6 Kasım 2012 Salı

REZİDANS VE PLAZA ÖLÜLERİ - şehirde insanlar ağır ağır ölecek' ve 'ölüler balkonlara gömülecek'-

Yahya Düzenli

Değeri, hedefi, anlamı, varlık nedeni kaybolmuş, insansız bir dünyaya doğru gidiyoruz. Hayat emaresi sadece ‘biyolojik canlılık’ olan insanların işgal ettiği bir dünyaya doğru… Böyle bir dünyada yaşamak modern zamanların hayat biçimini oluşturuyor. Öyle ki; şehirleri kaosa, insanları amaçsız bir koşuya iten bir dünya.

Latin Amerika’lı Şair Neruda’nın melânkolik ve etkileyici şiirlerinden birisinin adı “Plaza Ölüleri”dir. Modern zaman şehirleri ile insan ilişkisini belki de en iyi tanımlayan bu başlık ürpertici bir akıbeti de haber veriyor sanki.

Muhtevası farklı olan bu şiirin başlığına bir kelime daha ekleyelim: “Rezidans ve Plaza Ölüleri”.

Modern zamanların yaşama biçimini belirleyen rezidans ve plazalar paranın, lüksün, konforun, gücün verdiği tatmini yaşatan, adeta mitolojik bir hayat gibi ölümsüzlüğün sembolü… 

Ülkemizde de herkesin hayalini süsleyen bu yaşama mekânları, son yıllarda hızla yükselen bir “şehir kutsalı”…

Oysa…

Rezidans ve plazalar modern zaman şehirlerinin “ur”ları, tümörleri…

Bu yüzdendir ki Neruda’nın “Plaza Ölüleri” şiiri bana Sezai Karakoç’un “Balkon” şiirini hatırlattı. Şairin, günümüzden 55 yıl önce yazdığı “Balkon” şiirinin gerçekleşmesi midir rezidans hayatı? Bizce öyle. O şiirindeki mısralar insanı ürpertiyor:

“Gelecek zamanlarda
Ölüleri balkonlara gömecekler
İnsan rahat etmeyecek
Öldükten sonra da
Bana sormayın böyle nereye
Koşa koşa gidiyorum
Alnından öpmeye gidiyorum
Evleri balkonsuz yapan mimarların” (1957)'

Şair “insan rahat etmeyecek öldükten sonra” dese de rezidanslar sunduğu hayat tarzıyla insana yaşarken de rahat vermiyor. Rezidansların koynunda kendini rahat zanneden insan, atomize olmuş, yalnızlaşmış, yabancılaşmış bir hayata sürükleniyor. Her şey mekanik, her şey donuk… 

Pazar-piyasa kurallarının egemen olduğu, içeride dolaşırken ‘potansiyel bir hırsız’ gibi ‘elektronik göz’lerle takip edildiğiniz plazalar…

İnsandan çok eşyaların ‘hürmete layık’ olduğu, onlara saygı gösterildiği, göğü delmek için birbiriyle yarışan rezidanslar. 

Trajik olan da; insanın şehirden, hayattan, insanlardan kaçarak bu “göğü delmeye çalışan” hayaletlere sığınması…

Rezidanslar,  modern zaman şehirlerinde bir tür sığınma mekanları. Kale duvarları arkasında yaşamak gibi. Oysa, toplumla, insanlarla aranıza surlar, güvenlik duvarları çekmek bir tür “tehlikeli bölge”de yaşamak değil midir?

Evde, işyerinde değil “garnizon”dayız. Kışlalardan daha güvenlikli (!) araç ve elemanlarla  donatılmış, adeta nükleer depoyu andıran rezidanslar ve plazalar.

Kimilerince kapitalist yaşama biçimi olarak ifade edilen bu hayat tarzı, tek cümleyle; gayriinsanî bir yaşama biçimi…

Modern zaman şehirleri; ruhunu kaybeden şehirlerimizde insanın ‘giydirilmiş ölüler’ şeklinde girip çıktığı, bütün değer ve ilişkilerini rezidans ve plazaların belirlediği bir toplama kampı

Rezidansların, plazaların kütlesine hitap etmiyoruz, onlara değil; onları inşa edenlere, onların getirdiği ‘yaşama biçimi’ne işaret ediyoruz.

Yaşam biçimiyle birlikte ‘dünya görüşü’nüz, hayata bakışınız, hayatı algılayış biçiminiz de değişiyor. Çünkü içinde bulunduğunuz mekânlar sizi dönüştürüyor, insanı egemenliği altına girmesi gereken araçların egemenliğine sokuyor.

“Âh bir rezidansta dairem olsa” ile “bir plazada iş yerim olsa” hayaliyle yer ve konfor arayan insanoğlunun bu hayalin bedelini ödemek için “Yaşamak için yok etme”yi göze aldığı bir hayat tarzı…

Rezidans ve plazalarda insan yok,varlığı sadece biyolojik canlıdan ibaret biyonik yaratıklar var. 

Bu hayat tarzını gene Neruda’nın “Ağır Ölüm”ünden kesitlerle okuyalım:

“Ağır ağır ölür alışkanlığının kölesi olanlar, her gün aynı yoldan yürüyenler, yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler, giysilerinin rengini değiştirmeye yeltenmeyenler, tanımadıklarıyla konuşmayanlar.

Ağır ağır ölür tutkudan ve duygularından kaçanlar, beyaz üzerinde siyahı tercih edenler, gözleri ışıldatan ve esnemeyi gülümseyişe çeviren ve yanlışlıklarla duygulanımların karşısında onarılmış yüreği küt küt attıran bir demet duygu yerine “i” harflerinin üzerine nokta koymayı yeğleyenler.

Ağır ağır ölür işlerinde ve sevdalarında mutsuz olup da bu durumu tersine çevirmeyenler, bir düşü gerçekleştirmek adına kesinlik yerine belirsizliğe kalkışmayanlar, hayatlarında bir kez bile mantıklı bir öğüde aldırış etmeyenler.

Ağır ağır ölür yolculuğa çıkmayanlar, okumayanlar, müzik dinlemeyenler, gönlünde incelik barındırmayanlar.

Ağır ağır ölür kendisine saygısını ağır ağır yok edenler, kendilerine yardım edilmesine izin vermeyenler, ne kadar şanssız oldukları ve sürekli yağan yağmur hakkında bütün hayatlarınca yakınanlar, daha bir işe koyulmadan o işten el çekenler, bilmedikleri şeyler hakkında soru sormayanlar, bildikleri şeyler hakkındaki soruları cevaplayamayanlar.

Deneyelim ve kaçınalım küçük dozdaki ölümlerden, hatırlayalım her zaman: yaşıyor olmak yalnızca nefes alıp vermekten çok daha büyük bir çabayı gerektirir.

Yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi muhteşem bir huzurun kapısına. “
 
Şehirden, insandan, hayattan, zamandan, mekândan kaçmanın adresi olan Rezidans ve Plazalar, modern zamanların zindanları  haline geldi. Herkes zindana doğru var gücüyle koşuyor.

Muhakkik mimar Turgut Cansever de “Dünya, yanlışlar ile malul bir kötü mimari ürünler mezarlığına dönüştü” diyor.

Peki ama insanlar, bu gayri insani hayata niçin bu kadar tamah ediyor, arzuluyor? Bunu doğuran ihtiyaçlar var mı? Bu açıdan bakıldığında, ya rezidanslara koşanlar insani bir hayat yaşamak istemiyor ya da toplumdaki umumi dejenerasyon veya nizamsızlık insanlara bu hayatı arzulatıyor, belki de imkanı olanlara dayatıyor. Acaba insanlara rezidanslar dışında dayatılan hayat çok mu insani? İnsanlar insani bir hayat yaşamaktan mı kaçıyor yoksa şehirlerimiz yönetilemediği, güvenlik ve kaliteli insani ilişkiler yaşayamadıkları için mi bir yerlere “sığınma” ihtiyacı hissediyor? Bu sorular daha geniş bir toplum, insan, kültür ve hayat analizini gerekli kılıyor.

“Ağır ağır ölmemek” ve “ölülerimizi balkonlara gömmemek”  ve şehirlerimizin “kötü mimari ürünler mezarlığı”na dönüşmemesi için var gücümüzle “şehrimize dönmek” zorundayız.

Nasıl? Ruhu ve varlığı yok edilen şehri yeniden idrak ve inşa ederek.

Bakalım bu kıyamette insanoğlu nasıl kıyam edecek?








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder