Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
Sadece fikir ve dava
adamlarına mahsus “büyük dava ahlâkı”, önlerine çıkan engeller ne olursa olsun
“gayesi uğruna” onları aşmayı gerekli kılar. Onlar buna memurdurlar,
mecburdurlar, hatta mahkûmdurlar. Çünkü onların davalarına ‘adanmışlık’ları
böyle bir ahlâka sahip olmalarını gerektirir. Onlar, bütün hücrelerine kadar
“dava ahlâkı”yla öylesine donanmışlardır ki uykularında bile ‘davalarının
muzafferiyet rüyası’nı görürler. Sürüngen ahlâksızlığına sahip olanların idrak
edemeyeceği bu duruş, ‘gerektiği yerde gerekeni yapma’nın ahlâki ifadesi olarak
görülmelidir.
Büyük fikir ve dava
adamlarının gayeleri uğruna katlanamayacakları hiçbir çile yoktur. Çünkü onlar
için ‘adet
küçük, zaman çabuk, yol uzun’dur.
Sözü Üstad Necip Fazıl’a
getirdiğimizi anlayan anlar..
Son günlerde Üstad’ın
Menderes’e yazdığı mektuplar ve ‘örtülü
ödenek’ten aldığı yardımlara ilişkin manipülasyon ve spekülasyonların
seviyesizliğini maalesef suyun ‘bu yakası’ da göremiyor, hatta bu seviyesizliği
tasdik ediyor, bu manipülasyonların aleti haline geliyor. Soylu bir duruşu
bayağılaştırmada ustalaşan medya tetikçilerinin “kullanıma uygun” buldukları
“bu yaka”nın “köşeci”lerine “yazık” demekle yetiniyoruz. Çünkü Üstad’ın hayatı
boyunca sürdürdüğü “tavizsiz tavrı”nı anlayamayan idrak düzeyine söyleyecek
başka bir şey yok.
Üstad’ın kendi ifadesiyle “bir
tesirim varsa eğer ya budalaca coşturuyor ya da kusturuyor.” tesbitinin
Necip Fazıl-Menderes ilişkisi vesilesiyle gerçekleştiğine bir kez daha şahit
oluyoruz.
Birdenbire medyada yer bulan,
büyük yankı uyandıran bu hadisenin kökeninde, olayı pazarlayanların NECİP FAZIL’I İTİBARSIZLAŞTIRMA gibi
bir hedefin ve siyasal iktidarın (Başbakan’ın zaman zaman Üstad’dan yaptığı
iktibaslar ve fikri kaynağında önemli etkisi olması nedeniyle) fikri köklerinin
CİDDİ BİR TEMELE DAYANMADIĞIna ilişkin MANİPÜLASYONUN yattığını da görmemek
mümkün değil.
Habertürk Gazetesi’nde “Necip
Fazıl Kısakürek’ten Menderes’e ‘YALVARAN’ mektuplar” “SÜRÜNMEKTEYİM 10 BİN LİRA
LÜTFEDİLİRSE” ana manşetiyle verilen haber “HABERTÜRK’TEN YILIN BOMBASI”,
“NECİP FAZIL’IN ÖRTÜLÜ MEKTUPLARI” şeklinde yer aldı.
Aslında Üstad’ın deyimiyle “Ucuna sivrisinek kondu diye 35’lik top
ateşlenmez” ama “malûmu ilâm” cinsinden bazı bilinenleri tekrarda fayda
var.
Spekülasyon ve
itibarsızlaştırmanın merkezine Necip Fazıl’ı oturtan Habertürk ve şerikleri işe
biraz da ‘haber objektifliği sosu’ katmak için Peyami Safa, Orhan Seyfi, Yahya
Kemal, Yusuf Ziya, Hamdullah Suphi gibi isimleri de eklemeyi ihmal
etmemiş. Bunlar garnitür, asıl hedef
Necip Fazıl.
Suyun “öte yakası”ndan
özellikle Ayşe Hür’ün, sözkonusu mektuplar ve üstadın fikirleri afrodizyak bir
etki yapmışçasına, Necip Fazıl’a fütursuzca saldırmasını anlayabiliyoruz.
Fakat, olayı magazin üslubu içerisinde seviyesizleştirenlerin oltalarına
takılan İskender Pala, Taha Kıvanç, Mesut Uçakan ve ‘bu yaka’nın daha birçok tatlı su entelektüeli uzatılan oltaya
sazan olmayı, Üstad’la ilgili bilinçaltındaki ifrazatlarını dökmeyi vesile
bildiler. Hem de büyük bir şevkle! Üstad’ın tabiriyle bu “cenin-i sakıt: düşük
çocuk”lar güya Üstad’ı savunmaya yeltenirken, O’nun savunmaya ihtiyacı
varmışçasına ona ne kadar uzak olduklarını da ortaya koydular. 28 Şubat
günlerinde sular kabarırken “yalı kazıkları” gibi kaybolanlar, ordudan
atılışını “iki darbe arasında” kitabıyla serenad yapan ve “beni niçin attınız”
diye adeta yalvaranlar Üstad’ın tavrını eleştirmeye yelteniyor!
“Bu yaka”da görünüp “öte
yaka”ya su taşıyan kimi ‘köşeci’ler de Üstad’ın “ego”sundan, “keşke dil
dökmeseydi”sinden, “keşke olmasaydı“dan “ancak…” psikozundan kurtulamıyor.
“Yakası meçhul” ama kime servis yaptığı malûm olan Ahmet Hakan gibilerin
değerlendirmeleri de magazin düzeyini aşmıyor…
“Öte
yaka”nın sicil raporunu ise Can Yücel yıllar önce: “Solcular Necip Fazıl’ı niçin okumuyor?” sorusuna şu cevabı
vermişti: “Solda adam mı var, Necip Fazıl'ı anlayacak. Hepsi dangalak...” Bugün ise Gazete köşelerinde “rant”lanan “sol
kırma”lar Üstad’a saldırıyor!
Ne diyordu Üstad: “Ey düşmanım sen benim ifadem ve hızımsın.
Gündüz geceye muhtaç bana da sen lâzımsın!”
Üstad’ın Menderes’e yazdığı
mektupların gerek muhtevası gerekse de üslubu, istikamet sahibi, sadece
davasının ve hakikatin peşinde koşan bir adamın muhteşem duruşunun
yansımasıdır. Bunu anlayamamak ancak idrak
iltihabı olanlara mahsus, tedavisi mümkün olmayan bir hastalıktır.
Üstad’ın Menderes’e yazdığı
mektuplar kimsenin meçhulü değil. Prof. Dr. Alaattin Karaca tarafından 2009
yılında “Necip Fazıl Adnan Menderes İlişkisi” adıyla kitaplaşmıştı. “Mal bulmuş mağribi” tavrıyla yeni keşfedilmişçesine sunulan bu
mektuplar ve Üstad’ın Menderes’le ilişkisini bizzat Üstad’ın kalemiyle
aktarmaya çalışalım.
Konunun bir yönü de; Üstad’ın
mektuplarda Menderes’e hitap şekli, ifadeleri. Bu mektuplardaki ‘nezaket ve
terbiye’ üslubunu anlayabilmek için öncelikle Üstad’ın Menderes’le olan hususi
ve zarif ilişkisini bilmek gerekiyor. Aksi takdirde Üstad’ın ifadelerini
‘yalvarma’ şeklinde yorumlayabilirsiniz.
Üstad “Şekavet Devri” dediği
1940’ların CHP’nin tek parti iktidarında çıkardığı “Büyük Doğu” dergisinin ikinci devresi olan 1945’te yeniden çıkışı
üzerine telâşa kapılan CHP’nin kendisine yaptığı teklifi şöyle anlatıyor:
“Artık peçeler düşmüş ve (kaş kaş) oyunlarına ihtiyaç
kalkmıştı. 10-15 binin üstünde basılan (fikir mecmuaları için astronomik rakam)
Büyük Doğu’nun ilk sayısını,
İstanbul bayii, bir tarafta istiflenmiş yırtık ve yağlı nüshalarına kadar sattı
ve hesap günü, idarehaneye, 3-5 yırtık nüshadan başka iade getirmedi.
O zaman, Halk Partisi gönüllü esir kampı Meclisinde
bir mebus ayağa kalkmış, çırpınıyor:
- Efendiler;
Anadolu’da ekmek almayıp bu gerici dergiyi satın alanlar var! İrtica
hortluyor! Dikkât!
(Babıali s. 321)
Eğer Üstad, paraya teslim
olacak bir kişilik olsaydı, İsmet İnönü Devrinde bizzat Recep Peker’in
kendisini davet edip “bizim lehimizde
yazın demiyoruz, tek istediğimiz aleyhimizde yazmamanızdır.” karşılığı kendisine uzatılan (bugünki
değeriyle müthiş bir rakam olan) 100 bin lirayı tereddütsüzce alır ve kalemini
o yönde kullanırdı.
Bu olayı bizzat Üstadın
kaleminden aktarıyoruz:
“Büyük Doğu'nun
başarısı ve zıt cephede uyandırdığı dehşet büyük oldu. İstanbul'da
Halk Partisi güdücüsü, Sabık Şair'in Paris'te
talebelik hayatından arkadaşı Alâettin Tiridoğlu onu parti merkezine davet etti
ve elini Büyük Doğu'nun kapağı üzerindeki kandil resmine götürüp şu teklifte
bulundu:
-“ Bu kandili çıkar,
sana mükellef bir matbaa kuralım! “
(Babıali s. 324)
Üstad’ın “tavizsiz tavrı” bu teklifi
anında reddedecektir.
Üstad ve CHP’nin
Başbakanı Recep Peker’le karşılaşma…
Üstad’ın kaleminden okumaya devam
ediyoruz:
“.. Kapıda postacı:
-
Bir havaleniz var! Şunu imzalayın ve
paranızı postahaneden alın!
Tebliğ koçanında 400
lira yazılı... Bugüne göre en aşağı 20 - 30 bin lira... Ama gönderen kim?.. Tek
olarak hiç bir bayiden bu kadar alacağı yok... Zaten nerede vicdanı tepecek
olan böyle bir bayi?.. Sakın bir yanlışlık olmasın?.. Hayır, hayır, açık olarak
kendi ismi yazılı... Gidiyor postahaneye, havale kâğıdını çıkartıyor ve
dehşetler içinde göndereni görüyor: Başvekâlet Hususî Kalem Müdürü Fuat
Bayramoğlu... Bugünün Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri...
Demek gönderen Başvekil Recep Peker... 1946 seçimlerinde
İstanbul'da tanıştığı
Recep Peker kabinesinde Bayındırlık Bakanı ve mütemadiyen kendisini Recep
Peker'le görüşmeye zorlayan ve bu işi üzerine alacağını söyleyen Cevdet Kerim İncedayı'nm
acaba rolü ne?
Eve gelir gelmez
mesele çözülüyor. İncedayı'dan telefon:
- Lütfen hemen
Ankara'ya geliniz! Başvekil sizinle teşerrüf etmek istiyor!
Ankara... O ve İncedayı,
şimdiki Maliye Bakanlığı, Başvekâlet
binasında... Akşamın geççe bir saati... Hususî Kalem Müdürü Fuat Bayramoğlu
masasında ve bekler vaziyette... İçeriye haber...
-Buyursunlar!..
Recep Peker'in
odasında garip bir (mizansen)... Kocaman odanın lâmbaları sönük; yalınız
çalışma masasının üstünde belki 1000 mumluk maskeli bir abajur...
Recep Peker, Sabık Şair'i masasının
abajur tarafına oturttu ve abajuru yüzüne çevirdi. Gözleri kamaşan Sabık Şair, ameliyat
masasına yatırılmış bir hasta vaziyetinde... Herkes onu apaydınlık görüyor, o
kimseyi görmüyor. İncedayı ise,
uzakta bir koltukta, süklüm püklüm... Vazifesini yapmış, neticesini bekleyen
bir memurcuk...
Sabık Şair abajur
hilesini anladı ve elini uzatıp lâmbayı Recep Peker'e çevirdi. Başbakan
gülümsüyor.
Düellonun başında ilk
hamle Sabık Şairin yararına... Recep Peker hemen söze başlıyor ve:
- "Bir adam yaratmak"
piyesini yazan siz değil misiniz? Sizin gibi bir adam nasıl şeriatçı olabilir?
Diye, tepeden aşağıya
bir bomba koyuvererek hamlesine girişiyor:
- Şimdi sizden
çetik papuçlu bir softa, kandilinden yağ kokusu gelen bir yobaz manzarası
tütüyor!
Sabık Şair ayağa
kalktı:
- Beni buraya,
karşılıklı konuşmak ve bir anlaşma yolu bulmanın imkânı olup olmadığını aramak
için mi getirttiniz, yoksa doğrudan doğruya suçlamak ve emir vermek için mi?..
Bana emir verme makamında değilsiniz! Yekpare gayemden de ben, zerre feda etmek
imkân ve istidadında değilim!
Sırtınızda taşıdığınız
hükümet yüküne, faydasız yere ben de bir yük eklemeyeyim! Allaha ısmarladık!
Sert bir el hareketi
ve en acı bir küfür toniyle çınlayan ses:
- Lütfedin, oturun!
Sadece
Demokrat Partinin aleyhinde cephe almak ve İslâm dâvasını haddinden
fazla açığa vurmamak şartiyle, üstünde Merkez
Bankasının bandı, bir paket binlik banknotu (o günün yüzbin, bugünün on
milyonu) ihsas eden bir teklif... Olamadığı takdirde, bütün devlet
kuvvetleriyle kuşatılma tehdidi... Evet, ya saray, ya zindan!..
Sabık Şair, hicabından
tırnaklarına kadar kıpkırmızı kesildiği hissinde, kısa bir zaman sonra açılacak
zindan kapısına doğru Başbakanlık kapısından çıktı. “
(Babıali s. 327-329)
Üstad bu olayı “Benim Gözümde
Menderes” kitabında da şöyle anlatıyor:
“Recep Peker peşinden,
hiç beklenmedik anda çekmecesini çekip içinden, Merkez Bankasının bandajiyle
sarılı bir deste binlik çıkardı ve masaya koydu.
Binliklerin
destesinden gözüme ilk çarpan şekil, “Şevketmeâb Efendimiz”in banknotlara
yerleştirilen ceberûtî suratı…
Hayret ve dehşet!!!
Recep Peker,
çekmeceden çıkardığı 100 bin liralık desteye yumruğunu dayamış, bırıldandı:
-Her şeye rağmen size
bir yardımda bulunmak isterim. Bu parayla günlük gazeteye de gidebilirsiniz…
Karşılığında sizden bekleyeceğim, davanızın dışında ve ona aykırı bir şey
değildir. Demokrat Partinin aleyhinde olduğunuzu biliyorum. Bir an için bizi unutup onlarla uğraşmanızı
tavsiye edeceğim. Bir de, din bağlılığınızı bizi harekete zorlayacak
derecede açığa vurmamanız, biraz peçelemeniz gerekiyor. Yoksa, Hilmi Uran’ın
bana dediği gibi, sizin samimi bir inanç, sabit bir prensip ve değişmez bir
mezhep sahibi olduğunuzdan ve satın
alınması imkansız bir vicdan taşıdığınızdan şüphemiz yoktur.
Recep Peker bunları
söylerken ben tırnaklarıma bakıyordum. Bana öyle gelmişti ki, yüzüm şöyle
dursun, tırnaklarım bile kızarmıştır.
Bu zat,
etrafındakilerin daima bir parça kemik bekleyen, bir parça kemikle gayesine
eren köpek mizaçlarından elde edilmiş bir alışkanlık yüzünden bana menfaat
teklif ederken, insanlar ve tipler arasında fark gözetmeyecek derecede kaba
olabilir miydi? Düpedüz insan bu kadar kaba olabilir miydi?
Olabilirmiş…
….
-Madem ki, mukabeleniz
budur; öyleyse sizi bütün icra kuvvetlerimizle, polisimiz, jandarmamız,
ordumuz, her şeyimizle tevkif etmek…..
Sonra eliyle ‘dur’
işareti verip devam etti:
-Yani durdurmak
müsaadesini bize veriyorsunuz demektir!”
(Benim Gözümde Menderes, s. 17-18)
Üstad, bu tavrı karşısında hayrete
kapılan Recep Peker’in odasından çıkıp gider.
Kendisine yapılan bu teklifleri
dehşetle karşılayan ve teklif edenlerin suratına çarpan Üstad’ı “İKTİDARDAN
PARA DİLENEN” sıradan bir yazar olarak lanse etmek ve bunu “bu yaka”nın
kompleksli yazarlarına da güya tescillendirmek, kendilerine verilen SERVİSÇİLİK
GÖREVİNİ USTACA YERİNE GETİRMİŞ bir görev saymak gerekiyor.
Bugün fikir, ahlâk, dava, hakikat
kaygısı kalmamış, fantezi ve konforlarıyla köşelerini süsleyenlerden ÜSTADIN FİKİR VE DAVA AHLÂKINDAN
KAYNAKLANAN SİYASİLERLE İLİŞKİLERİNİ DOĞRU TAHLİL ETMEK VE ANLAMAK BEKLENEBİLİR
Mİ?
Adnan Menderes-Üstad İlişkisi…
Üstad “Benim Gözümde
Menderes”; “Babıâli”, “Cinnet Mustatili” ve “Hesaplaşma” isimli eserlerinde
Menderes’le olan ilişkilerini, Örtülü Ödenekten aldığı paraları ve mektuplarını
detaylı ve bütün açıklığıyla kendisi bizzat yazmıştır. Yâni, ortada konulan
mektuplar ve Üstad’ın örtülü ödenekten aldığı parayı inkâr diye asla bir tavrı
yoktur. Tam aksine hem kitaplarında hem de Yassıada Mahkemelerinde dava
ahlâkına sahip soylu bir fikir adamına mahsus bir eda ile niçin bu parayı
aldığını izah etmiştir.
Demokrat Parti ve Menderes’e olan
yakınlığını Üstad “Benim Gözümde Menderes”te şöyle ifade ediyor:
“Benim Demokrat
Partiye aleyhtarlığım, onu sadece Halk Partisi fideliğinde yetiştirilmiş ve
ezbere bir demokrasi aşısiyle değiştirilmeye çalışılmış, aynı fasileye bağlı
ayrı bir nebat bilmekten geliyor ve Adnan
Menderes’e yönelişimiz de, Partisi içinde bir inkılap telkin etmek gayesinden
doğuyordu.”
(Benim Gözümde Menderes, s. 18)
Demokrat Parti devrinden
bugüne 60 yıl geçtiği halde zaman zaman belli mihraklar ve hedeflere yönelik
servis yapılan “Örtülü Ödenek” bahsini Üstad’ın kaleminden okuyoruz:
Demokrat Parti’nin Başbakan
Yardımcısı Samet Ağaoğlu ile İstanbul’da Ağaoğlu’nun evinde yanlarında Milli
Eğitim Bakanı Tevfik İleri de bulunduğu halde görüşen Üstad, bu görüşmeyi
“Benim Gözümde Menderes”in “Günlük Gazete” bahsinde anlatıyor:
“… Mutantan salonda Başvekil Yardımcısıyla Maarif
Vekili yan yana…
Adnan Beyin bize elini uzatışından sonra gayet hamarat
bir hami rolüne geçmiş olan Samet lafı açtı:
-Büyük Doğu’nun ilk çıkış fonu olarak ne kadar paraya
ihtiyaç vardır?.
-Tesis sahibi olmayacağımıza ve ücretle dizdirip
bastıracağımıza göre birbuçuk nihayet iki aylık masrafımıza malik bulunmamız
yeter.
-Günlük masrafınız ne kadar olabilir?
-Dizgi, baskı, kağıt, klişe ve personel ücreti olarak
günde 1700 lira (Bu hesap o zamana göredir ve bugün bu rakamı 5 misline
yükseltmek lazımdır) Ayrıca küçük tesis ve reklam masrafları olarak 10-15 bin
lira..
Samet Ağaoğlu kafasından bir takım hesaplar yapıp:
-Biz size, deri; başlangıç olarak 30 bin lira temin
ederiz. Bunun 5-10 bin lirasiyle küçük
tesislerinizi ve reklamınızı sağlarız. Geriye kalan 20-25 bin lira da 10-15 gün
intişarınızı karşılar. Bir kere çıktıktan sonra gerisi kolay…
Teklif gülünç denecek kadar hasisti. Vakıa 30 bin lira
bugünün parasiyle 300 bin liralık bir değer ifade etse de ciddice bir gazete
için bu para reklamına bile az gelebilirdi…..
Tereddüdümü gören Samet Ağaoğlu hemen yetiştirdi:
-Dediğim gibi, bu para gazetenin hemen çıkabilmesi
içindir. Ondan sonra türlü yardım şekilleri düşünülebilir. En kısa zaman içinde
de, belki hemen resmi ilan almaya başlarsınız! Çıkarın, beğendirin ve bize
güvenin!
Altın kalbli Tevfik İleri, bütün bunları sessiz
sedasız dinliyor ve işin hükümette manevi sahabetini temsil ettiği halde, maddi
sahabetine memur olanlara müdahale zevkini duymuyordu. Nihayet o da dudaklarını
kıpırdattı:
-Çıkarın, Necip Fazıl Bey, Büyük Doğu günlük gazete
olarak çıksın bir kere..
Ankara… Görmeye memur edildiğim Müsteşar… Aynı donuk
yüz, aynı soğuk ton ve 10 kelimelik bir emir:
-Bu akşam saat beşte Osmanlı Bankası müdürünün odasında
beni görünüz!
Müdür odasında Ahmet Salih’in önüne, ikinci müdür,
ihtiramla bir kağıt uzattı. Bu 30 bin liralık bir iskonto senedidir, faizi
ayrıca alınmak üzere bedeli net olarak verilmektedir ve Ahmet Salih’le benim
müşterek imzalarımızı ihtiva edecek şekilde tertiplenmiştir. “
(Benim Gözümde Menderes, s.
228-229)
Üstad ayrılır ve Günlük Büyük
Doğu’yu çıkarmaya başlar. Kendisinden okuyoruz:
“Günlük gazete halinde ortaya çıkar çıkmaz rengimiz
hemen belli oldu: Dünyaya İslam gözlüğünden bakan ve davasına Menderes’i
kazanmak isteyen gazete… Evet, gayemiz sadece Menderes’i tutmak, onu Partisi
içinde ve dışındaki düşmanlarına karşı müdafaa etmek… Kendisinde maya tutmasına
çalıştığımız ruh hamurunun teknesinde Partisi yekpareleştirmesi ve tezatsız bir
bütün haline getirmesi için çalışmak, böylece Demokrat Parti içinden, yepyeni
ve milletçe özlenen halis ve Anadolu Türk’ünün ruh köküne dayalı teşekküle yol
açmak…”
Üstad’ın Menderes’le olan
“hususi ilişkisi” ve “değer hükmü” işte budur.
Devam ediyor Üstad:
“Bu büyük oyundur, gayet ince bir strateji ve taktik
dehasına muhtaçdır, Menderes de bu davaya istidatlıdır ve mukaddes gayemiz
adına her fedakarlığa katlanılıp tutulması gereken biricik yoldur. İşte, Menderes himayesinde çıkan bütün
Büyük Doğu’ların ancak bugün itiraf edilebilen olanca iç maksadı, vücut
hikmeti… Bu hikmet ölçüsüyle hayatımıza göz atanlar, ondan sağladığımız himaye
ve yardımların bize ne büyük bir hak yönelttiğini, ona karşı nefsani planda en
küçük bir pohpohçuluk zilletine düşmediğimizi, hatta sırasında tutumundan acı
acı yakındığımızı anlar ve bizi benzetmeye yeltendikleri “besleme” basından
farkımızı görürler. Minareyle kuyu farkı… Adnan Beye el açanlar arasında bir nevi basın ne kadar süfli ise biz o
kadar ulvi idik. Nitekim o, felaket günlerinde en acı darbeleri bu basından
yedi ve Yassıada şahitliğinden başlayarak yegane korunmayı bizim dilimizden ve
kalemimizden gördü.
Fakat zahir planının kaba çizgilerine
göre hüküm vermeye alışmış olanlar, (stratejimizi) anlamıyor, Müslümanlar
üzerindeki tesirimiz noktasından Adnan Beyin bizi kullandığı, bizim de, ona
yaltaklandığımız ve her işini beğendiğimiz hayaline kapılıyordu.
Halbuki tam aksi… Halk Partili sözde şair Behçet Kemal
idarehanemize gelerek bana dedi ki:
-Menderes seni kullanıyor! Herkesin kanati budur!
-Öyle mi, dedim, kimin kimi kullanma yolunda olduğunu
belki bir gün görürsün. İzaha değmez!
Bir gün de, hapishane arkadaşım eski vekillerden Sırrı
Bellioğlu şöyle konuştu:
-Büyük Doğu’yu beğeniyorum. Serapa fikir ve dava… Ama
dikkat ediyorum; Partiyi ihmal edip sade Menderes’i benimsiyorsun!... Şahıslar
fanidir, yarın o gider ve baskası gelir. O zaman ne yaparsın?
Bu eski ittihatçı ihtiyar 10 yılı bulan zindan
hayatında sulanmış beyni ve esasen dar anlayışiyle, benim mücadelem için
Demokrat Parti diye bir şey olmadığını, her şeyin Menderes’te toplandığını,
asıl partinin de onun vereceği şekilden ibaret bulunduğunu kestiremezdi…”
(Benim Gözümde Menderes, s.
230-231)
Mücadele hayatının en çetin
günlerini, 102 yılı bulan cezalarını Demokrat Parti Devrinde yaşayan Üstad’ın
bu nezih mücadelesini anlamak için “haylice idrak gerek”. Sadece Demokrat Parti
döneminde hapishaneye girdiği tarihlere bakmak O’nun nasıl bir istikamet sahibi
olduğunu göstermeye yeter: 21.4.1950, 31.3.1951, 12.12.1952, 30.9.1953,
24.6.1957, 26.3.1959’da olmak üzere tam 6 kez mahkûm edilmiştir.
Üstad, Örtülü Ödenekten
aldığı toplam 147.000 liraya ilişkin devam ediyor:
“Tamamlanmadıkça bir şey yapamam!” diye onu
tasarrufuma geçirmiş olsam ve kendimi pahalıya satmayı bilseydim, o zamanlar
oturduğum köşkü bana yüzbin liraya satmaya kalkan ev sahibime “evet” demekle,
bugün, yine dava ve gayeme mahsus olmak üzere birkaç milyonluk bir servet
sahibiydim. Bugün, Feneryolunda, Bağdat Caddesi üstünde, 5000 metre karelik
bahçesiyle bu mülk 5 milyon lira değerindedir.
Fakat bende gayem ve yolum bakımından mutlaka malik
bulunmam gereken böyle bir mali ve ticari şuurdan hiçbir zaman hiçbir eser
olmadı; ve mukaddes hedefe yol açabilmek, bir köprübaşı tutabilmek için en
yetersiz yardımlara razı olmak ve bu yüzden evimdeki eşyayı da kaybetmek ve
borç denizinde boğulmak gibi bir vaziyet doğdu. Yani mahut 147.000, sırf İslami
gayeye yol bulabilmek için, olduğu gibi, pişirdiğim yemeğe gitti, üstelik
cebimde ve kilerimdekileri de silip süpürdü.
İşte, davamın baç hakkı olarak aldığım
ve bunu iftiharla ilan ettiğim, fakat başta Adnan Beyden milyonlar çimlenip de
sonradan onu vatan haini diye teşhir eden namus yoksunu gazetelere nisbetle
işimi bilemediğim, örtülü ödenek hikayesi bütün iç yüzü ve mahrem karakteriyle
bundan ibarettir ve bu hikaye ve içyüzü bütün Büyük Doğucuların kavraması
lazımdır. “
(Benim Gözümde Menderes, s.
492-493)
Yassıada Mahkemelerinde Üstad…
Üstad’ın “Tanık” olarak
çağrıldığı Yassıada’da Mahkeme Başkanı
Salim Başol’la olan (Benim Gözümde Menderes kitabında uzunca anlattığ) karşılıklı konuşmalarını Tutanaklardan
okuyoruz:
Başkan: Örtülü
ödenekten size muazzam yardım yapılmış, gerçi ceste ceste almışsınız. Hangi
hizmete mukabil aldınız?
Kısakürek: Evet, ben örtülü ödenekten
para aldım. Ne aldığımdan ziyade, neden
aldığım mühimdir. Ben örtülü ödenekten methiyeci, kasideci, Eski Roma
cenazelerinde sahte ağlayıcılar gibi vicdan kiracısı olarak para almadım. Ve bunlardan
hiçbirisini yapmadım. 1954’ten 1960’a kadar taştan taşa vurulan, zindandan
zindana süründürülen mukaddesatçı, milliyetçi, Anadolucu, ahlakçı bir idealin
himayesi yolunda para aldım ve bunu bir fikir hakkında en tabii…”
Burada meselenin özüne
ilişkin iki soru gündeme geliyor: Üstad Menderes’e bu mektupları yazmalı mıydı?
Bu parayı örtülü ödenekten almalı mıydı? Davasını müdafaa yolunda tek silahı
“Büyük Doğu” dergisi olan ve bunu çıkarabilmek için hiçbir maddi imkânı
bulunmayan bir fikir adamının bu talebinin eleştirilecek hiçbir yanı yoktur!
Mektupların muhtevasına bakıldığında da ince ve derin bir nezaket üslubu
içerisinde Menderes’e telkin edilen ‘dava
hassasiyeti’ni ve ikazları
anlamak gerekiyor.
Üstad’ın “Türk’ün ruh kökünü
kurutmaya memur” dediği her tarafı küfür cereyanlarının sardığı CHP devrinden
sonra büyük bir ümitle sarıldığı Adnan Menderes’in 1950 yılında Başbakan
olmasıyla beraber İzmir’e giderken “Bu
memleket Müslümandır, Müslüman kalacaktır!.. Müslümanlığın bütün icapları
yerine gelecektir!” şeklinde açıklama yapmasının ardından Büyük Doğu’da
şunu yazar: “Sen samimiysen biz senin kulun, köleniz!...”
Kaldı ki Üstad’ın “davayı temsil liyakatinde” olanları
arama, onlarla birlikte mücadeleyi sürdürme adına katlanmadığı, tahammül
etmediği şey kalmamıştır. Menderes’ten başlamak üzere, Demirel, Erbakan, Özal
ve Türkeş’le olan ilişkilerini bu istikamet çizgisi üzerinde değerlendirememek
ancak “basireti bağlanmış” olanlara mahsus bir özelliktir.
Üstad’ın Menderes’le
ilişkisini ve ona yazdığı mektuplardaki nezaket ifadelerini bu hissiyat
çerçevesinde değerlendirmek gerekiyor. Ve Üstad’a karşı mahkemeler, hapisler,
akla hayale gelmedik baskılar.. Kendi ifadesiyle “O zaman, bir de bize dünyanın en habîs oyunu oynandı. Beni
Müslümanların gözünden düşürmek için birtakım tertipler aldılar…” Bilinen
“Kumarhane tertibi” bunların en
belirginlerinden. Yıllar sonra bu tertiple ilgili olarak Altan Öymen “Öfkeli Yıllar”da şunları anlatıyor:
“O kumarhane baskını
gecesinin Kısakürek’in niyetiyle ilgili gerçeği ne olursa olsun, o baskın, bir
komplo diye adlandırılmasa bile, bir polis baskınından çok, bir siyasi
baskındı.
Hedefi, Kısakürek’in kendi okurları ve yandaşları önündeki durumunu sarsmaktı.
Hem hükümeti destekler gibi yaparken yönlendirmeye de kalkan Büyük
Doğucu’cuların iddialarına darbe vurulmuş olacaktı, hem de kimsenin dincilik
konusunda fazla ileri gitmesine izin verilmeyeceği belirtilmiş olacaktı.”
Sonuç olarak Üstad’ın Adnan
Menderes vesilesiyle gündeme getiriliyor olmasının tek bir nedeni vardır: Artık zamanı gelmiş olan Büyük Doğu
fikriyatına olan nefret ve korku. Sürekli deri değiştirse de genetiği
değişmeyen ve hep aynı kalan CHP zihniyeti ve onunla aynı zihniyeti
paylaşan medya ve bir kısım çevrelerin Ak Parti İktidarına saldırmalarının
değişik bir tarzıdır bu.
Bunu anlamayıp da “küfrün
değirmenine su taşıyan” BU YAKANIN SAZANLARIna da sadece İDRAK ŞİFASI
diliyoruz!
Anlıyoruz ki Üstad bu tiplere
“bir ömür saman yerine çiçek sunmuş”.
Yüklendiği “dava”nın adına
son nefesine kadar vakar ve izzetini her şeyin üstünde tutmuş Üstad’ın
tesirinden kurtulamayanların “kusarcasına” da olsa O’nu gündeme getirmeleri
sadece O’na ait bir şeref olsa gerek.
1939’da yazdığı “Ben”
şiirinden iki beyit:
“Ben, Allah
diyenlerin boyunlarında vebal;
Ben bugünküne mazi, yarınkine istikbal.
Ben, ben, ben; haritada deniz görmüş, boğulmuş;
Dokuz köyün sahibi, dokuz köyden kovulmuş.”
Evet… Öyle görünüyor ki Necip Fazıl ve
fikriyatının düşmanları daha çok “yorulacaklar”, daha çok kimyaları bozulacak.
Ne yapılırsa yapılsın,
Üstad’ın Büyük Doğu’sunu, Büyük Doğuş’unu engellemek mümkün olamayacaktır.
Çünkü “zamanı gelmiş fikirden daha güçlü
bir silâh yoktur.”
(Milat Gazetesi, 8-9 Ocak 2013)