duzenliyahya@gmail.com
Sıradan
insanların, yaşadığı şehrin farkında olmayanların, orada sadece gıda ve barınma
ihtiyaçlarını gidermek için varolanların giderek çoğunlukta olduğunu ve
şehirlerin, insanların sadece “biyolojik
ihtiyaçlarını karşılayacakları” bir depo haline geldiğini söylemek çok da
abartılı olmasa gerek…
Modern
zaman şehirlerinde, özellikle de tarihi dokusu bozularak ‘kentsel dönüşüm’le
protez parçalar eklemlenmiş kimliksiz şehirlerinde insanların nasıl bir
“sıkıntı ve azap” dehlizinde yaşatıldığı da bir gerçek… Fakat nasıl bir kuşatma
altında olduğumuzun, adeta şehirde değil de ‘toplama kampında’ sürdürdüğümüz
hayatın insanı nasıl çürüttüğünün bile farkında olamıyoruz.
Halimize
bir suçlu arama psikozuyla şehri, eşyayı mı suçluyoruz?
Eşya
zâtında doğru veya yanlış olmayan, yöneltildiği hedefe, nisbet edildiği kaynağa
göre anlam kazanan bir niteliği sahip… Şehir de öyle… Şehir, neye sebep
oluyorsa, mensuplarını neye davet ediyorsa, onlara neleri yaşatıyorsa odur.
Ancak, modern zaman şehirlerinin insanı
boğan gürültüsü, kasveti ve insanca olmayan bir hayatı sunması şehirlerin artık
“insan tabiatı için” güvenli olmadığı gerçeğine bizi götürüyor.
İnsanın
temel varoluş nedenine bağlı “yaşanmaya değer hayat”ı araması bir “ahlâki
mükellefiyet” iken, (Rahmetli Cansever’in deyimiyle) ‘dünyayı güzelleştirme’yi
ve ‘güzel bir dünyada yaşama’yı unutması, giderek böyle bir dünyaya
yabancılaşması ve böyle bir dünyanın var olabileceğine artık ‘inanmaması’
sonucunu getiriyor.
İşte
şehrin insanının felâketi de bu noktada başlıyor. Bu ise insanın öğrenilmiş çaresizliğe yakalandığı vahim
bir akıbettir.
Ancak,
büyük fikir adamlarının farkına vardıkları bu hali Tolstoy, 1889 yılında 60
yaşındayken yazdığı ‘Kreutzer Sonatı’nda şöyle anlatıyor:
“Evet, şehre taşındık.
Mutsuz kişiler şehirlerde daha iyi bir yaşayış bulabilirler. Şehirde insan yüz
yıl yaşar da uzun süredir ölmüş
olduğunu, çürüyüp gitmiş bulunduğunu fark etmez bile. Kendisiyle
ilgilenmeye vakti yoktur, hep işi vardır: Toplumsal ilişkiler, iş sorunları,
sağlık, sanat konuları, çocukların eğitimi falan… İnsanın kendi yaşayışı
bomboştur.
İşte biz de böyle dopdolu
yaşadık şehirde. Böylece de birlikte yaşayıştan daha az acı duyduk… Haklı,
makul bir yanımız olmamasına rağmen, ahlâkça
öylesine aşağı bir seviyedeydik ki, böyle bir ihtiyacı duymuyorduk
bile…”
Bu
halin temel sebebi şehir mi? Evet!
Peki,
şehir insanı çürüten bir yok edici midir?
“Mekân ve varlık” telâkkisiyle inşa edilen
şehir, yaşayanlarına da bu telâkkiyi aktarıyor. Onları bu telâkkinin verdiği
ahlâka mecbur ediyor. Bu ne korkunç bir yaşama biçimidir ki şehir size çürüyüp
gitmiş bulunduğunuzu bile fark ettirmiyor.
Bu
gerçeğe rahmetli Cansever şöyle vurgu yapıyor: “…İnsan çevresini belirlerken, kendisi varlığın bütünlüğü ile
bütünleşmiş bir yaratık iken, bu bütünlüğü kopartan ya da yalnız bir veçhesini
ön plana çıkartan, diğer tüm veçhelerini yok eden bir yaklaşım içerisine düşmüş
oluyor. Kısaca bu dünyaya bütün olarak bakamayan bir yaratık ve onun dünyayı
bütünüyle kavramadan meydana getirdiği tek yönlü ürünler oluyor. Teknoloji
insanın biyolojik varlığının ihtiyaçlarını yerine getiriyor. Peki ama sosyal
olarak insanın icaplarının hangilerini yerine getiriyor? Mesela otuz katlı bir
bina yapıp içine bir aileyi yerleştirdiğiniz zaman, o insana nerede oturacağını
emretmiş oluyorsunuz. Dolayısıyla o insanın çevresini yapma, idrak etme,
değerlendirme haklarını elinden almış oluyorsunuz…”
Devamla:
“Sonunda şehirlerimiz, adeta gayrı ahlâkî
davranışların birbiriyle yarıştığı yapılar yığını haline geliyor. Gelecek
nesillere bu çirkin dünyayı bırakmanın herhangi bir vicdanî üzüntüsünü duymayan
bir insanlar topluluğu haline geliyoruz.
Bu tabii, insanı yüceleştiren, insanın dünyadaki temel sorumluluklarının
tamamen zıddı bir gayri insanî tavır, dolayısıyla bir anti-kültür, bir kültürel
kirlilik ortamı meydana getiriyor…”
Cansever’in
işaret ettiği idrak ve değerlendirme hakları elinden alınmış insanların
yaşadıkları şehirde Tolstoy’un söylediği çürüyüp gitmiş olduklarını fark etmedikleri
gerçeğini hep birlikte yaşıyoruz. Daha da vahimi “gelecek nesillere çirkin bir dünya bırakmanın herhangi bir vicdanî
üzüntüsü”nü duymuyoruz.
Bu
çirkin inşanın sonucu; apartmanlar, gökdelenler, plazalar ve rezidansların
toplamına artık şehir diyoruz. Böylece, yeryüzünde insanca inşa edeceği
şehirlerdeki hayatı terk eden insanoğlu Bâbil kulesi gibi rezidanslara kendini
hapsederek gökyüzüyle yarışıyor, inatlaşıyor adeta.
Artık
“dünya kenti”, “marka kent” komplekslerinden sonra “mega kent”lerin göğü delen
rezidansları çürüdüklerinin farkında
olmayan yaratıkların mezarları mı oluyor dersiniz?
Ne
korkunç: İnsanlar rezidans mezarlıklarda yer edinmek için yarışıyor!
Sanırım,
kıyametin şehirdeki belirtisi böyle bir şey olsa gerek…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder