Yahya Düzenli
Değeri, hedefi, anlamı, varlık nedeni
kaybolmuş, insansız bir dünyaya doğru gidiyoruz. Hayat emaresi sadece
‘biyolojik canlılık’ olan insanların işgal ettiği bir dünyaya doğru… Böyle bir
dünyada yaşamak modern zamanların hayat biçimini oluşturuyor. Öyle ki;
şehirleri kaosa, insanları amaçsız bir koşuya iten bir dünya.
Latin Amerika’lı Şair Neruda’nın
melânkolik ve etkileyici şiirlerinden birisinin adı “Plaza Ölüleri”dir. Modern
zaman şehirleri ile insan ilişkisini belki de en iyi tanımlayan bu başlık
ürpertici bir akıbeti de haber veriyor sanki.
Muhtevası farklı olan bu şiirin
başlığına bir kelime daha ekleyelim: “Rezidans ve Plaza Ölüleri”.
Modern zamanların yaşama biçimini
belirleyen rezidans ve plazalar paranın, lüksün, konforun, gücün verdiği
tatmini yaşatan, adeta mitolojik bir hayat gibi ölümsüzlüğün sembolü…
Ülkemizde de herkesin hayalini
süsleyen bu yaşama mekânları, son yıllarda hızla yükselen bir “şehir kutsalı”…
Oysa…
Rezidans ve plazalar modern zaman
şehirlerinin “ur”ları, tümörleri…
Bu yüzdendir ki Neruda’nın “Plaza
Ölüleri” şiiri bana Sezai Karakoç’un “Balkon” şiirini hatırlattı. Şairin,
günümüzden 55 yıl önce yazdığı “Balkon” şiirinin gerçekleşmesi midir rezidans
hayatı? Bizce öyle. O şiirindeki mısralar insanı ürpertiyor:
“Gelecek zamanlarda
Ölüleri
balkonlara gömecekler
İnsan
rahat etmeyecek
Öldükten sonra da
Bana sormayın böyle nereye
Öldükten sonra da
Bana sormayın böyle nereye
Koşa koşa gidiyorum
Alnından öpmeye gidiyorum
Evleri balkonsuz yapan mimarların” (1957)'
Şair “insan rahat etmeyecek öldükten sonra” dese de rezidanslar sunduğu
hayat tarzıyla insana yaşarken de rahat vermiyor. Rezidansların koynunda
kendini rahat zanneden insan, atomize olmuş, yalnızlaşmış, yabancılaşmış bir
hayata sürükleniyor. Her şey mekanik, her şey donuk…
Pazar-piyasa kurallarının egemen
olduğu, içeride dolaşırken ‘potansiyel bir hırsız’ gibi ‘elektronik göz’lerle
takip edildiğiniz plazalar…
İnsandan çok eşyaların ‘hürmete layık’
olduğu, onlara saygı gösterildiği, göğü delmek için birbiriyle yarışan rezidanslar.
Trajik olan da; insanın şehirden,
hayattan, insanlardan kaçarak bu “göğü delmeye çalışan” hayaletlere sığınması…
Rezidanslar, modern zaman
şehirlerinde bir tür sığınma mekanları. Kale duvarları arkasında yaşamak gibi. Oysa,
toplumla, insanlarla aranıza surlar, güvenlik duvarları çekmek bir tür “tehlikeli
bölge”de yaşamak değil midir?
Evde, işyerinde değil “garnizon”dayız.
Kışlalardan daha güvenlikli (!) araç ve elemanlarla donatılmış, adeta nükleer depoyu andıran
rezidanslar ve plazalar.
Kimilerince kapitalist yaşama biçimi
olarak ifade edilen bu hayat tarzı, tek cümleyle; gayriinsanî bir yaşama
biçimi…
Modern zaman şehirleri; ruhunu
kaybeden şehirlerimizde insanın ‘giydirilmiş ölüler’ şeklinde girip çıktığı,
bütün değer ve ilişkilerini rezidans ve plazaların belirlediği bir toplama
kampı…
Rezidansların, plazaların kütlesine
hitap etmiyoruz, onlara değil; onları inşa edenlere, onların getirdiği ‘yaşama
biçimi’ne işaret ediyoruz.
Yaşam biçimiyle birlikte ‘dünya
görüşü’nüz, hayata bakışınız, hayatı algılayış biçiminiz de değişiyor. Çünkü
içinde bulunduğunuz mekânlar sizi dönüştürüyor, insanı egemenliği altına girmesi
gereken araçların egemenliğine sokuyor.
“Âh bir rezidansta dairem olsa” ile
“bir plazada iş yerim olsa” hayaliyle yer ve konfor arayan insanoğlunun bu
hayalin bedelini ödemek için “Yaşamak için yok etme”yi göze aldığı bir hayat
tarzı…
Rezidans ve plazalarda insan
yok,varlığı sadece biyolojik canlıdan ibaret biyonik yaratıklar var.
Bu hayat tarzını gene Neruda’nın “Ağır
Ölüm”ünden kesitlerle okuyalım:
“Ağır ağır ölür
alışkanlığının kölesi olanlar, her gün aynı yoldan yürüyenler, yürüyüş biçimini
hiç değiştirmeyenler, giysilerinin rengini değiştirmeye yeltenmeyenler,
tanımadıklarıyla konuşmayanlar.
Ağır ağır ölür tutkudan ve duygularından kaçanlar, beyaz üzerinde siyahı tercih edenler, gözleri ışıldatan ve esnemeyi gülümseyişe çeviren ve yanlışlıklarla duygulanımların karşısında onarılmış yüreği küt küt attıran bir demet duygu yerine “i” harflerinin üzerine nokta koymayı yeğleyenler.
Ağır ağır ölür işlerinde ve sevdalarında mutsuz olup da bu durumu tersine çevirmeyenler, bir düşü gerçekleştirmek adına kesinlik yerine belirsizliğe kalkışmayanlar, hayatlarında bir kez bile mantıklı bir öğüde aldırış etmeyenler.
Ağır ağır ölür yolculuğa çıkmayanlar, okumayanlar, müzik dinlemeyenler, gönlünde incelik barındırmayanlar.
Ağır ağır ölür kendisine saygısını ağır ağır yok edenler, kendilerine yardım edilmesine izin vermeyenler, ne kadar şanssız oldukları ve sürekli yağan yağmur hakkında bütün hayatlarınca yakınanlar, daha bir işe koyulmadan o işten el çekenler, bilmedikleri şeyler hakkında soru sormayanlar, bildikleri şeyler hakkındaki soruları cevaplayamayanlar.
Deneyelim ve kaçınalım küçük dozdaki ölümlerden, hatırlayalım her zaman: yaşıyor olmak yalnızca nefes alıp vermekten çok daha büyük bir çabayı gerektirir.
Yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi muhteşem bir huzurun kapısına. “
Ağır ağır ölür tutkudan ve duygularından kaçanlar, beyaz üzerinde siyahı tercih edenler, gözleri ışıldatan ve esnemeyi gülümseyişe çeviren ve yanlışlıklarla duygulanımların karşısında onarılmış yüreği küt küt attıran bir demet duygu yerine “i” harflerinin üzerine nokta koymayı yeğleyenler.
Ağır ağır ölür işlerinde ve sevdalarında mutsuz olup da bu durumu tersine çevirmeyenler, bir düşü gerçekleştirmek adına kesinlik yerine belirsizliğe kalkışmayanlar, hayatlarında bir kez bile mantıklı bir öğüde aldırış etmeyenler.
Ağır ağır ölür yolculuğa çıkmayanlar, okumayanlar, müzik dinlemeyenler, gönlünde incelik barındırmayanlar.
Ağır ağır ölür kendisine saygısını ağır ağır yok edenler, kendilerine yardım edilmesine izin vermeyenler, ne kadar şanssız oldukları ve sürekli yağan yağmur hakkında bütün hayatlarınca yakınanlar, daha bir işe koyulmadan o işten el çekenler, bilmedikleri şeyler hakkında soru sormayanlar, bildikleri şeyler hakkındaki soruları cevaplayamayanlar.
Deneyelim ve kaçınalım küçük dozdaki ölümlerden, hatırlayalım her zaman: yaşıyor olmak yalnızca nefes alıp vermekten çok daha büyük bir çabayı gerektirir.
Yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi muhteşem bir huzurun kapısına. “
Şehirden, insandan, hayattan,
zamandan, mekândan kaçmanın adresi olan Rezidans ve Plazalar, modern zamanların
zindanları haline geldi. Herkes zindana
doğru var gücüyle koşuyor.
Muhakkik mimar Turgut Cansever de “Dünya, yanlışlar ile malul bir kötü mimari ürünler mezarlığına
dönüştü” diyor.
Peki ama
insanlar, bu gayri insani hayata niçin bu kadar tamah ediyor, arzuluyor? Bunu
doğuran ihtiyaçlar var mı? Bu açıdan bakıldığında, ya rezidanslara koşanlar
insani bir hayat yaşamak istemiyor ya da toplumdaki umumi dejenerasyon veya
nizamsızlık insanlara bu hayatı arzulatıyor, belki de imkanı olanlara
dayatıyor. Acaba insanlara rezidanslar dışında dayatılan hayat çok mu insani?
İnsanlar insani bir hayat yaşamaktan mı kaçıyor yoksa şehirlerimiz
yönetilemediği, güvenlik ve kaliteli insani ilişkiler yaşayamadıkları için mi
bir yerlere “sığınma” ihtiyacı hissediyor? Bu sorular daha geniş bir toplum,
insan, kültür ve hayat analizini gerekli kılıyor.
“Ağır
ağır ölmemek” ve “ölülerimizi balkonlara gömmemek” ve şehirlerimizin “kötü mimari ürünler mezarlığı”na dönüşmemesi için var gücümüzle
“şehrimize dönmek” zorundayız.
Nasıl? Ruhu ve varlığı yok edilen
şehri yeniden idrak ve inşa ederek.
Bakalım bu kıyamette insanoğlu nasıl
kıyam edecek?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder