Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
Dün; ‘dünya görüşü ve şehir idraki’ne sahip bir medeniyet ailesi olarak
“şehir” deyince “medeniyet”i, “medeniyet” deyince “şehir”i anlıyorduk. Bugün
ise, artık ortada sadece maddî kalıntıları kalmış bir iklimden bile habersiz
olarak ‘şehir’den medeniyeti, ‘medeniyet’ten şehri okuyamıyoruz. Belki de
hatırlamıyoruz. Çünkü tam bir “global
amnezi”yi yâni bütün bir “hafıza kaybı”nı yaşıyoruz.
Nasıl böyle kesin bir hüküm
verebiliyoruz? Nereden mi biliyoruz?
Yaşadığımız yer kadîm bir
medeniyet şehri olmasına rağmen herhangi bir insana “şehir deyince neyi hatırlıyorsunuz?” diye sorun. Büyük ihtimalle
size şehirleri istila eden modern zaman virüslerinden birisini veya birkaçını
söyleyecektir. Hafızasında asla şehrin medeniyeti çağrıştırabileceğine ilişkin
herhangi bir ‘müdahale hücresi’ bulunmayacaktır. Suçu bütünüyle mevhum bir
modernizm’e mi yüklüyoruz? Hayır! Hafızasıyla birlikte iradesi de elinden
alınmış bir neslin “şehir ve medeniyet” idrakinin kaybolduğu, kaybedilenin de
farkında olunmadığı bir hale işarettir muradımız.
Bu konuda, çağımızın önemli sinema
yönetmeni Tarkovski, “modernizm
karşısındaki duruşu” sorulduğunda ilginç bir örnekle cevap veriyor: “Bir ayağı bir teknenin kenarında, bir ayağı
da başka bir teknenin kenarında olan bir adam gibi duruyorum. Teknelerden biri
dümdüz ileri gidiyor, öbürü de sağa dönüyor. Yavaş yavaş suya düşmekte olduğumu
anlıyorum. İnsanlık şimdi tam bu durumda…”
İnsanımızın şehir ve
medeniyet ilişkisine ilişkin durumu da tam bu şekilde. ‘Doğulu kalamamakla
batılı olamamak’ arasına sıkıştırılmış bir toplumun yönü belirsiz hareket
halindeki pozisyonu “şehir ve medeniyet idraki”ni kaybettirmiş durumda.
Şehirlerimiz de, hangi
istikamete gittiği meçhul ama hangi yöne savrulduğu malûm bir kaos içinde,
önüne geçilemez bir tümörleşme içerisinde…
Dışişleri Bakanı Ahmet
Davutoğlu, kendisiyle yapılan bir röportajda Huntington’un “medeniyet
çatışması” tezine de değinerek, medeniyet ve şehir ilişkisine dair şunları
söylüyor: “Bütün insanlığın aktığı tek
bir medeniyet değil, birçok medeniyet vardır. Ancak bu medeniyetler arasındaki
ilişki Huntington’un düşündüğü gibi her zaman çatışmacı ve gerilimli bir ilişki
değildir. Ayrıca medeniyetler birbirlerinden ayrı yerlerde, tarihi boşluk
alanlarında ortaya çıkmazlar. Medeniyetler, özel şartlarda belli bir insan
topluluğunun çevreye getirdiği yeni yorumlarla ve birtakım kurumların ortaya
çıkmasıyla teşekkül etse de birbirinden kopuk yaşamazlar. Aynı medeniyetin
farklı coğrafyalarında kurulan şehirler arasındaki farklılıklar, aynı coğrafya
içinde kurulan farklı medeniyetlere ait şehirler arasındaki farklılıklardan
daha azdır; mesela Marakeş ile Buhara İslam coğrafyasının iki ayrı dünyasıdır;
ama birbirlerine çok benzerler; fakat Marakeş ile Madrid birbirine çok yakın
olduğu halde birbirlerine daha az benzerler. Dolayısıyla tek bir medeniyet
yoktur. Ancak bütün bu medeniyetler insanlık birikiminin ortak değerleridir ve
insanlığın ortaya çıkardığı her şey birbirinden etkilenir, yani tek başına
soyut bir alanda doğmayan medeniyetler insanlığın ortak birikimine katkıda
bulunurlar….”
Dün bize ait medeniyet
dünyamızda coğrafyaları birbirine çok uzak olsa bile ‘akraba şehirler’in aynı
ruha sahip iklimi; yerini bugünün aynı coğrafyada birbirine yabancılaşmış,
beton yığını haline gelmiş şehirlerine terk etmiştir.
Böyle olmuştur ve günümüzün
“şehir ve medeniyet idraki”nden yoksun yöneticileri eliyle böyle olmaya da devam
edecektir.
Anlayan, hisseden, tasalanan,
hüzünlenen için “şehir ve medeniyet” bir derdin adıdır, şifası da onu inşa
edecek iklimle mümkündür. Büyük Velî
Feridüddin Attar’ın söylediği gibi; “kitabıma
dert gözüyle bak ki bendeki yüz dertten birini görebilesin!”
Yaşadığımız şehre bu gözle
bakabiliyorsak, şehrimizin kendisine ait neleri kaybettiğini ve kendisine ait olmayan nelerle kuşatıldığını
fark edebiliriz.
Evet… “Şehir ve medeniyet”
derken, maalesef yaşayan bir vakıadan bahsedemiyoruz. Bu kavramların
çekiciliğiyle tarihî realiteye kaçmaktan başka bir şey yapamıyoruz. Bu anlamda,
hafızamıza yeniden dönmeliyiz. Dönmek için de ‘hafızamız olduğu’nu hatırlamak
zorundayız. Yoksa ‘travmatik amnezi’lerle insanımız ve şehirlerimiz sarsılmaya
devam edecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder