7 Ocak 2013 Pazartesi

ÇÜRÜYEN ŞEHİR... ÇÜRÜYEN İNSAN...

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Sıradan insanların, yaşadığı şehrin farkında olmayanların, orada sadece gıda ve barınma ihtiyaçlarını gidermek için varolanların giderek çoğunlukta olduğunu ve şehirlerin, insanların sadece  “biyolojik ihtiyaçlarını karşılayacakları” bir depo haline geldiğini söylemek çok da abartılı olmasa gerek…

Modern zaman şehirlerinde, özellikle de tarihi dokusu bozularak ‘kentsel dönüşüm’le protez parçalar eklemlenmiş kimliksiz şehirlerinde insanların nasıl bir “sıkıntı ve azap” dehlizinde yaşatıldığı da bir gerçek… Fakat nasıl bir kuşatma altında olduğumuzun, adeta şehirde değil de ‘toplama kampında’ sürdürdüğümüz hayatın insanı nasıl çürüttüğünün bile farkında olamıyoruz.

Halimize bir suçlu arama psikozuyla şehri, eşyayı mı suçluyoruz? 

Eşya zâtında doğru veya yanlış olmayan, yöneltildiği hedefe, nisbet edildiği kaynağa göre anlam kazanan bir niteliği sahip… Şehir de öyle… Şehir, neye sebep oluyorsa, mensuplarını neye davet ediyorsa, onlara neleri yaşatıyorsa odur. Ancak,  modern zaman şehirlerinin insanı boğan gürültüsü, kasveti ve insanca olmayan bir hayatı sunması şehirlerin artık “insan tabiatı için” güvenli olmadığı gerçeğine bizi götürüyor.

İnsanın temel varoluş nedenine bağlı “yaşanmaya değer hayat”ı araması bir “ahlâki mükellefiyet” iken, (Rahmetli Cansever’in deyimiyle) ‘dünyayı güzelleştirme’yi ve ‘güzel bir dünyada yaşama’yı unutması, giderek böyle bir dünyaya yabancılaşması ve böyle bir dünyanın var olabileceğine artık ‘inanmaması’ sonucunu getiriyor.

İşte şehrin insanının felâketi de bu noktada başlıyor. Bu ise insanın öğrenilmiş çaresizliğe yakalandığı vahim bir akıbettir.

Ancak, büyük fikir adamlarının farkına vardıkları bu hali Tolstoy, 1889 yılında 60 yaşındayken yazdığı ‘Kreutzer Sonatı’nda şöyle anlatıyor:

“Evet, şehre taşındık. Mutsuz kişiler şehirlerde daha iyi bir yaşayış bulabilirler. Şehirde insan yüz yıl yaşar da uzun süredir ölmüş olduğunu, çürüyüp gitmiş bulunduğunu fark etmez bile. Kendisiyle ilgilenmeye vakti yoktur, hep işi vardır: Toplumsal ilişkiler, iş sorunları, sağlık, sanat konuları, çocukların eğitimi falan… İnsanın kendi yaşayışı bomboştur.

İşte biz de böyle dopdolu yaşadık şehirde. Böylece de birlikte yaşayıştan daha az acı duyduk… Haklı, makul bir yanımız olmamasına rağmen, ahlâkça öylesine aşağı bir seviyedeydik ki, böyle bir ihtiyacı duymuyorduk bile…”  

Bu halin temel sebebi şehir mi? Evet! 

Peki, şehir insanı çürüten bir yok edici midir?

 “Mekân ve varlık” telâkkisiyle inşa edilen şehir, yaşayanlarına da bu telâkkiyi aktarıyor. Onları bu telâkkinin verdiği ahlâka mecbur ediyor. Bu ne korkunç bir yaşama biçimidir ki şehir size çürüyüp gitmiş bulunduğunuzu bile fark ettirmiyor.

Bu gerçeğe rahmetli Cansever şöyle vurgu yapıyor: “…İnsan çevresini belirlerken, kendisi varlığın bütünlüğü ile bütünleşmiş bir yaratık iken, bu bütünlüğü kopartan ya da yalnız bir veçhesini ön plana çıkartan, diğer tüm veçhelerini yok eden bir yaklaşım içerisine düşmüş oluyor. Kısaca bu dünyaya bütün olarak bakamayan bir yaratık ve onun dünyayı bütünüyle kavramadan meydana getirdiği tek yönlü ürünler oluyor. Teknoloji insanın biyolojik varlığının ihtiyaçlarını yerine getiriyor. Peki ama sosyal olarak insanın icaplarının hangilerini yerine getiriyor? Mesela otuz katlı bir bina yapıp içine bir aileyi yerleştirdiğiniz zaman, o insana nerede oturacağını emretmiş oluyorsunuz. Dolayısıyla o insanın çevresini yapma, idrak etme, değerlendirme haklarını elinden almış oluyorsunuz…”

Devamla: “Sonunda şehirlerimiz, adeta gayrı ahlâkî davranışların birbiriyle yarıştığı yapılar yığını haline geliyor. Gelecek nesillere bu çirkin dünyayı bırakmanın herhangi bir vicdanî üzüntüsünü duymayan bir insanlar topluluğu haline geliyoruz.  Bu tabii, insanı yüceleştiren, insanın dünyadaki temel sorumluluklarının tamamen zıddı bir gayri insanî tavır, dolayısıyla bir anti-kültür, bir kültürel kirlilik ortamı meydana getiriyor…”

Cansever’in işaret ettiği idrak ve değerlendirme hakları elinden alınmış insanların yaşadıkları şehirde Tolstoy’un söylediği çürüyüp gitmiş olduklarını fark etmedikleri gerçeğini hep birlikte yaşıyoruz. Daha da vahimi “gelecek nesillere çirkin bir dünya bırakmanın herhangi bir vicdanî üzüntüsü”nü duymuyoruz.

Bu çirkin inşanın sonucu; apartmanlar, gökdelenler, plazalar ve rezidansların toplamına artık şehir diyoruz. Böylece, yeryüzünde insanca inşa edeceği şehirlerdeki hayatı terk eden insanoğlu Bâbil kulesi gibi rezidanslara kendini hapsederek gökyüzüyle yarışıyor, inatlaşıyor adeta.

Artık “dünya kenti”, “marka kent” komplekslerinden sonra “mega kent”lerin göğü delen rezidansları çürüdüklerinin farkında olmayan yaratıkların mezarları mı oluyor dersiniz?

Ne korkunç: İnsanlar rezidans mezarlıklarda yer edinmek için yarışıyor!

Sanırım, kıyametin şehirdeki belirtisi böyle bir şey olsa gerek…



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder