26 Mart 2013 Salı

ALİ ŞÜKRÜ BEY’İ HATIRLAMAK ve ŞAHSİYETİYLE YÜZLEŞMEK…- Şehadetinin 90. yılında Trabzon ve TBMM hâlâ suskun...-


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Büyük mezarlar büyük mesajlar taşırlar. 90 yıl önce Trabzon’un Boztepe’sinde hazırlanan mezar da içinde yatan şehid Ali Şükrü Bey’in “büyük mesaj”ını esrarlı bir şekilde muhafaza ediyor.

Bu mesaj, 27 Mart 1923 tarihini taşıyor.

Bu tarih, yakın siyasî tarihimiz için önemli bir dönüm noktasıdır. Çünkü siyasî tarihimizin en meş’um, en büyük cinayetlerinden birisi bu tarihte işlenmişti, işlettirilmişti.

Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey’in katledilişinden, daha doğrusu şehadetinden bahsediyoruz. Şehid edilişinin 90. yılında, temsil ettiği Trabzon onu unutmuş, mensubu bulunduğu TBMM de onu bugüne kadar görmezden gelmiştir. Hatta kendisi gibi milletvekili olan en yakın arkadaşları Mehmed Akif ve Hasan Basri Çantay bile vahşice katledilişi karşısında ancak suskunluğa bürünebilmişlerdir.  

Doğduğu ve temsil ettiği şehrin (Trabzon) ismiyle bütünleşmesi gereken Ali Şükrü Bey, maalesef bugün, şehrinin hatırlamadığı bir “azîm şahsiyet” olarak tarihin sayfalarında yaşıyor. O, şehrini üzerinde taşımasına rağmen, ne yazık ki şehri onu taşıyamadı, taşıyamıyor.

Çok kısa süren son Osmanlı Mebusanı’na Trabzon Milletvekili olarak katılan Ali Şükrü Bey, bu meclisin feshedilip kapatılmasına şiddetle karşı çıkar. Yaptığı konuşmada “Burada tek şahıs kalmayıncaya kadar ölmeyi göze almalıyız. Bir tek arkadaşımızı fedâ edemeyiz” der. Bazı milletvekillerinin “İngiliz donanması karşımızda duruyor”, “Memleket alt üst olur” şeklindeki itirazlarına karşı meclis kürsüsünden haykırır: “Korkuyordunuz da buraya niye geldiniz?”

Hayatını “inandığı” davaya “adamış”, bedelini de “şehadet”le ödemiş olan Ali Şükrü Bey, bu meclisin feshedilmesi üzerine 1. TBMM’ye Trabzon Milletvekili olarak katılmıştır.

Deniz kurmay yüzbaşısı iken askerlikten ayrılan Ali Şükrü Bey, donanma cemiyetinin kurucuları arasında yer almış ve bu cemiyetin ikinci başkanı olarak Donanmanın güçlenmesinde ve Çanakkale deniz zaferinde önemli pay sahibidir.  Daha sonra kurduğu matbaa ve yayınevi ile kültürümüze önemli eserler kazandırmış; Donanma mecmuası, İdman mecmuası, Gündoğuşu mecmualarını çıkarmış, matbaa kurup “Tan” Gazetesini yayınlamış ve başyazarlığını yapmıştır.

Ali Şükrü Bey, I. TBMM’de Mustafa Kemal’in başını çektiği “Birinci Grup”a karşı sert çıkışlarıyla tarihe geçen ve içlerinde Burdur Mv. Mehmed Akif, Erzurum Mv. Hüseyin Avni Bey, Mersin Mv. Selahattin Bey ve Lazistan Mv. Ziya Hurşit’in de bulunduğu “İkinci Grup” muhalefetinin de liderlerindendi. Özellikle Lozan’daki tavizler, Musul, Adalar ve Halifeliğin kaldırılması konusunda Mustafa Kemal ve Halk Fırkasına şiddetli muhalefetini sürdürmüştür.

Meclisteki Lozan müzakereleri sırasında birçok kez söz alan Ali Şükrü Bey’in basiret ve ferasetine dair “Musul” ve “Adalar”la ilgili konuşmalarından şu birkaç paragraf çok manidardır: “Musul’u bir sene sonraya bırakmak, bir Mısır yapmak demektir. Binaenaleyh gaip etmek demektir. Bu da bir Girit gibi gidecektir. Binaenaleyh Musul’u bırakmak caiz değildir.”

Adalar için uzun izahlarda bulunduktan sonra da “Efendiler, o adalar ki bizim bahçe duvarlarımız, harimimiz duvarlarıdır ve o adalar elimizde bulunmadıkça Anadolu’nun selameti hiçbir vakit müemmen (emin) değildir… Efendiler, bu adalar Yunanlıların elinde bulundukça Anadolu’yu bahren müdafaa ve muhafaza edemezsiniz.” demiştir.

Mecliste Hilafetin kaldırılmasına yönelik gizli müzakereler sırasında da teklif sahiplerinin her birinin konuşmasının arkasından söz alan Ali Şükrü Bey bu teklife şiddetle karşı çıkar. 

Mahir İz hatıralarında bu müzakereleri şöyle anlatıyor:

“Hilâfetin lağvı lüzûmuna dâir olan teklifin müzâkeresine gizli celsede başlanmıştı. Çok hararetli müzakereler oldu, gece yarısına kadar devam etti. Teklif eden tarafın sözcüsü Bahriye Vekili İstiklâl Mahkemesi Reisi İhsan Bey’di. Buna muhalif olan karşı tarafın da kendiliğinden meydana çıkan sözcüsü Trabzon Meb’usu Ali Şükrü Bey’di. Muhâlifler, söz sıraları gelince kürsüye çıkıp fikirlerini söylediler, mes’elenin müdafaasını yaptılar. Ancak Ali Şükrü Bey kürsüye belki on beş kere çıktı.

Artık vakit çok geç olmuş, herkes de yorulmuştu. Fakat Ali Şükrü Bey ayakta hatibi dinliyordu. O sırada yine kürsüye yaklaşarak konuşan hatibe cevap vermek üzere söz istedi ve kürsüye yaklaşmaya başladı. O anda, Mersin meb’usu Selâhaddin Bey’in her zaman oturduğu kürsüye yakın ilk sırada ortada Rauf Bey oturuyordu. Önüne doğru gelen Ali Şükrü Bey’i belinden tutarak: “Şükrü! Yeter, yeter! Şükrü, artık söz alma!” deyince, Ali Şükrü Bey birdenbire Rauf Bey’e dönerek: “Rauf! Ben bu işin fedâisiyim, anladın mı?” dedi ve kürsüye çıktı…”

Mahir İz devam ediyor: “Ali Şükrü Bey’in iddiası şuydu. Bütün dünyadaki İslâm âlemi tekmîl rûhuyla, vicdâniyle Makam-ı Hilâfet’e bağlıydı. Bu kuvveti ihmal etmek adeta bir hiyanet-i vataniye idi. Hâfi celsede Ali Şükrü Bey’in Rauf Bey’e dönerek: “Ben bu işin fedaisiyim, anladın mı?” demesi, bu büyük kuvvetin alemşumûl tesirine inandığı içindi. İngilizlerin yıpratmak istedikleri bu kuvvet idi. Bu parçalanınca, kavmiyet üzerine kurulan milliyet mefhumu, dinleri müşterek milletler üzerinde yavaş yavaş tesirini gösterecek ve istenen parçalanma hâsıl olacaktı.”

Ali Şükrü Bey’in trajik akıbetine dair Mahir İz’in TBMM Zabıt Müdürü Zeki Bey’e söylediği şu söz her şeyi ifade ediyor:

“O sırada ben, zabıt müdîri Zeki Bey’e: “Ali Şükrü Bey bu gece idâm fetvâsını eliyle imzâ etti” dedim. Nitekim o sözüm de çıktı.”

TBMM’deki gergin oturumlardaki tartışmalarla ilgili Ali Fuat Cebesoy da hatıralarında şunları anlatıyor:

“Gazi Paşa konuşurken, Meclis’e sinirli bir hava hâkimdi. Mustafa Kemal Paşa kürsüyü terk etmiyor, sualleri cevaplandırıyordu. Mebuslardan bir kısmı bulundukları yerlerden ayağa kalkıyor ve konuşuyorlardı. Bir kısmı da kürsünün etrafında gelmişler, Gazi'ye cevap yetiştiriyorlar, sualler soruyorlar, tenkitler yapıyorlardı. Bunlar arasında Ali Şükrü Bey de vardı. Paşa sözlerini tamamladıktan sonra Ali Şükrü Bey'in:

"Ben de söyleyeceğim" demesi üzerine Gazi Paşa hiddetli bir tavırla:

"Bir haftadır söylüyorsunuz, memleketi zarardîde ediyorsunuz." demiş ve elleri cebinde olduğu halde asabi bir halde kürsüden inmiş ve "Memleketi zarardide ediyorsunuz, maksadınız nedir?" diye bağırarak Ali Şükrü Bey'in üzerinde yürümüştü. Bu sırada Birinci ve İkinci Grup azalarından bazıları Meclis salonunun ortasında birbirlerine bağırmakta olan mebusların etrafını almışlardı. Gürültüler, şiddetli ve asabi hareketler oluyordu. Ali Şükrü Bey, "Kimseyi ithama hakkınız yoktur" diye bağırıyor, Sivas Mebusu Hakkı Hami Bey, "Meclis’te emniyet yok mudur?" feryadını basıyordu.

"Meclis her vakit emniyetini muhafaza eder, şimdi de vardır. Susunuz, herkes yerine otursun" ihtarıyla müdahalede bulundum. Ali Şükrü Bey'in sesi yükseliyordu:

"Emniyet-i şahsiye mefkut [yok] mudur?"

….

Belirttiğimiz üzere Ali Şükrü Bey’in Meclis’teki “muhalif duruşu”nda iki önemli konu Lozan ve Hilafet idi.  İlginçtir ki, 1923 yılının Şubat ve Mart aylarında TBMM’de başta Ali Şükrü Bey olmak üzere İkinci Gruba mensup milletvekillerinin dahil olduğu oldukça sert ve gerilimli müzakere ve tartışmalar yaşanır. Ali Şükrü Bey 5 Mart’ta (şehadetinden 22 gün önce) TBMM’de yaptığı bir konuşmada; “Mehmetçiğin süngüsü ile kazanılan muazzam zafer Lozan’da heba edilmiştir” diyerek Lozan’ın ruhunu ortaya koymuştu. Üç hafta sonra Ali Şükrü Bey birdenbire ortadan kaybolur. Sürekli aranmasına rağmen bulunamayan Ali Şükrü Bey, tafsilatı bilinen bir cinayetle Giresun’lu Topal Osman tarafından boğdurularak şehid edilir.

Kendisinden hiçbir haber alınamaması üzerine Meclis’in 2. Grup milletvekillerinden Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey, TBMM’de oldukça sert, heyecanlı, muhtevalı bir konuşma yapar ve “Bir meb'usun ağzı, kalemi, o milletin namusudur! Bu namusa tecavüz eden eller kırılsın!  (Kırılsın sesleri,  kahrolsun sesleri). Bu, milletin ismetidir; bir katre kan değildir. Tecavüz arkadaşımıza değil, bir milletin namusunadır. Böyle namussuzlar yaşayamaz! (Kahrolsun sesleri). Efendiler, Ali Şükrü Bey iki gündür kayıpr. Efendiler, memleketin sahibi, azametli bir tarih sahibi, namusuna hâkim bir milletin mebusu kayboluyor; hükümet bulmuyor! İki gündür kayıptır! Bulamıyor efendiler! Allahtan çok isterim ki, memleketin elîm zamanlarında bu, adi bir netice olarak zuhur etsin, evet adîyyen zuhur etsin. Efendiler, ya siyasî ise?” der.

Daha sonra yapılan aramalar sonucu Ali Şükrü Bey’in cesedi Çankaya sırtlarında toprağa gömülmüş olarak bulunur.

Dr. Rıza Nur, cesedin bulunuşunu “Hayat ve Hatıratım”da şöyle anlatır:

“Şimdi iş tamam olmak için Ali Şükrü'nün cenazesini arıyorlar ve bu taharriyatı [aramayı] Çankaya'da yapıyorlar. Bir faal jandarma zabiti, bir müfreze jandarma ile dolaşıyor. En sıcak mevsimdi. Zabit bakmış Çankaya'da bir sürülmüş tarlanın bir yerinde birçok sinek yığılmış bir yere konuyor, uçuşuyormuş. Dikkatini celbetmiş, oraya gitmiş, eline bir parmak dokunmuş. Epeyce açmış bir insan ayağı. Bütün açmışlar Ali Şükrü!.. Demek acele ile çukuru derin kazamamışlar ve vücudu derince itmiş, amma bir ayağı adeta dışarda kalırcasına sadece dört beş parmak kadar toprak ile örtülmüş imiş.”

Bu trajik olayın büyümesi, şüphelerin Mustafa Kemal üzerinde yoğunlaşması ve yankıları üzerine kurulan komisyon Ali Şükrü Bey’in Topal Osman tarafından öldürüldüğünü tespit eder ve Muhafız alayı Topal Osman’ı adamlarıyla birlikte yaralı olarak ele geçirir. Yolda can veren Topal Osman’ın başsız cesedi daha sonra mezarından çıkarılarak ayağından darağacına asılır.

Trabzon’da yayınlanan İstikbal Gazetesi, 11 Nisan 1933 tarihli nüshasının manşetinde Ali Şükrü Bey’in cenazesi için şu başlığı atmıştı: “Dün Trabzon büyük evlâdı fikir ve cihad kurbanı Şehid Ali Şükrü’nün mübarek nâşını tarihinin görmediği fevkalâde bir ihtişamla hürmetkâr omuzları üstünde medfun-u mübareğine tevdi etti.”

1990’lı yıllara kadar Boztepe’deki kabri mezbelelik haline getirilen ve unutturulan Ali Şükrü Bey, 90 yıl önce “tarihin görmediği fevkalâde bir ihtişamla” defnedilmesine rağmen kabri, bugün taşıdığı manâdan habersizliğin verdiği gafletle hâlâ ıssız…

Ali Şükrü Bey’in yakın akrabası Hasan Fehmi Atabay, Tarihçi Kadir Mısıroğlu’nun 1976 yılında kendisiyle yaptığı bir söyleşide cenaze ile ilgili şunları söylüyor:  “Trabzon daha öyle bir kalabalık görmemiştir. Erzurum’dan Samsun’a kadar muazzam bir kitle Trabzon’a gelmişti. Şehir istiab etmiyordu. Belediye Meclisi Boztepe’ye Ali Şükrü Tepesi adını verdi. Şimdi unutuldu bunlar …”

Tarihin benzerine çok az şahit olduğu bu korkunç cinayetin sır perdesi, azmettirici ve planlayıcıların kimliğinden dolayı kaldırılmamıştır.

Ali Şükrü Bey cinayeti üzeri küllerle örtülü bir kor olarak -resmi olarak- hâlâ esrarını koruyor!

Aslında cinayetin “niçin”i ve “nasıl”ı üzerinde yazılan yazılar, yayınlanan kitaplar olayı “müphem” ve “meçhul”lükten çıkarmış durumda. Ancak, olayın resmî ellerle de ortaya çıkarılmasına dair bugüne kadar herhangi bir teşebbüs maalesef yok. Ali Şükrü Bey Cinayeti ile ilgili 1992 yılında bir milletvekili’nin (Hasan Mezarcı) “meclis araştırma önergesi” vermesinin ardından kendisine nelerin reva görüldüğünü biliyoruz. Önerge veren milletvekili gerekçelerini açıklarken; “Ali Şükrü Bey’in 2. Grup diye anılan meclis çoğunluğuna mensup muhalif grup milletvekillerinin sözcüsü olduğu ve Lozan tartışmaları sürerken öldürüldüğü”nü söylüyor ve “Yüzbaşı Dreyfüs olayına göre, her bakımdan çok daha ağır ve vahim olan Yüzbaşı ve Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey cinayeti ile ilgili iddia, bilgi ve belgelerin kamuoyumuzca bilinen kısmı dahi devleti zan ve şaibe altında bulunduracak mahiyettedir. 70 yıl sonra hala bugün, devleti zan ve şaibe altında bulundurmaya kimsenin hakkı yoktur. Bu menfur cinayetle ilgili bilgi ve belgelerin hala sansürlü veya yasaklı olması ise anlaşılır bir durum değildir” diyordu.

Bugün, konjonktür gereği bizzat Başbakan tarafından “Dersim olayları” trajik bir biçimde ortaya konulur, “Devletin Dersim’le yüzleşmesi” söz konusu olur ve Dersim’le ilgili resmî devlet belgeleri de açıklanırken, Ali Şükrü Bey cinayeti karşısında niçin böyle bir “yüzleşme” gündeme gelmez?

Bugüne kadar hiçbir Trabzon milletvekili ne yazık ki bu konuda tek bir kelam sarf etmemiş, hiçbir girişimde bulunmamıştır. Tarihin karanlık sayfalarındaki olaylar, cinayetler, tertipler ortaya çıkmaya ve aydınlanmaya başlamışken, Ali Şükrü Bey Cinayeti’nin bütün ayrıntılarıyla ortaya konulacağı bir araştırma önergesini vermeye iktidar partisine mensup bir Trabzon Milletvekili cesaret edebilir mi acaba!

Veya, şehid edildiği gün (27 Mart) acaba bir milletvekili TBMM’de söz alıp Ali Şükrü Bey’den bahsedebilecek midir?

Hiç zannetmiyorum.

Öncelikle bu vebal “kurşundan bir yük” gibi Trabzon Milletvekillerinin üzerindedir.

***

Sinop Milletvekili Dr. Rıza Nur, Ali Şükrü Bey’in şahsiyetiyle ilgili şunları söylüyor: “Ali Şükrü orta boylu, güzel yüzlü, miyop olup gözlüklü, namuslu bir adam. Hayatı muntazam. Vaktinde yatıyor, vaktinde uyanıyor. Asla rakı içmiyor, rakının şiddetle aleyhinde. Hatta sigara ve kahve de içmiyor.  Bahriye zâbiti imiş ve İngiltere’de de bulunmuş; fakat pek fazla bir taassub halinde dindarlığı var. Çok da asabi bir adam…”

Şehid-i muazzez Ali Şükrü Bey iddia, feraset, cür’et ve cesaret sahibi büyük bir mücadele adamı, davasına adanmış bir şahsiyet olarak bugün Boztepe’de bulunan kabrinden şehrine mahzun bir şekilde bakıyor.

Mahzun çünkü,

·         Katledilişinin 90. yılında Trabzon hâlâ onun “niçin” şehid edildiğinin farkında değil!
·         O’nun uğruna hayatını verdiği davasından haberi yok.
·         Üzerinde taşıdığı ‘büyük şehid’inin varlık ve anlamı ona bir şey hatırlatmıyor!
·         Futbol takımı yenilince kimyası bozulan şehir, bu “büyük şehid”ine karşı maalesef ilgisiz…
·         Genleriyle oynanan şehir, üzerinde taşıdığı ‘değer’lerin ağırlığını hissedemiyor.

39 yaşında enerji dolu, genç bir milletvekili olarak siyasî komplo sonucu cinayete kurban giden Ali Şükrü Bey’in adını anmak, onunla ilgili programlar düzenlemek, yayınlar yapmak bugün bile hâlâ risk taşıyor. Riskin de ötesinde şahsiyeti “korku” ve “endişe”leri beraberinde getiriyor.

Bu korkusuz Adamı “öldürten”ler adına örülen korku duvarı, hem memleketi Trabzon’da hem de TBMM’de halen aşılmaz bir set olarak duruyor. TBMM tutanaklarında adı “Trabzon mebusu şehid-i mağfur Ali Şükrü” olarak geçmesine rağmen, şehadeti ve “niçin şehid edildiği”ne dair üzerinde dolaşan müthiş sükût bulutu hâlâ dağılmış değil.

Trabzon “bir zamanlar” böylesine muhalif, “duruş sahibi” büyük şahsiyetlere de sahipti. Bugün ise Trabzon’u Meclis’te temsil eden milletvekilleri belki de Ali Şükrü Bey’in isminden bile habersizdirler.

Bazı mezarların “büyük davası” vardır. Ali Şükrü Bey’in mezarı da bu büyük davanın manasıyla yüklüdür. Bunu anlamak, o mezarın “neye delâlet ettiği”ni anlamaktır.

Trabzon ise, Ali Şükrü Bey’in şehadetinin 90. yılında ondan habersizliğin verdiği meş’um neşe ile “Trabzonspor’un hali ne olacak?” derdinde.

Trabzon; birçok gereksiz etkinliklerle, ‘dostlar alışverişte görsün’ türünden toplantılarla gününü gün ede dursun, aşağılık kompleksi kokan “olimpiyat şehri”, “futbol şehri”, “marka şehir” komedileriyle varoluş gösterileri yapadursun, BOZTEPE’DEKİ BÜYÜK KABİR’İ TANIYAMADIĞI, ANLAYAMADIĞI ve ONA SAHİP ÇIKAMADIĞI sürece sadece “bakterilere mahsus” hayatını devam ettirecektir.

Yakın arkadaşı Mehmed Akif’in şu sözü Ali Şükrü Bey’in şahsiyetini özetliyor: “Bir tane namuslu adam kaldı; Ali Şükrü!”

Üstad Necip Fazıl’ın 10 Kasım 1950 tarihli “Büyük Doğu”daki Ali Şükrü Bey’le ilgili yazısının bugünün ve geleceğin basiret sahiplerine seslenen bir paragrafıyla bitirelim:

“Allah’ın lütuflarına müstağrak şehit ruhları, sizden sizi, sizden kendi kendinizi, öz tarihinizi ve hakikati tanımanızı istiyor!!! Dünyanın en kalpazan ve sahtekâr mâna tuzaklarında mahkûm ve esir yaşamakta ne güne kadar devam edeceğiz???”

Allah’ın O’na ‘bahşettiği’ şehadetinin 90. yılında Ali Şükrü Bey’e rahmet diliyoruz. Bir gün davasının anlaşılması ve O’nunla yüzleşilmesini ümid ediyoruz.


O gün, bu gündür.  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder