Yahya Düzenli
Şehirlere musallat modern zaman hastalıklarına
bağımlı hale gelen çağımız insanı, hastalıksız bir hayat düşünemiyor. Ruh
hastalıklarından bahsediyoruz. İnsan, zaman ve mekânın birbirinden koptuğu,
insanın atomize olduğu, şehrin de sadece biyolojik canlılar için “elverişli ve
steril” bir ortama dönüştüğü bir hale ve bu hal içinde sendromlar yaşayan
insana işaret ediyoruz.
Modern zaman şehirleri artık insanı
başkalaştıran, kendisi olmayan bir “seri malı üretim tezgâhı” haline geldi.
Şehir bu tezgâhta bir modernizm hastalığı olarak insanı “tekdüze hayat”a mecbur
ediyor.
Şehrin insana dikte ettiği hayat biçimi olarak
ortaya çıkan “atomize olmak”, yâni bölünmek-parçalanmak bu hastalıklardan
belirgin olanı. Sabah evinden çıkarken kendi kimliğini evde bırakıp şehrin
verdiği “yapay hayat”ı devralarak herkesten farklıymış gibi davranan insan,
herkesle aynîleşen ve özdeşleşen bir hayata mahkûm. Kadîm şehirler insana
“kimlik” verirken, modern zaman şehirleri insanı böyle bir kimliksizliğe
itiyor.
Sadece üretim ilişkilerinin varlığa anlam
kazandırdığı, değer olarak üretim ilişkilerinin verilerinin hâkim olduğu bir
hayat “seri malı üretim tezgâhı” değil de nedir? 19. Yüzyıl batısına egemen
olan ve vahşi kapitalizmin ‘İngiliz hastalığı’ olarak nitelenen üretim
atölyelerindeki/tezgahlarındaki hammaddelerin yerini artık modern zaman
şehirleri ve onun öğüttüğü insan aldı. Yâni, bir hayalet gibi üretim tezgahları
geri geldi. İnsanı, ‘son kullanma tarihi’ne kadar işleyeceği bir meta haline
getirdi.
İnsanın şehirde ‘insan’ olarak değil de ancak “kütle”
olarak bir anlam ifade edebildiğini, yâni sayılıp, tartılıp, istif edilebilen
bir ‘nesne’ye dönüştüğünü söylemek bile artık sıradan bir tespit.
Modern zaman şehirlerinde insanın akıbeti bu. Bu
öğütülmüş hayatı “öğünülecek” bir hayat yaşadığı zannıyla tüketiyor insanoğlu.
Böyle bir dönüşüm, insanın kendisini “böcek” gibi
hissettiği Kafka’nın kahramanlarını hatırlatıyor.
Modernliğin, yâni 21. Yüzyıl barbarlığının insan,
mekân ve şehir algısı bu. Bu algı, modern zamanların “gettosu” olmaya özenen bizim
şehirlerimizi de istilâ etmiş durumda.
Evet, bu bir istilâ… Şehirlerimizin bu algıya
direnme kudreti mevcut olsa da, sürekli eritilmekte olduğu ‘dönüşüm’ kazanında
direniş gücü de kırılmış.
Bu halin sorumlusu ‘şehir idraki’ bulunmayan
siyasîler ve şehir yöneticileri… Bunlar, şehirlerinden o kadar kopmuşlar,
uzaklaşmışlar, şehirlerine ve kendilerine o kadar yabancılaşmışlar ki artık ne
kendilerini ne de şehirlerini görme melekelerine sahip değiller.
“Yaşanmaya değer hayat” arayışını terk eden
modern zamanların insanını nasıl bir “şok” kendine getirecek bilemiyoruz.
Batı
düşüncesinde önemli bir eleştirel kapı açan K.Popper “iyi bir dünya”ya ilişkin
şunları söylüyor: “Tüm canlılar daha iyi
bir dünya arayışındadırlar. İnsanlar, hayvanlar, bitkiler, hatta tek
hücreliler, hepsi her zaman aktiftirler. Durumlarını iyileştirmek ya da en
azından olası bir kötüleşmeden kaçınmak için çaba harcarlar. Uykuda dahi
organizma, uykuyu aktif tutmak ister. Uykunun derin (ya da hafif) olması,
organizmanın aktif olarak yarattığı (ya da organizmayı alarmda tutan) bir
durumdur. Bütün organizmalar, sürekli olarak sorun çözmekle uğraşır. Sorunlar
da, kendi durumunun değerlendirmesinden ve iyileştirmeye çalıştığı çevresinden
kaynaklanmaktadır.”
Ne
yazık ki insan tüm canlılar
içerisinde “yaşanmaya değer hayat”a yüzünü kapatmasıyla sadece “canlı
organizma”dan ibaret hayatını sürdürüyor.
Trajik olan; bu halin farkında olmamak! Bu
trajediyi her gün yaşadığımızdan olsa gerek trajedi bile sıradanlaştı…
Şehirlerimizin yıkımı bile sıradanlaştı…
“Kentsel Dönüşüm”, “Marka Şehirler”, “Dünya
Kenti” sloganlarının arkasına saklanan meş’um muhteva, yabancılaşmanın
getirdiği vahşi hayatları hazırlıyor.
Bu hal, bir “insan göçü”dür, insanın şehirde yok
olmasıdır.
Ne tuhaf! “Kendi kendinin kurdu” tanımlamasını
doğrularcasına bir hayatı şehir bize mecbur kılıyor ve biz de bu hayatın
şartlarını hazırlıyoruz.
Alarm
sürekli çaldığı için felaketin farkında değiliz!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder