12 Kasım 2012 Pazartesi

KENTSEL DÖNÜŞÜM VE FANTASTİK BİR ŞEHİR SERÜVENİ…


Yahya Düzenli

Şehirler öncelikle kurucularının, bir bakıma da içinde yaşayan insanların karakterini ifade eder, yansıtır. Nasıl ki, Roma Romalı kibrinin tezahürü ve İstanbul Osmanlı döneminde vakarın tezahürü ise, modern zaman şehirleri de aynı şekilde ait olduğu dünya görüşünün, insan karakterinin coğrafyaya yayılmış ifade biçimleridir.

Bu bağlamda, tarihi roman yazarı Harold Lamb, “Emir Timur” isimli eserinde Semerkand’ı anlatırken “Yine bu şehirde, ahalisinin mağrur ruhunu belirten anıtlar, büyük saraylar vardır.” der.

Tarihte toplumların şahsiyet bulma ve kaybetme dönemlerinde kendilerini bütünüyle ifade eden en önemli tezahür herhalde şehirdir. Örneğin, Osmanlı’nın klâsik dönem şehir ve mimarisine baktığımızda bütünüyle dönemin ihtişamı, vakarı ve ‘kendine ait’ orijinal şehir mekânlarıyla bir şahsiyet söz konusudur. Osmanlı’nın çözülme devrinde de taklit ve yabancılaşmanın tezahürleri ilk önce gene şehir mekanlarında, yapılarda ortaya çıkmıştır. Batı tipi saraylar, kasırlar, evler, resmî binalar vs. giderek şahsiyetini kaybetmeye başlayan toplumun nasıl bir arayış ve tezat içinde çalkalandığını ifade eder.

89 yıllık Cumhuriyet dönemine baktığımızda da şahsiyetsizliğin, kendini bulamamanın, kendinden uzaklaşmanın, tarih ve medeniyet inkârının tezahürünü yine belirgin bir şekilde yine şehir ve mimarîde görüyoruz. Öncelikle Başkent Ankara’da başlayan bu köksüz arayışların sonucu yabancı mimarlara ‘ısmarlanan’ yapılar, şehirlerimizin bünyesinde protez bir organ gibi doku ve kan uyuşmazlığına rağmen ısrarla inşa ettirilmiştir. Batılı şehir hayranlığı öylesine bir tutkuya dönüşmüştür ki, tıpkı batılı bir mimarın ifadesiyle “Modern mimarlık 20. Yüzyılda, var olan kente bir demir yumruk gibi yerleşmişti…”

Bu ‘demir yumruk’ tarihî şehirlerimizde ‘kifayetsiz muhteris’ şehir yöneticilerinin daveti ve maharetiyle şehir mimarimize yerleşerek şehirlerimizi ‘deneme laboratuvarı’na çevirmiş, insanımızı da vereceği tepkiye aldırış edilmeyen kobaylar haline getirmiştir.

Devam eden süreçte, aynı şahsiyetsizlik ve köksüzlük şehirlerimizi bu kez bütünüyle kendilerinden uzaklaştırarak arabeskleştirmiş, yaşama kültürünü değiştirerek insanları sadece ‘sığınma yeri arayan’ canlılara mahsus bir nevi depolara, silolara, hangarlara mahkûm etmiştir.

Güya şehirleşme sorunlarına çözüm getirmek amacıyla hazırlanan imar planları, toplu konut projeleri ve günümüzdeki ‘kentsel dönüşüm’ uygulamaları şehirlerimizi daha derin bir şahsiyetsizlik ve köksüzlüğe itmiştir.

Tüm şehirlerimize yayılan kentsel dönüşümlerin tesirlerinin, tıpkı büyük savaşların sonuçlarının birkaç nesil sonra daha vahim ve şiddetli bir şekilde görülmesi gibi, gelecek nesillerde sendromlarla ortaya çıkacağını düşünüyoruz. Yâni, bugünkü uygulamalarıyla kentsel dönüşüm; zaten katledilmiş şehirlerimizi yeni bir katliama tâbi kılmaktadır. 

Kentsel dönüşüm; betonun kutsandığı, devletin şehirleri ‘imha aracı’na dönüşen TOKİ’si aracılığıyla ‘şu kadar metre küp beton döktük” ve “şu kadar bin metre kare inşaat yaptık’ şeklinde böbürlendiği, kibirlendiği şehir katliamlarını birlikte getirdi.

Kentsel dönüşüm bize ‘Dünyalar Savaşı’ filmini hatırlattı. Sanki başka bir galaksiden yaratıklar şehirlerimizi istilâ etmişçesine, uzaydan yeryüzüne inmiş ahtapotlar gibi, iş makinalarının önüne çıkan her şeye saldıran yaratıklara dönüşmesi…
S.Spielberg’in “Dünyalar savaşı” filminin özeti, şehirlerimizde ‘kentsel dönüşüm’le yaşanan-yaşanacak kaosu anlatmaya yeter sanıyorum: “Ray, iki çocuğuyla beraber hafta sonunu geçirirken gökyüzü birden kararır, fırtına çıkar ve şimşekler çakmaya başlar. 
Gökyüzünde tuhaf şeyler olmaktadır. O güne kadar benzeri görülmemiş şeyler olmaya başlar.
Kısa bir süre sonra evinin yakınındaki kavşakta olağandışı bir şey olur. Toprak aniden yarılır ve yeryüzünün derinliklerinden üç bacaklı çok büyük bir savaş makinesi ortaya çıkar ve önüne çıkan görünürdeki her şeyi yakıp yıkmaya, yok etmeye başlar. Bu olay, uzaylıların dünyaya ilk saldırısıdır. Günlük hayatlarını sürdüren insanlar, o andan itibaren bambaşka yaratıklarla karşı karşıyadırlar ve olağanüstü olaylar başlamıştır.
Filmin kahramanı Ray çocuklarını alır ve bir an önce bu yaratıkların gazabından kurtulmak için oradan uzaklaşmaya çalışır. Başka çareleri yoktur. Uzaylı istilacı yaratıkların elinden kurtulmaya çalışan binlerce insanla beraber vahşi tabiat şartlarıyla mücadele etmeye başlar. Bütün çabası; iki çocuğunun hayatını kurtarabilmektir. Ancak nereye kaçarlarsa kaçsınlar güvenlikli bir yer yoktur. Elindeki tek güç; iradesidir.”
Kentsel dönüşüm bu fantastik filmin adeta hayata geçirilişi gibi. Tek fark; şehirler, insanlar tedricen katlediliyor. Endişeye, yok oluşa yavaş yavaş alıştırılıyor.
Ne yazık ki bu istilâya karşı elimizde karşı çıkacak irademiz de yok.
Şehirden kaçmak mı, şehirde kalmak mı tehlikeli veya daha güvenli?
Şehirlerimizde “kentsel dönüşüm” denilen aslında “rantsal dönüşüm”e tahvil edilmiş olan bu uygulama bana bir olayı daha hatırlattı:

Halk şairlerimizden birisi iki gözü kör bir dostuna rastlar.  Kör dostu “-Bende dünyayı görecek göz kalmadı” deyince Şair, “Üzülme” der, “zaten dünyanın da bakılacak yüzü kalmadı.”
Bir ‘kıyamet alameti’ şeklinde tezahür eden kentsel dönüşüm şehirlerimizin ölümüne vurulan son darbe mi?
Yoksa H. Lamb’ın söylediği “şehir ahalisinin mağrur ruhunu belirten anıtlar” şeklinde iktidar sahiplerinin “MAĞRUR RUHU” şehirlerimizin KATLİ ile mi tezahür ediyor?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder