28 Ocak 2013 Pazartesi

ENDÜLÜS MERSİYESİ’nden ŞEHRİMİZE…

Yahya Düzenli

İslam medeniyetinin ilim, kültür ve sanatta zirveleştiği Endülüs, uzun zamanlar boyunca şehir ve medeniyet ilişkisinin mücessem ifadesi olmuştur.

Şehir ve mimaride yükselen medeniyetin emsalsiz numunelerinin ortaya çıktığı Endülüs, başta Muhiddin Arabi ve İbn-i Rüşd olmak üzere bir çok velî, ilim, irfan ve hikmet adamı’na bin yıla yakın yataklık etmiştir. Kültürlerin harmanlandığı, karşılaştığı, etkileştiği bu büyük medeniyet, batıya da ufuklar açmıştır. Ziya Paşa’nın mısralarıyla; Ger Endülüs olmasa ziyâdâr, Kim Avrupa’yı ederdi bidâr” (Eğer Endülüs ışık saçmasaydı, Avrupa’yı bilgisizlik uykusundan kim uyandırırdı?)

Ziya Paşa’nın iki satırla özetlediği bu gerçeğe Gustav Le Bon da şöyle dikkat çekiyor: “Müslümanlar Endülüs’e büyük bir medeniyet mesajı ile girdiler. En az bir asır, ölü araziyi münbit hale getirmek, harabe haldeki şehirleri imar etmek, muhteşem binalar yapmak ve ticareti geliştirmek için uğraştılar. Bundan sonra da ilmî ve edebî çalışmalara, Yunanca ve Latince eserlerin tercümesine ve uzun zaman Avrupa’da kültürün kaynağı ve beşiği olacak olan üniversitelerin inşasına yöneldiler. Birkaç asır içinde İspanya’yı ekonomik ve kültürel yönden geliştirdiler.”

Muhammed İkbal’in Ne hayret vericiydi o Müslümanların devri; medeniyetleri inanılması güç bir efsane gibiydi’’ dediği Endülüs’te, 8 yüzyıla yakın (711-1492) süren muhteşem medeniyetin güneşi, Hristiyan barbarların istilâsıyla batmış, ihtişamı sona ermiştir.

Acaba Endülüs, nazarların yakıcı ve yıkıcılığının kurbanı mı olmuştur? 

Kalıntıları karşısında bile hâlâ gözlerin kamaştığı, idraklerin tutulduğu Endülüs medeniyetinin yeryüzünden çekilişi için “belki hiçbir ölünün kabri başında bu kadar gözyaşı dökülmedi” diyen El Cârim’in işaret ettiği gözyaşlarını Salih Bin Şerif’in kaleme döktüğü “Endülüs Mersiyesi”, bugün, bir medeniyetin ve o medeniyeti taşıyan şehirlerin acısını bize hissettirir.

Şüphesiz ki kalbi olanlara, kalbi şehri için kanayanlara!

Endülüs medeniyeti dendiğinde hemen akla gelen Kurtuba, Gırnata ve İşbiliyye’nin trajedisini anlatan Salih Bin Şerif’in ağıtı, Endülüs’ün işgali üzerine yardım için Osmanlı’ya gelen Ebü’l Beka Salih bin Şerif tarafından 1505 yılında Sultan II. Bayezit’in huzurunda bizzat okunmuştur. Muhtevasından dolayı edebiyat tarihimizde mersiye (ağıt) olarak adlandırılan bu şiir okunduğunda, medeniyet ve şehir idraki olanların ürpermemesi mümkün değil.

Sezai Karakoç Üç Kaside kitabında “Endülüs’e Ağıt” başlığıyla aldığı bu şiir’e dair şunları söyler:

Milâdın 15., Hicretin 8. yüzyılındayız. Haçlı seferleri, Cengiz ordularının akını, Doğu Napolyon’u Timur’un yürüyüşü, İslâm ülkelerini kökünden sarsmış, harap etmiş, yaralamıştır. Rüyaların bile hülyasına cesaret edemiyeceği o canım, güzelim o büyük medeniyet yakılıp yıkılmıştır. Ruh ve fikrin en canlı ve en doğurgan olduğu ilk vakitlerden de oldukça uzaklaşmış bulunuyoruz. Her yanda, bir kavgadan yeni çıkmış bir insanın durumu gibi sızlayan yaralar...

İslâm’ın merkez alanı bu durumdayken, parlak İslâm medeniyetinin en seçkin dönemlerinden biri, en kanlı bir akşamın son levhalarından biri gibi, tarihte örneksiz bir facianın son günlerindedir. Eşya ve ruhun birbirine en yakın olduğu, birinin öbürünün diline en çok çevrilebildiği bir nüanslar, incelikler, zariflikler medeniyeti olan Endülüs’ün son dakikaları, hatta son saniyeleridir. Kanlı Hıristiyanlığın, kızıl inkâr ve onmaz barbarlığın mahv ettiği Endülüs’ün... Kurtuba, Belensiye, Mursiye’den eser yok.

…. Kalan son şehir Gırnatanın hükümdarı bir elçiyle, Sultan Bayazıt’tan yardım istemişti. İstanbul'a gönderilen elçi ve heyetin Padişaha sunduğu Kaside de, işte, Endülüsün o trajik çağ şairlerinin en büyüklerinden Elbü’l Beka Salih Bin Şerif’in Endülüs Mersiyesi’dir…
 
İşte bu Kaside, o günlerin, bir medeniyetin mersiyesidir. Muhteşem bir medeniyet ki, son sayfasını bu üstün kaside teşkil etmektedir. Son yaprağı budur. O medeniyeti gözden geçiren bir insan, bu kasideyi de okur ve kitabı kapar. Böyle bir medeniyete lâyık anıt bir mezartaşıdır bu. Bu kaside, ateşle pişen bir çelik gibi yüce ve sağlam. Bu kaside, bu acı deneyi geçirenlerin büründüğü tevekkül için de zamanın ve tantananın, her türlü fâni saadetin geçiciliğini dile getiriyor ve Endülüs’ün başına gelenleri anlatarak iyi durumda bulunanları uyarıyor, çağırıyor. Endülüs örneğinde bir tarih felsefesi modeli gibi gelecekleri haber veriyor. Hatta denebilir ki, Endülüs’ün kurtarılma vaktinin geçtiğini görüyor da, sadece bir ibret dersi veriyor. Hatta yalnız Müslümanlara değil, bütün insanlara. Evet, bütün gelecekleri haber veriyor.

Ne yazık ki, o gelecekler birkaç kere daha geldi.”

Şehirlerimizin akıbeti ile ilgili doğrudan ilgisi olmasa da aklıma gelen Salih bin Şerif’in bu meşhur Endülüs Mersiyesi’nden bazı mısraları Sezai Karakoç’un çevirisiyle sunalım:

“...............
Reddi mümkün olmayan bir hâle uğradılar.
Bir masal oldu onlar, bir varmış bir yokmuş, bir toz toprak bulutu

O taçlar, o devletler, o mülkler saltanatlar, bir rüyadır artık
Her biri, hayalden geçen gölge gibi, zamandan geçip durdu.

Gün oldu, zaman denen yaman er, sağa döndü Dara'yı uçurdu bir vuruşta;
Sola döndü Kisra'yı. Kisra'yı ne takı, ne sarayı kurtarabildi, korudu.
……………
Endülüs'e öyle bir felâket çöktü ki, yok bir eşi.
Dehşetinden Medine'de Uhud, Necid'deki Şehlan dağları yerinden oynadı,
Bir deprem ki, yer yarıldı arz boyu.

Ah! Yarımadada İslâm'a göz değdi, yağdı belâ yağmur gibi.
Şimdi o canım Endülüs şehirlerinde, İslâm'ın ne namı var ne nişanı;
Sanki hiç olmamıştı, sanki baştanberi yoktu.

Belensiye'ye bir sor, Mürsiye'nin hali nicedir?
Şâtibe'nin başına gelenler? Ceyyan ne oldu?

Toprağı buram buram bilgi tüten Kurtuba.
Bilginlerinin adı ta uzaklarda çınlayan Kurtuba'ya ne oldu?
……………
Mihraplar ki taştandır, minberler ki ağaçtan,
Canlı cansız ne varsa bu hâle inledi durdu.

Ey ibret dolu geçmişten ibret alacak yerde, günübirlik işlere dedikodulara batmış kişi!
Sen uyu bakalım; ama zaman için ne demek dinlenmek, ne demek uyku!

Ey göğsünü gererek "benim ülkem, saltanatım" diyen, kurumundan geçilmiyenler!
Siz Hıms'ı gördünüz mü? Hıms'tan sonra hangi vatan verir insana vatan fikrini, duygusunu?

Endülüs’ün başına gelen felâket tarihin bütün felâketlerini unutturdu;
Ama dünya durdukça unutulmayacak, yâd edilecek bir felâkettir bu!
……………….
Ve hele siz denizaşırı ülkelerde, bin nimet içinde,
Saltanat içinde muhteşem bir hayat sürenler; bir hayat kesiksiz bir ömür boyu!

Endülüs'ten, Endülüs'ün zavallı halkından var mı haberiniz?
Her yer, onların felâketini duydu, sizin kulağınız sağır, gözünüz kör, kalpleriniz mefluç mu?
………………….
Neler çekiyorlar? Yüzleri bile tanınmaz hâle geldi. Yarabbi ne kaderdir bu!

Kendi yurtlarında bey idiler, şimdi küfr ülkesinde uşak.
Ululuğun doruğundan eziliş uçurumuna yuvarlanan bu halka acıyan yok mu?
……………
Daha ne anlatayım, yüreklerin erimesi için bir tanesi yeter anlattıklarımın:
Eğer o yüreklerde İslâm’dan ve imandan bir eser varsa elbet ey Tanrı dostu!”

Her satırı hicran dolu, edebiyat tarihimizde benzeri az bulunan bu Mersiye karşısında başta II. Bayezid olmak üzere orada bulunanlar nasıl bir teessüre kapıldılar bilemiyoruz.

Herşeyin faniliği, kemal noktada daha müthiş hissedilir derler. Endülüs de öyle oldu. “Şehirleri mamur, insanları bahtiyar”  bir medeniyetin faniliğini Gırnata’daki Elhamra Sarayı’nın duvarında yazılı ölçü anlatıyor: “Lâ galibe illallah” (Allah’tan başka galip yoktur)

Bu idrakle şehirlerimizi düşünürsek, “şehrimizin mamur, insanlarımızın bahtiyar” olmaları mümkündür.

Bu idrakle şehrimizi düşünebiliyor muyuz?

Yoksa şehirlerimiz gibi zihinlerimiz üzerine de mersiyeler yazmanın zamanı mı geldi!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder