Yahya
Düzenli
Şehirler
öncelikle kurucularının, bir bakıma da içinde yaşayan insanların karakterini
ifade eder, yansıtır. Nasıl ki, Roma Romalı kibrinin tezahürü ve İstanbul
Osmanlı döneminde vakarın tezahürü ise, modern zaman şehirleri de aynı şekilde
ait olduğu dünya görüşünün, insan karakterinin coğrafyaya yayılmış ifade
biçimleridir.
Bu
bağlamda, tarihi roman yazarı Harold Lamb, “Emir Timur” isimli eserinde
Semerkand’ı anlatırken “Yine bu şehirde,
ahalisinin mağrur ruhunu belirten anıtlar, büyük saraylar vardır.” der.
Tarihte
toplumların şahsiyet bulma ve kaybetme dönemlerinde kendilerini bütünüyle ifade
eden en önemli tezahür herhalde şehirdir. Örneğin, Osmanlı’nın klâsik dönem
şehir ve mimarisine baktığımızda bütünüyle dönemin ihtişamı, vakarı ve ‘kendine
ait’ orijinal şehir mekânlarıyla bir şahsiyet söz konusudur. Osmanlı’nın
çözülme devrinde de taklit ve yabancılaşmanın tezahürleri ilk önce gene şehir
mekanlarında, yapılarda ortaya çıkmıştır. Batı tipi saraylar, kasırlar, evler,
resmî binalar vs. giderek şahsiyetini kaybetmeye başlayan toplumun nasıl bir
arayış ve tezat içinde çalkalandığını ifade eder.
89
yıllık Cumhuriyet dönemine baktığımızda da şahsiyetsizliğin, kendini
bulamamanın, kendinden uzaklaşmanın, tarih ve medeniyet inkârının tezahürünü
yine belirgin bir şekilde yine şehir ve mimarîde görüyoruz. Öncelikle Başkent
Ankara’da başlayan bu köksüz arayışların sonucu yabancı mimarlara ‘ısmarlanan’
yapılar, şehirlerimizin bünyesinde protez bir organ gibi doku ve kan
uyuşmazlığına rağmen ısrarla inşa ettirilmiştir. Batılı şehir hayranlığı öylesine
bir tutkuya dönüşmüştür ki, tıpkı batılı bir mimarın ifadesiyle “Modern mimarlık 20. Yüzyılda, var olan kente
bir demir yumruk gibi yerleşmişti…”
Bu
‘demir yumruk’ tarihî şehirlerimizde ‘kifayetsiz
muhteris’ şehir yöneticilerinin daveti ve maharetiyle şehir mimarimize
yerleşerek şehirlerimizi ‘deneme laboratuvarı’na çevirmiş, insanımızı da
vereceği tepkiye aldırış edilmeyen kobaylar haline getirmiştir.
Devam
eden süreçte, aynı şahsiyetsizlik ve köksüzlük şehirlerimizi bu kez bütünüyle
kendilerinden uzaklaştırarak arabeskleştirmiş, yaşama kültürünü değiştirerek insanları
sadece ‘sığınma yeri arayan’ canlılara mahsus bir nevi depolara, silolara,
hangarlara mahkûm etmiştir.
Güya
şehirleşme sorunlarına çözüm getirmek amacıyla hazırlanan imar planları, toplu
konut projeleri ve günümüzdeki ‘kentsel dönüşüm’ uygulamaları şehirlerimizi
daha derin bir şahsiyetsizlik ve köksüzlüğe itmiştir.
Tüm
şehirlerimize yayılan kentsel dönüşümlerin tesirlerinin, tıpkı büyük savaşların
sonuçlarının birkaç nesil sonra daha vahim ve şiddetli bir şekilde görülmesi
gibi, gelecek nesillerde sendromlarla ortaya çıkacağını düşünüyoruz. Yâni,
bugünkü uygulamalarıyla kentsel dönüşüm; zaten katledilmiş şehirlerimizi yeni
bir katliama tâbi kılmaktadır.
Kentsel
dönüşüm; betonun kutsandığı, devletin şehirleri ‘imha aracı’na dönüşen TOKİ’si
aracılığıyla ‘şu kadar metre küp beton
döktük” ve “şu kadar bin metre kare
inşaat yaptık’ şeklinde böbürlendiği, kibirlendiği şehir katliamlarını
birlikte getirdi.
Kentsel
dönüşüm bize ‘Dünyalar Savaşı’ filmini hatırlattı. Sanki başka bir galaksiden
yaratıklar şehirlerimizi istilâ etmişçesine, uzaydan yeryüzüne inmiş ahtapotlar
gibi, iş makinalarının önüne çıkan her şeye saldıran yaratıklara dönüşmesi…
S.Spielberg’in “Dünyalar savaşı”
filminin özeti, şehirlerimizde ‘kentsel dönüşüm’le yaşanan-yaşanacak kaosu
anlatmaya yeter sanıyorum: “Ray, iki
çocuğuyla beraber hafta sonunu geçirirken gökyüzü birden kararır, fırtına çıkar
ve şimşekler çakmaya başlar.
Gökyüzünde tuhaf
şeyler olmaktadır. O güne kadar benzeri görülmemiş şeyler olmaya başlar.
Kısa bir süre sonra
evinin yakınındaki kavşakta olağandışı bir şey olur. Toprak aniden yarılır ve yeryüzünün
derinliklerinden üç bacaklı çok büyük bir savaş makinesi ortaya çıkar ve önüne
çıkan görünürdeki her şeyi yakıp yıkmaya, yok etmeye başlar. Bu olay,
uzaylıların dünyaya ilk saldırısıdır. Günlük hayatlarını sürdüren insanlar, o
andan itibaren bambaşka yaratıklarla karşı karşıyadırlar ve olağanüstü olaylar
başlamıştır.
Filmin kahramanı Ray
çocuklarını alır ve bir an önce bu yaratıkların gazabından kurtulmak için
oradan uzaklaşmaya çalışır. Başka çareleri yoktur. Uzaylı istilacı yaratıkların
elinden kurtulmaya çalışan binlerce insanla beraber vahşi tabiat şartlarıyla
mücadele etmeye başlar. Bütün çabası; iki çocuğunun hayatını kurtarabilmektir.
Ancak nereye kaçarlarsa kaçsınlar güvenlikli bir yer yoktur. Elindeki tek güç;
iradesidir.”
Kentsel dönüşüm bu fantastik filmin
adeta hayata geçirilişi gibi. Tek fark; şehirler, insanlar tedricen
katlediliyor. Endişeye, yok oluşa yavaş yavaş alıştırılıyor.
Ne yazık ki bu istilâya karşı
elimizde karşı çıkacak irademiz de yok.
Şehirden kaçmak mı, şehirde kalmak
mı tehlikeli veya daha güvenli?
Şehirlerimizde
“kentsel dönüşüm” denilen aslında “rantsal dönüşüm”e tahvil edilmiş olan bu
uygulama bana bir olayı daha hatırlattı:
Halk
şairlerimizden birisi iki gözü kör bir dostuna rastlar. Kör dostu “-Bende
dünyayı görecek göz kalmadı” deyince Şair, “Üzülme” der, “zaten dünyanın
da bakılacak yüzü kalmadı.”
Bir ‘kıyamet alameti’ şeklinde
tezahür eden kentsel dönüşüm şehirlerimizin ölümüne vurulan son darbe mi?
Yoksa
H. Lamb’ın söylediği “şehir ahalisinin
mağrur ruhunu belirten anıtlar” şeklinde iktidar sahiplerinin “MAĞRUR RUHU”
şehirlerimizin KATLİ ile mi tezahür ediyor?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder