Ehl-i irfan der ki: İnsan, “nerede
yaşadığının farkında olan” idrak sahibi varlıktır. Bunun aksi ise “nerede
yaşadığının farkında olmamak”, yâni idrak sahibi olmamaktır. Peki bu tarif,
günümüz şehirlerinde ‘insan’ denilen ve acımasızca depolandığının farkında
olmayan varlıkları da kuşatıyor mu?
Cevabı zor bir soru. Daha doğrusu cevabından korkulan ontolojik bir soru.
Büyük şair Fuzulî’yi hatırlıyoruz:
“Gördüm ki sualime cevaptan başka nesne
vermezler!”
Cevap vermek için cevap… Kendinden
kaçmak için cevap… Kendi acısını duymamak için cevap…
Modern zaman şehirleri/metropolleri
insanı işte böylesine, hem ‘nerede yaşadığı’ sorusunu soramayacak, hem de cevabını
veremeyecek bir ‘idrak kaybı’na uğrattı. İnsan şehrini yok etti, şehir de
insanını.
Şehrimiz Trabzon da bu anlamda,
belki de tarihinin önemli dönüşümlerinden birinin daha kapısını aralıyor.
İmparator ve konsülün kendisine
bahşettiği ünvanla şehrimize artık ‘metropol’ yâni büyükşehir ünvanı verildi (!)
Yaşasın İmparator, Yaşasın Senato ve Yüce Konsüller!
Latince ve eski Yunanca’da
metropol ‘büyük şehir’, nekropol ‘ölüler şehri’ demek.
Şehrimizi “hormonal büyütme” ile
metropol yaptılar. Bakalım bu hormonal büyütme ile yeni bir bünye kazanan
yaratık nasıl kontrol edilecek, nasıl yönlendirilecek?
Endişemiz odur ki, bu yeni yaratık
kendisini icat edenlerin hiç de hesap edemeyecekleri bir bünye patlamasıyla/ifrazatlarıyla
şehrin (tabii kalmışsa) tarihî dokusuna, iklimine, topoğrafyasına, karakterine
ve şahsiyetine karşı savaş açacak!
Nereden mi biliyoruz! Metropol
statüsü kazandırılan diğer şehirlerimizin sorunlar bataklığına dönen hallerini
gördükçe bu tesbitimizin kehanet değil, aksine bir realite olduğunu
söyleyebiliyoruz.
Büyü şehrim büyü! Metropol sana
dar gelir, öyle büyü ki ‘nekropol’
statüsü kazanasın! Nekropol, yâni “ölüler
şehri”.
Hierapolis antik kentindeki nekropolü dolaşırken gözümün önüne
şehrimiz geldi. Nekropolde dört bir yanımı saran lâhitler ve taş mezarlar
zihnimde, kendi şehrimize yaklaşırken gördüğüm şehir siluetiyle aynı
çağrışımlara sebep oldu. Aslında modern zaman şehirlerinin tamamı için bu genellemeyi
yapabiliriz.
Modern zamanlarda, bunalan insanın
iç huzursuzluğunun mekânlara dökülmüş hali olan kaotik şehirlerin çürüyen,
çözülen, can çekişen hali; acının verdiği şuursuzlukla intihara ve bir an önce nekropole dönüşmenin telâşını yansıtıyor
gibidir.
Gezdiğim nekropol adeta “şehirlerinizin benden ne farkı kaldı?”
der gibiydi.
Doğrusu, metropollerin
nekropollerden pek de farkı kalmadı!
Birisinde ölüler depolanmışken,
diğerinde canlılar depolanıyor. Şehir yöneticileri de depoculukla meşgul, yâni nekropoldeki
ölüleri sayıyor.
Nekropoller daha estetik,
coğrafyasına ihanet etmemiş ve zamana karşı dayanma savaşı veren halleriyle
metropollerimizle alay eden bir ihtişamla bakıyor; sessiz ve huzurlu. Metropollerimiz ise gürültülü ve huzursuz.
Bu gidişle metropol insanı
kendisini çığlıklar içerisinde nekropole atacak gibi!
Büyükşehirle/metropolle beraber
gelecek büyük yıkımlardan kaçışın tek adresi artık nekropol!
Varoluş nedenini kaybetmiş insan
ve varoluş nedeni kaybettirilmiş şehir! Senin için en güvenli, sığınılacak tek
bir yer kaldı: Nekropol!
Korkarız ki metropol insanına
nekropole sığınma hakkı da vermeyecekler!
Sevinmeyelim, hep birlikte
ağlayalım şehrimizin metropol olmasına!
Ah Trabzon! Yaşayacağın travmaları
daha da dehşetli hale getirmek ve daha ‘büyük’lerini eklemek için kent
seçkinleri, kent konsülü, kent soyluları, kent müteahhitleri, iş makinaları,
AVM’ler, Residance’lar iştahla bekliyor!
Kral Kraus kitabın ortasından söylenecek
olanı söylemiş: “Söyleyecek sözü olan, ayağa kalkıp sussun!”