4 Mart 2013 Pazartesi

ŞEHİRDEN MEDENİYET, MEDENİYETTEN ŞEHİR ÇIKARAMAMAK..


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Dün; ‘dünya görüşü ve şehir idraki’ne sahip bir medeniyet ailesi olarak “şehir” deyince “medeniyet”i, “medeniyet” deyince “şehir”i anlıyorduk. Bugün ise, artık ortada sadece maddî kalıntıları kalmış bir iklimden bile habersiz olarak ‘şehir’den medeniyeti, ‘medeniyet’ten şehri okuyamıyoruz. Belki de hatırlamıyoruz. Çünkü tam bir “global amnezi”yi yâni bütün bir “hafıza kaybı”nı yaşıyoruz.

Nasıl böyle kesin bir hüküm verebiliyoruz? Nereden mi biliyoruz?

Yaşadığımız yer kadîm bir medeniyet şehri olmasına rağmen herhangi bir insana “şehir deyince neyi hatırlıyorsunuz?” diye sorun. Büyük ihtimalle size şehirleri istila eden modern zaman virüslerinden birisini veya birkaçını söyleyecektir. Hafızasında asla şehrin medeniyeti çağrıştırabileceğine ilişkin herhangi bir ‘müdahale hücresi’ bulunmayacaktır. Suçu bütünüyle mevhum bir modernizm’e mi yüklüyoruz? Hayır! Hafızasıyla birlikte iradesi de elinden alınmış bir neslin “şehir ve medeniyet” idrakinin kaybolduğu, kaybedilenin de farkında olunmadığı bir hale işarettir muradımız.

Bu konuda, çağımızın önemli sinema yönetmeni Tarkovski, “modernizm karşısındaki duruşu” sorulduğunda ilginç bir örnekle cevap veriyor: “Bir ayağı bir teknenin kenarında, bir ayağı da başka bir teknenin kenarında olan bir adam gibi duruyorum. Teknelerden biri dümdüz ileri gidiyor, öbürü de sağa dönüyor. Yavaş yavaş suya düşmekte olduğumu anlıyorum. İnsanlık şimdi tam bu durumda…”

İnsanımızın şehir ve medeniyet ilişkisine ilişkin durumu da tam bu şekilde. ‘Doğulu kalamamakla batılı olamamak’ arasına sıkıştırılmış bir toplumun yönü belirsiz hareket halindeki pozisyonu “şehir ve medeniyet idraki”ni kaybettirmiş durumda.

Şehirlerimiz de, hangi istikamete gittiği meçhul ama hangi yöne savrulduğu malûm bir kaos içinde, önüne geçilemez bir tümörleşme içerisinde…

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, kendisiyle yapılan bir röportajda Huntington’un “medeniyet çatışması” tezine de değinerek, medeniyet ve şehir ilişkisine dair şunları söylüyor: “Bütün insanlığın aktığı tek bir medeniyet değil, birçok medeniyet vardır. Ancak bu medeniyetler arasındaki ilişki Huntington’un düşündüğü gibi her zaman çatışmacı ve gerilimli bir ilişki değildir. Ayrıca medeniyetler birbirlerinden ayrı yerlerde, tarihi boşluk alanlarında ortaya çıkmazlar. Medeniyetler, özel şartlarda belli bir insan topluluğunun çevreye getirdiği yeni yorumlarla ve birtakım kurumların ortaya çıkmasıyla teşekkül etse de birbirinden kopuk yaşamazlar. Aynı medeniyetin farklı coğrafyalarında kurulan şehirler arasındaki farklılıklar, aynı coğrafya içinde kurulan farklı medeniyetlere ait şehirler arasındaki farklılıklardan daha azdır; mesela Marakeş ile Buhara İslam coğrafyasının iki ayrı dünyasıdır; ama birbirlerine çok benzerler; fakat Marakeş ile Madrid birbirine çok yakın olduğu halde birbirlerine daha az benzerler. Dolayısıyla tek bir medeniyet yoktur. Ancak bütün bu medeniyetler insanlık birikiminin ortak değerleridir ve insanlığın ortaya çıkardığı her şey birbirinden etkilenir, yani tek başına soyut bir alanda doğmayan medeniyetler insanlığın ortak birikimine katkıda bulunurlar….”

Dün bize ait medeniyet dünyamızda coğrafyaları birbirine çok uzak olsa bile ‘akraba şehirler’in aynı ruha sahip iklimi; yerini bugünün aynı coğrafyada birbirine yabancılaşmış, beton yığını haline gelmiş şehirlerine terk etmiştir.

Böyle olmuştur ve günümüzün “şehir ve medeniyet idraki”nden yoksun yöneticileri eliyle böyle olmaya da devam edecektir.

Anlayan, hisseden, tasalanan, hüzünlenen için “şehir ve medeniyet” bir derdin adıdır, şifası da onu inşa edecek iklimle mümkündür.  Büyük Velî Feridüddin Attar’ın söylediği gibi; “kitabıma dert gözüyle bak ki bendeki yüz dertten birini görebilesin!”

Yaşadığımız şehre bu gözle bakabiliyorsak, şehrimizin kendisine ait neleri kaybettiğini ve  kendisine ait olmayan nelerle kuşatıldığını fark edebiliriz.

Evet… “Şehir ve medeniyet” derken, maalesef yaşayan bir vakıadan bahsedemiyoruz. Bu kavramların çekiciliğiyle tarihî realiteye kaçmaktan başka bir şey yapamıyoruz. Bu anlamda, hafızamıza yeniden dönmeliyiz. Dönmek için de ‘hafızamız olduğu’nu hatırlamak zorundayız. Yoksa ‘travmatik amnezi’lerle insanımız ve şehirlerimiz sarsılmaya devam edecektir.

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder