütülmüş hayatı “öğünülecek” bir hayat yaşadığı zannıyla tüketiyor insanoğlu.
 
Böyle bir dönüşüm, insanın kendisini “böcek” gibi hissettiği Kafka’nın kahramanlarını hatırlatıyor.
 
Modernliğin, yâni 21. Yüzyıl barbarlığının insan, mekân ve şehir algısı bu. Bu algı, modern zamanların “gettosu” olmaya özenen bizim şehirlerimizi de istilâ etmiş durumda.
 
Evet, bu bir istilâ… Şehirlerimizin bu algıya direnme kudreti mevcut olsa da, sürekli eritilmekte olduğu ‘dönüşüm’ kazanında direniş gücü de kırılmış.
 
Bu halin sorumlusu ‘şehir idraki’ bulunmayan siyasîler ve şehir yöneticileri… Bunlar, şehirlerinden o kadar kopmuşlar, uzaklaşmışlar, şehirlerine ve kendilerine o kadar yabancılaşmışlar ki artık ne kendilerini ne de şehirlerini görme melekelerine sahip değiller.
 
“Yaşanmaya değer hayat” arayışını terk eden modern zamanların insanını nasıl bir “şok” kendine getirecek bilemiyoruz.
 
Batı düşüncesinde önemli bir eleştirel kapı açan K.Popper “iyi bir dünya”ya ilişkin şunları söylüyor: “Tüm canlılar daha iyi bir dünya arayışındadırlar. İnsanlar, hayvanlar, bitkiler, hatta tek hücreliler, hepsi her zaman aktiftirler. Durumlarını iyileştirmek ya da en azından olası bir kötüleşmeden kaçınmak için çaba harcarlar. Uykuda dahi organizma, uykuyu aktif tutmak ister. Uykunun derin (ya da hafif) olması, organizmanın aktif olarak yarattığı (ya da organizmayı alarmda tutan) bir durumdur. Bütün organizmalar, sürekli olarak sorun çözmekle uğraşır. Sorunlar da, kendi durumunun değerlendirmesinden ve iyileştirmeye çalıştığı çevresinden kaynaklanmaktadır.”
 
Ne yazık ki insan tüm canlılar içerisinde “yaşanmaya değer hayat”a yüzünü kapatmasıyla sadece “canlı organizma”dan ibaret hayatını sürdürüyor.
 
Trajik olan; bu halin farkında olmamak! Bu trajediyi her gün yaşadığımızdan olsa gerek trajedi bile sıradanlaştı…
 
Şehirlerimizin yıkımı bile sıradanlaştı…
 
“Kentsel Dönüşüm”, “Marka Şehirler”, “Dünya Kenti” sloganlarının arkasına saklanan meş’um muhteva, yabancılaşmanın getirdiği vahşi hayatları hazırlıyor.
 
Bu hal, bir “insan göçü”dür, insanın şehirde yok olmasıdır. 
 
Ne tuhaf! “Kendi kendinin kurdu” tanımlamasını doğrularcasına bir hayatı şehir bize mecbur kılıyor ve biz de bu hayatın şartlarını hazırlıyoruz.
 
Alarm sürekli çaldığı için felaketin farkında değiliz!