Büyük fikir ve sanat
adamlarının ‘nazar’larına muhatap olmuş, onları özümsemiş, onlardan fikir
süzmüş olanların aldıklarıyla meydana getirdikleri terkip eserlerine ve
fikirlerine yansımıştır. Eskilerin bilgi ve irfan ölçmede “ne okudun?” değil “kimden
okudun?” sorusu bu bakımdan önemli bir soru ve yönlendirici-yetiştirici
işarettir.
Bu vesile ile, Üstad Necip
Fazıl ile muhakkik mimar Turgut Cansever’e değinmek istiyorum.
Üstad Necip Fazıl, 1939
yılında 35 yaşında iken, dönemin önemli ve kudretli isimlerinden Maarif Vekili
(Milli Eğitim Bakanı) Hasan Âli Yücel tarafından İstanbul Güzel Sanatlar
Akademisi Yüksek Mimarî Bölümü’ne Hoca (Öğretim Üyesi) olarak tayin edilir.
Hasan Âli Yücel’in gözünde Üstad “hakkında
her vasfın âciz kaldığı şâir”dir.
Mimarî’nin Üstad’ın zihninde
ne kadar önemli olduğu şuradan bellidir ki; Üstad o yıllarda haftada iki gün
İstanbul’dan Ankara’ya Devlet Konservatuarı ve Dil Tarih Coğrafya Fakültesine
ders vermeye gitmektedir. Trenle gelip gittiği ve oldukça meşakkatli olduğu
için bir gün Hasan Âli Yücel’in evinde aralarında şöyle bir konuşma geçer:
“-Siz beni profesör değil, trenlere kondüktör tayin
ettiniz! Bıktım, haftada iki gün trenlerde gidip gelmekten…
-
Ankara’da otur öyleyse!...- Oturamam! Havası beni boğar.
- Ne istiyorsun?
- Meselâ İstanbul’da, Güzel Sanatlar Akademisi’nin Yüksek Mimarî kısmında bir kültür dersi…
- Âlâ! Yapsınlar tayinini!”
Üstad’ın tayini yapılır.
Bundan sonrasını Üstad’ın “Bâbıâli”sinin “Büyük Doğu’ya Doğru” bölümünden
okuyoruz:
“Yüksek Mimarî bölümünde ilk dersine girince
talebesine şöyle hitap etti:
-Siz mimar olacaksınız; yani fikri taşa
nakşetme, şekil ve hacim nispetleri içinde yoğurma sanatı!... Bence (plâstik)
sanatların en güzeli… O halde bu sahada fikir sahibi olmanız için, derinliğine,
içtimai, ruhi ve daha nice şubeleri kaplayıcı bir irfanınız olmak lâzım… İşte
bu gözle sizi, Tanzimattan beri gelen sahte inkılâplarımızın doğrudan doğruya
mimarî plânında çizgileşen mânasını okumaya davet ediyorum. Eski şahsiyetli,
içine kapanık Topkapı Sarayına bitiştirdikleri (Barok) ve (Rokoko) kantocu donu
gibi dantelâlı Mecidiye Kasrı arasındaki fark… Bu kıyaslamayı size tahrir
vazifesi olarak veriyorum. Bir hafta sonra isterim.”
Sınıfta bu konuşmayı yaptığı
öğrencileri arasında rahmetli mimar Turgut Cansever de vardır. Cansever 18
yaşındadır.
Üstad’ın bütün bir “Şehir ve
Mimari Davamız”ı ihata eden bu ödevine öğrenciler nasıl cevap vermişlerdir
bilemiyoruz. Ancak Cansever’in bugün yayınlanmış hayatına, ortaya koyduğu
mimarî tarza ve eserlerine baktığımızda, Üstad Necip Fazıl’ın “terkibî-sentetik
hüküm” olarak hem temellendirdiği, hem de öğrencilerini bu yönde yönlendirdiği
“tahrir vazifesi:ödev”ine ne cevap verdiğini tahmin edebiliyoruz. Cansever’in,
Üstad’ın bir “medeniyet tasavvuru” olarak ortaya koyduğu “İdeolocya Örgüsü”nde
ifadesini bulan “şehir ve mimari davası”nın inşacısı olduğunu söylemek isabetli
olacaktır.
Cansever, Üstad’ın “Gençliğe
Hitabe”sindeki “kim var?” sorusuna şehir ve mimaride “ben idraki”yle cevap
verebilen yegâne muhakkik mimardır desek yeridir. Cansever’in fikir ve eserleri,
Üstad’ın “Büyük Doğu İdraki”nin şehir ve mimariye tatbiki, yansımasıdır
diyebiliriz.
Cansever tefekkür sahibi bir
mimar olarak adeta Üstad’ın sorusuna Tanzimat dönemini “ülkeyi bir kasırga gibi tahrip eden mimarî yozlaşma” olarak ifade
ederek şu cevap veriyor: “Osmanlı kültür
tabakasının mimarlık mirası, bir savaşla değil, aşağı yukarı Tanzimat’tan
itibaren Batı etkisine açılan Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi “aydın(?)larının
düşünce sistematiklerinin, inançlarının, dolayısıyla tercih ve yaşama biçimlerinin
değişmesi sonucu yok edildi…”
“Ben, batıda yapılanların dışında durarak dünyanın
önüne geçilebileceğine inanıyorum”
diyen Cansever devam ediyor:
“… Son 150
yıldır artan dış kültürel etkilerle, gittikçe daha hızlı bir şekilde tarihi
mimari mirasımızın en ilginç üst tabakasını oluşturan sivil mimari eserleri
büyük ölçüde tahrip edilmiştir. İstanbul, Bursa, Edirne, Kayseri, Konya başta
olmak üzere bütün Türk şehirlerinde, Türk-Osmanlı kültürünün en önemli ve
değerli ürünü olan konut stoku, şehirlere yeni biçim vermek ve modernleşmek
sloganlarına feda edilmiştir. Yok edilen bu sivil mimari şaheserler hazinesinin
yerine ise insanlık tarihinin en çirkin yapıları, mahalleleri inşa
edilmektedir…”
Cansever, Üstad’ın hem
yukarıdaki Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki sorusuna, hem de 1944 yılında Büyük
Doğu’da “Nerede bizim Şehrimiz?” başlığı altında yazdığı manifesto
niteliğindeki yazısına bütün bir hayatı boyunca adeta cevap aramış ve
vermiştir. Ancak, ne eser niteliğindeki cevapları, ne de feryatları “sağır kulaklar”ı,
“görmeyen gözleri” ve “fehmedemeyen idrakler”i harekete geçirememiştir.
Üstad’ın “medeniyet
tasavvuru” olan temel eseri “İdeolocya Örgüsü”nde “başlıca 11 dava”dan birisi
olarak ifade ettiği “Şehir ve Umran
Davası”nda çerçevelediği; “Büyük
şehir, belde ve (Metropolis) hayatının topyekûn maddeszini, görülmemiş bir
şahsiyet, asliyet ve hususiyet damgası içinde kalıplaştırma ve heykelleştirme
işi…” nin idrakinde bir büyük muhakkik mimardır Cansever.
Ülkemizin “Kentsel Dönüşüm”
şuh kahkahalarıyla büyük bir şehir ve konut seferberliğine girdiği bu aşamada,
bu işin başta iktidar olmak üzere ilgililerine Üstad’ın “medeniyet tasavvuru”
ve Cansever’in “şehir idrak ve inşası” hiç mi bir şey ifade etmiyor?
Fikir adamının “tasavvuru” ve
bu tasavvurdan yola çıkan Cansever gibi muhakkik mimar’ların tasarımlarına
kulak tıkayan Türkiye, “şehirlerini
kaybetti” ve hem de “yerli” iddialı iktidar eliyle. Maalesef yeni “kentsel
dönüşüm” hamleleriyle “kaybetmeye devam”
ediyor…
Üstad mimariyi “fikri
taşa nakşetme, şekil ve hacim nispetleri içinde yoğurma sanatı!..” olarak
tarif ediyor. Siyasî iradenin böyle bir derdi yok, bu konuda fikir ızdırabı
çeken yok, yoğuracak mimar yok, ortada sadece şekillendirilmeyi bekleyen taş
var.
Allah, şehirlerimize üşüşen
bu istilâcılardan şehirlerimizi korusun!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder