29 Nisan 2013 Pazartesi

VARLIĞI İDRAK VE ŞEHRİN KIYAMETİ…


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Artık büyükşehiri de aşmış “mega kent”lerde yaşamak için savaş veren insanoğlu, bu savaşla kendi akıbetini de hazırlıyor. Akıbetine, yâni üst üste dizilmiş tabutluklarda “hayat dediği zan”la yaşamanın verdiği “anestezik haz” ile trajik sonuna yaklaşıyor gibi… Şehrin de, insanın da kıyameti bu mu acaba?

Herhangi bir insana -bırakınız teklif etmeyi- “bir morgda bir tabutun içerisinde bir akşam yatar mısın?” diye sormak bile o insanı ürpertirken, kendisini böylesine “şehir tabutlukları”na mahkûm eden insanın bu halini nasıl izah etmeli?

Bunun adı ve izahı; “modern zaman nekropolü”ne hapsolmaktır. Antik zamanlarda öldükten sonra nekropolde cesedinize yer hazırlanırken, modern zamanlarda ‘yaşarken’ nekropoldesiniz. Nekropolde, yâni ‘ölüler şehri’nde…

Rilke, notlarında “demek buraya yaşanacak yer diye geliyorlar; oysa burası ölünecek yer desem daha doğru” diyor. Rilke belki bu sözü ‘orada ölünmeye değer bir şehir’  anlamında kullanmıştır ama modern zaman şehirlerinin göğü delen binaları da ‘ölmek için hazırlanan’ yerler sanki…

Modern zaman şehirlerinde helâkin başlangıcı mıdır bu hal?

Bilmiyorum tarihte bu derece kıyametini hazırlamak için çırpınan, hiçbir ölçü ve değer tanımayan, varlık nedenini kaosa borçlu olan bir başka dönem yaşanmış mıdır?

Büyük ârif Sülemî “fütüvvetin gereklerinden biri de gözü tok ve gönlü geniş olmaktır” der. Varlığın idrakinde olanlarda dünya karşısında, masivâ karşısında böylesine bir “istiğna: ihtiyaçsızlık” söz konusu iken, modern zamanlar insanı “gözü aç ve kalbi dar” bir biçimde her şeye saldırıyor.

Eski şahsiyetini bozduğu şehirde, ‘toplama organ’larla bir araya getirdiği, küstah ve arsızca göğü delmeye çalışan yapılar toplamına “şehir” adını veriyor ve ‘yaşama şehveti’yle kıyametini hazırlıyor…

Bu düşünceler; İstanbul’a Üsküdar sahilinden baktığımızda ilk anda gördüğümüz, eski şehre adeta küstahça meydan okuyan rezidanslar ve plazaların bu büyük tarih ve medeniyet şehrini nasıl istilâ etmekte olduğunu fark edince aklımıza geldi. Sadece İstanbul mu? Bütün şehirlerimiz böylesine ‘küstah bir istilâ’ ile bozulmaya, çözülmeye, çökmeye devam ediyor. 

Şehre ruh kazandıran ârif, hakîm ve mütebahhir yönetici ve mimarlar eliyle inşa edilen yapılar, mekânlar, alanlar olduğu gibi, şehrin ruhunu öldüren de tarih ve medeniyet derdi taşımayan, idrakin kendisini terk ettiği şehir yöneticileri…

Halk ise biçare yığınlar… Kendileri adına karar verenlerin sadece nesnesi… İradeleri yok sayılan, onlar adına karar verilen bir sürü…

Bir hikmet adamı “erdem, varlığın bir çağrısıdır” der ve devam eder: “Erdemi anlamak, aynı zamanda onu nasıl yerine getireceğimizi de bilmektir… Erdeme sahip olmak, her şeyden önce, bu erdeme zıt olan her şeyden uzaklaşmak demektir. Erdem asıldır, hatalar sonradan meydana gelmiştir… Dahası, erdeme sahip olan biz değiliz, bize sahip olan erdemdir…”

Bu hikmet ölçüsüyle şehri ve şehir yöneticilerini seyrettiğimizde göreceğimiz şey; erdemin “bu şehir”den kaçtığı ve bu şartlarda bir daha dönemeyeceğidir. Varlığı erdemi hatırlatmayan insan, şehir, bina, mekân… her ne varsa “varlığa kastetmiş” öldürücü bir helâk çağrısıdır.

Muhakkik-mimar Turgut Cansever’in, anlaşılmayan, genetiği bozulmuş şehir ve tabutluk inşacılarının asla da anlayamayacağı bir ontolojik tespitiyle bitirelim:

“İnsanın varlık ile aracısız, serbest, kısıtlanmamış ilişki içinde olması temel hakkı ve insan varlığının en üstün kuralıdır. İnsanın sorumluluğu, insanın bu hakkından ve yeteneğinden kaynaklanır…”

Var mı böyle bir varlık tasavvuru? Var mı bu idrakle şehre bakabilecek göz, şehir inşa edebilecek idrak?

Bütün bunları kime söylüyoruz? Yönetici iradeye! Şehirlerimizin katlini hazırlayanlara! Ve de şehirlerin ruhunu yok eden “gökdelen”leri önleme iradesine sahipken, onları inşa edenlere bir şey yapamadığını söyleyen, onlara sadece “küsen” siyasîlere, böylece de onların bu ‘kötülük’leri işlemelerine devam zemini sağlayan siyasi iradeye!

Tabii idrak sahibi herkese…

Şehirlerimizin mukadderatı üzerine muktedir olamayan iradenin yapacağı “inşa” değil çaresizce “imhaya rıza”dır!

 

22 Nisan 2013 Pazartesi

Başbakan bile çaresiz ise… ARTIK ŞEHRİN HELÂK VAKTİDİR !

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Şehirlerimiz ruhsuzlaştı… Kadavra haline geldi…

“Kentsel dönüşüm” denen “kutsal icraat” adına da can çekişmesi tamamlanmadan öldürücü darbe indiriliyor…

Barbarlığın şekli ve muhtevası değişti, artık ‘barbar’ istilâsına gerek yok,. Modern zamanların şehir istilâ ve işgalleri, şehirlerin “kentsel dönüşümü” büyüsüyle bu şekilde gerçekleştiriliyor. Ülkenin Başbakanının bile “şikâyet” ettiği bu hal, Başbakana rağmen, yerel yönetimler eliyle sürdürülüyor.

Geçtiğimiz günlerde Başbakan, İstanbul’un silueti ile ilgili olarak “Dikey binalar İstanbul’un siluetini yok ediyor” diyen bazı milletvekillerinin itirazlarına karşılık İstanbul’da yükselen ‘Onaltı Dokuz’ isimli projeyi eleştiriyor ve “Benim haberim yoktu, firmayı uyardım, dinlemediler. Her geldiğimde binaları sayamam ki, yıldızları saymak mümkün mü? Gözüm kulağım olun, birlikte önleyelim” cevabını veriyor.

Başbakan Benim her yapılandan haberim olması mümkün değil. Bir bakıyorum bina yükselmiş. Benim gözüm kulağım olun, belediye başkanlarını ve beni uyarın. Zeytinburnu'nda tartışma konusu olan o binaların sahibiyle konuştum. Tıraşlayın dedim, özellikle rica ettim. Çok da yakından tanıdığım biri. Yapacaklarını beklerken, hiçbir şey yapmadılar. O nedenle çok kırıldım, 5 yıldır konuşmuyorum”  diyor.

Çok ilginç, hatta traji-komik bir hadise!

Şehrin sadece silueti mi bozuluyor, yoksa bütün bir ruhu mu kayboluyor?

Ülkenin Başbakanı bile şehrin siluetinin, estetik kimliğinin bozulması karşısında böylesine çaresiz kalabiliyorsa, artık “şehrin helâki” gerçekleşmiştir demektir.

Anlaşılmayan ve tezat oluşturan şu: Şehrin imar ve inşasından sorumlu olan kim? Öncelikle Başbakan mı, Şehrin Belediye Başkanı mı, veya diğer yetkililer mi?

Burada iki müthiş gerçek ortaya çıkıyor: Ya, “rant adına” her türlü çirkinlik, kirlilik, şekilsizlik, kaos vs. tercih ediliyor. Ya Şehrin Belediye Başkanı ve yöneticilerinin “şehir” diye bir dertleri yok. Veyahut da “şehrin irfan, idrak ve inşa”sına ilişkin bir tarih ve medeniyet tasavvuru yok!

Hangisi dersiniz: Üçü bir arada.

Öncelikle şehirden sorumlu olanlar belediye başkanları değil midir? Belediye başkanları Başbakan’ın şikayet ettiği bu “ucube”lere nasıl ruhsat vermişlerdir? Bugüne kadar hiçbir ilgilinin dikkatini çekmemiş midir bu yapılar?

Başbakan devam ediyor şikâyetlerine: “Benim nereden haberim olsun. Bunları gördükçe kahroluyorum. Her İstanbul'a geldiğimde binaları sayamam ki, yıldızları saymak mümkün mü? Ben kültürümüze uygun bir mimariden yanayım, bunu her yerde söylüyorum. Ankara'da da şehrin dokusuna uymayan bir yapılaşma var. İstanbul'da da böyle. Dikey yapı benim onaylamadığım bir şey, yatay bina yapılmasından yanayım. 4 kat yer altında 4 kat yer üstünde olmalı."

Başbakan, Zeytinburnu’nda yükselen ve şehrin siluetini bozan kulelere gösterdiği tepkide “Sahibiyle konuştum. Tıraşlayın dedim. Ama hiçbir şey yapmadılar. O yüzden çok kırıldım, 5 yıldır da konuşmuyorum” diyor.

O başbakan ki İstanbul gibi bir medeniyet şehrinin Belediye Başkanlığını yapmış birisidir.

Birkaç gün sonra, İstanbul’un siluetine saldıran kulelerin sahibi “Proje bittikten sonra traşlama yapılamaz. Böyle bir şey teknik olarak mümkün değil. Bizim ne ruhsatımızda ne de imarımızda hiçbir sıkıntı yok. Yaptığımız proje tamamen aldığımız imar ruhsatına uygundur.” cevabını veriyor.

Başbakanın “sitemi” de verilen cevap da işin vahametini, dehşetini anlatmaya yetiyor!

İşte buna (Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle ‘felix culpa’) “mes’ut cinayet” denir!

Gülelim mi, ağlayalım mı, çıldıralım mı?

Kulelerin sahibi Kendinden, yaptıklarından bu kadar emin. Bundan sonra ortaya çıkacak kulelerin de artık “imar ve ruhsat”a uygun olacaklarını anlıyoruz (!)

Organizmanın ruhu katledildikten sonra “tıraşlama” da ‘ölü pudralama’ veya ‘mumyalama’  anlamına geliyor!

Tarih ve medeniyetin tecelligâhı bir şehir, “bir sengine yekpare acem mülkünün feda” edildiği İstanbul, tarihi yarımada böylesine istilâ ediliyor ve Başbakan bile çaresiz kalıyorsa, şehirlerimizi kime emanet edeceğiz?

Kulelerin sahibi projenin imar planına uygun ve ruhsatlarında bir sıkıntının olmadığını söylediğine göre, SUÇLU KİM? Başta Belediye Başkanı ve onun emri altındaki diğer ilgililer ile kendisinin mevzuata uygun proje yaptığını söyleyen ve adeta “en masum” olarak ortaya çıkan kulelerin sahibi değil mi?

‘Modern zaman araçlarıyla’ yapılan böyle bir katliam ve barbarlık, Moğollar ve Haçlılar da dahil olmak üzere tarihin hiçbir devresinde şehirlerimizde yaşanmamıştır desek mübalâğa etmiş olmayız.

Ülkemizin en önemli tarih ve medeniyet şehrinin silueti bozuluyor, görüntü kirliliğinin de ötesinde şehir çirkinleşiyor, yaşanamaz hale geliyor… Belediye buna aldırış etmiyor, müdahale etmiyor, tam aksine ortaya çıkan mızrak şeklindeki kulelere ruhsat veriyor.

Galiba şehirlerimizin yegâne sahibi, ranttan başka hiçbir değer tanımayan işadamları, müteahhitler! Çünkü toprağın-yapının kıymetini en iyi onlar biliyor (!)

Aman Allah’ım!

İlk anda, Başbakan şikâyetlerinde ‘doğru söylüyor’  diyebilirsiniz ama buna hakkı var mıdır? Bu bir çaresizliğin ifadesi değilse bir kabulün, onayın, tasvibin değişik bir ifadesi değil midir?

On yıldır, Cumhuriyet tarihinde ‘dokunulamayacaklar’a kadar müdahale eden bir Başbakan ve iktidar, eğer kendi belediyelerinde bu çirkinliklere müdahale edemiyor ve izin veriyorsa ortada müthiş bir tezat ve kaos var demektir.

Ey şehrim!

Sahipsiz kaldın!
Barbarlar kimlik ve siluet değiştirdi!
Güzeli çirkin, doğruyu yanlış, iyiyi kötü gören bir idrak iltihabı şehirlerimizi istila etti!
Bunlara karşı seni sahiplenecek salih ve sahih yöneticiler yok artık!

Şehirlerimizin böylesine sahipsizce imhasına karşı ciğer yangınımıza sadece Üstad Necip Fazıl’ın mısraları cevap veriyor:

“Soğu ey terli kemik, soğu ey yanık tuğla!
Fabrikam, mühendisin kaçtı, ya dur ya patla!”

16 Nisan 2013 Salı

ALİ ŞÜKRÜ BEY’İN CENAZESİ VE TRABZON VALİSİ İHSAN BEY…

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

27 Mart 1923’te tetikçileri ve tertipçileri “malum ve meşhur” hunharca bir cinayetle şehid edilen I. TBMM’de Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey’in cesedi, iki gün sonra Çankaya sırtlarında bulunur ve Ankara Hacıbayram Camii’nde kılınan cenaze namazından sonra Trabzon’da toprağa verilmek üzere yola çıkarılır. Ali Şükrü Bey’in hunharca katledilmesinin ülkenin o günkü siyasî atmosferini önemli ölçüde etkileyeceğini bilen çevreler birkaç gün sonra, 1 Nisan 1923’de I. TBMM’nin feshini sağlarlar.

Olayın ayrıntılarını daha önceki yazılarımızda anlattığımız için bu yazıda, I. Meclis’te Atatürk’ün lideri olduğu Birinci Grup’ta bulunan, Trabzon Mebusu Selanikli Nebizade Hamdi’nin hatıratındaki “Ali Şükrü Olayı” kısmına  ve o zamanın Trabzon Valisi İhsan Bey’in, bugünkü Valilere örnek olacak  şahsiyetli “tavrı”na değineceğiz.

Ali Şükrü Bey’in cezanesinin Trabzon’a nasıl gönderileceği üzerinde uzun uzun tartışılır ve Ankara-Çankırı-İnebolu üzerinden deniz yoluyla Trabzon’a gönderilmesine karar verilir. Cenazeyi götürmek üzere Meclis’ten Lazistan Mebusları Ziya Hurşit ve Doktor Abidin görevlendirilir. Atatürk’ün emriyle, “durumun hassasiyeti ve vehameti” nedeniyle Nebizade Hamdi de, meydana gelecek her türlü olayla ilgili kendisini bilgilendirmek üzere onların yanında cenazeyle birlikte gönderilir.

Nebizade Hamdi, 1888 Selanik doğumlu. Trabzon’lu Nemlizadeler’in damadı. İlk ve orta öğrenimini Trabzon’da tamamladıktan sonra Fransa Sorbon Üniversitesinde hukuk eğitimi görür. İlginçtir ki, I. TBMM’ne Trabzon Milletvekili seçilen önemli bir şahsiyet olan Eyüpzade İzzet Bey’in Ankara’ya gelirken yolda meçhul bir şekilde şehid edilmesi üzerine yerine Nebizade Hamdi 9 Ocak 1921’de seçilerek Meclis’e katılır. Muhalif olan Eyüpzade İzzet Bey’in öldürülmesi üzerine seçilen Nebizade Hamdi ile I. Grup hem önemli bir muhalifinden kurtulmuş, hem de Selanik’li bir sadık mebus kazanmıştır. Bir süre Kastamonu İstiklal Mahkemesi üyeliği de yapan Nebizade Hamdi 1943 yılına kadar aralıksız olarak Trabzon Milletvekilliği yapar.

Atatürk’ün güvenilir bir adamı olan Nebizade Hamdi’nin (Hamdi Ülkümen)  “Hümanist Atatürk” isimli kitabının  “Ali Şükrü Olayı” kısmından aldığımız kesitleri aktarıyoruz:

“Ali Şükrü, Atatürk’e karşı idi. Atatürk de onu sevmezdi… Ve bir gün sofrada şunları söyledi: ”Ben Ali Şükrü’yü sevmezdim, aleyhinde de konuşurdum…”

“Ali Şükrü’nün cenazesini Trabzon’a götürmek için Meclis’ten Ziya Hurşit ve Doktor Abidin seçildi. Atatürk bana “Sen de onlarla beraber gideceksin” dedi. Herhalde havayı beğenmiyor, bir yakınının heyette bulunmasını istiyordu… Bu arada seçim hazırlıkları da vardı. Trabzon, biraz da karışıktı. Trabzon Valisi İhsan Bey, namuslu bir adamdı ama Atatürk’e karşıydı. Trabzon ile yakın ilgim olduğu için Vali’nin yapıp ettiklerini yakinen biliyordum. Ankara’dan hareket etmeden önce ona “Paşam, değiştirelim bu adamı, bize yaramaz” dedim. O da “Dursun şimdilik, bir şey yaparız” dedi.

Ve bana 275 lira doğrudan kendisi harcırah olarak verdi. Yola çıkacağımız günlerde öylesine bir kış bastırdı ki her taraf kar içindeydi. Ve yollar kapalıydı. Ben Atatürk’e “Cenazeyi trenle İstanbul’a oradan da vapurla Trabzon’a götürelim” dedim. “Be çocuk” dedi, “Sen deli misin, seçim arifesinde ortalığı karıştırmak için bahane arayanlar var. Can sıkıcı olaylara sebep olmayalım.”

Nebizade Hamdi, Rauf Orbay ve Milli Müdafaa Vekili Kazım Paşa (Özalp) ile görüşür. Kazım Paşa Çankırı Valisine gerekli emirleri verir ve cenaze heyeti yola çıkar. Cenazenin Çankırı’ya gelmesiyle ilgili Nebizade Hamdi şunları söylüyor:

“Çankırı’ya doğru yola çıktık. Soğuk devam ediyor, kar yağıyor. Bindik bir kamyona, bu iş için özel yapılmış bir kamyon. Önde Ziya Hurşit, Doktor Abidin ve ben vardık. Arkada Ali Şükrü’nün cenazesi. Güç bela Çankırı’ya vardık. Valiye durumun nazikliğini anlattım ve onunla anlaştık. Ayrıca valiyi Kazım Karabekir Paşa da ikaz etmişti Ankara’dan. Cenazeyi caminin musalla taşına koydular. Tevfik Hoca adlı bir mebus ki o daima muhalefet ederdi bize. Cenazenin başına halkı topladı, söylev çekmeye, partiye hükümete atıp tutmaya başladı. Ortalık karışır gibi oldu. Vali elinden gelen gayreti gösteriyordu. Cenazeyi camiden hareket ettirsek, gösteri çok büyüyecek, insanlar yollara dökülecekti. Cenazenin asıl temsilcileri Ziya Hurşit, Doktor Abidin ve bendim. Ama ben o ikisinden de farklı görüşteydim.”

Çankırı’daki gerilimli ortam Vali tarafından yatıştırılır ve cenaze İnebolu’ya doğru yola çıkar. Devam ediyor Nebizade Hamdi: “Vardık İnebolu’ya. Orada mahşer gibi bir kalabalık karşıladı bizi, anlatamam. Korkudan yüreğim ağzıma gelecekti. Fakat söylev çeken filan olmadı, sessiz bir gösteriydi. Bindik vapura, Sinop, Samsun sükûnet içinde geçti. Bu arada gelen giden çoktu ama öyle fazla bir gösteri de yoktu.

Geldik Giresun’a, bir de baktım, Trabzon’dan bir heyet gelmiş 15 kişilik. Heyetin başında azledilmiş Vali Deli Hamit vardı. Bu deli Hamit’le valilik zamanında da, daha önceden de çok dosttuk. O, Trabzon’un ileri gelen İttihatçıları ile beraber gelmişti. Onlar vardı yanında. Aralarında aile yakınımız olan ve eşim Sıdıka Nemli’nin akrabalarından Trabzon Mebusu Daniş Bey de vardı. Beni gördüler, hiçbirisi bana selam vermediler. Suratlarını astılar, cüzamlıymışım gibi benden kaçıyorlardı. Salona çıktılar. Hepsi bir köşede toplandılar. İşte böyle bir heyetle Trabzon’a gittik.

Bütün Trabzon rıhtıma dökülmüştü. Vapurla rıhtım arasında yüzlerce sandal. Doğrusu ben de dehşete kapıldım…. Sonra cenazeyi oradan Belediye Meydanına naklettik. Meydanda Faik Ahmet Barutçu çektiği nutukta sık sık “Çankaya katilleri” diye bar bar bağırıyordu, bununla Topal Osman’ın Ali Şükrü’yü öldürüşünün Çankaya’nın emriyle olduğunu kastediyordu…”

Gelelim yazımızın başlığında ismi geçen o günlerin (Nisan 1923) Trabzon Valisi İhsan Bey’e. Nebizade Hamdi, Ali Şükrü Bey’in cenazesi için toplanan mahşerî kalabalık ve yapılan konuşmalardan endişeye kapılır. Hatıralarına şöyle devam eder:

“… Bu olayı endişe içinde şifreli bir telgrafla Atatürk’e iletmek istedim. Bunun için Vali İhsan Bey’e gittim. ‘Bu şifreli telgrafı Atatürk’e gönderelim’ dedim. ‘OLMAZ’ dedi İhsan Bey. ‘AMA BEN MEBUSUM, TELGRAFI ÇEKECEĞİM İNSAN DA ATATÜRK’ dedim. Vali ‘KANUNA AYKIRIDIR’ dedi. İhsan Bey haklıydı ama o aslında bize karşı olduğu için direniyordu. Ondan sonra Posta Müdürü Zühtü Beye gittim. ‘Önemlidir’ dedim. ‘Atatürk’e şifreli bir telgraf çekeceğim.’ Posta Müdürü ‘Bireyler şifreli telgraf çekemez, olmaz’ dedi. Durum kritikti, bir an önce Atatürk’e bilgi vermek istiyordum. Bütün yollar kapanmıştı. Çaresizlik içinde çabalarken aklıma Askerlik Şubesi Başkanı Zühtü Bey geldi, ona gittim. ‘Senin şifrenin arasına benim şifreyi de koy Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisliği’ne Atatürk’e verilmek üzere bu telgrafı çek dedim.’ Kabul etti ve telgrafı çekti.”

Nebizade Hamdi, hatıratındaki Ali Şükrü Bölümünün sonunu şu önemli cümleyle bağlar: “Memleketin bir manzarası bakımından bu telgraf olayı önemlidir.”

Ali Şükrü Bey’e ve zihniyetine karşı bir milletvekilinin kaleminden bu satırlar, yakın tarihimizin “meçhul” diye nitelenen, ama aslında “malum ve meşhur” mühim bir olayını anlatması bakımından oldukça önemlidir.

Bu satırlardan yola çıkarak, Ali Şükrü Bey hadisesi ile ilgili olarak şunlar özetlenebilir:

1.      Ali Şükrü Bey’in şehadetini duyan tüm şehirler, başta Trabzon olmak üzere büyük bir infial gösterir, tavır koyar.

2.      I. Meclis’te Ali Şükrü Bey’in karşısında olan I. Grup, O’nun katledilmesinde olayın trajedisi, dehşeti, vahşeti üzerinde değil, siyasî risklerinden dolayı tedirgindir.

Nebizade Hamdi’nin hatıratında en önemli paragraflardan birisi Trabzon Valisi İhsan Bey’in tavrıdır.

İhsan Bey, 1876 doğumlu, Vakfıkebir’li bir aileye mensuptur. Harp Okulu’nu bitirip orduya katılır. Ülkenin birçok yerinde asker olarak, Jandarma Alay Komutanı sıfatıyla görev yapar. Osmanlı Meclis-i Mebusan’ına Siverek mebusu olarak katılır. Sonra Kayseri mutasarrıflığına tayin edilir. Bir süre milletvekilliğinden çekilir. 1920’de Ankara Valiliğine getirilir. Sonra kısa bir süre (Ocak-Mayıs 1923) Trabzon Valisi olur. II. TBMM’de Ergani Livası’ndan milletvekili seçilir. Soyadı Kanunuyla “Sağlam” soyadını alan İhsan Bey 1949’da vefat eder.

Trabzon Valisi İhsan Bey’in Nebizade Hamdi gibi Atatürk’ün temsilcisi bir milletvekiline bile “talebiniz kanunsuzdur”  cevabını vermesi, Nebizade’nin ısrarla “Ben Mebusum, telgrafı çekeceğim insan da Atatürk” demesine rağmen tavır koyması, BUGÜNÜN VALİLERİNİN, şehir yöneticilerinin üzerinde düşünmesi gereken şahsiyetli BİR DAVRANIŞTIR. Şahsiyet, mes’uliyet ve mensubiyet böyle “olağanüstü” zamanlarda ortaya çıkar.  

Trabzon, bir zamanlar bu şahsiyette bir Vali’ye sahipti. Kimseyi itham etmiyoruz. Sadece müşahhas bir tavır sahibi örnek bir Vali Şahsiyetine işaret ediyoruz.

Bir düşünün, bugün bırakın bir milletvekilinin talebini, iktidar partisinin il başkanı veya herhangi bir yöneticisinin taleplerine “hayır” diyebilecek Vali veya şehir yöneticisi olmak ciddi bir risk almak demektir.

Bize mahsus bilinen bir gerçektir ki; bir Vali’nin İktidar Partisi’ne mensup bir milletvekiline, veya bir il başkanına, hangi konuda olursa olsun “hayır” demesi geleceğini kendi eliyle karartması anlamına gelir.

Bir de dikta döneminin Trabzon Valisi İhsan Bey’in duruşunu düşünün…

Yapılması gereken şey; doğru zamanda, doğru yerde doğru tavır alabilmekte…

Görülüyor ki, Ali Şükrü Bey’in şehri, bir zamanlar hem siyasetçisiyle, hem idarecisiyle şahsiyet heykeli insanların havzasıydı. Bu topraklar hâlâ mümbit (verimli). Mümbit ancak; bu toprağa GDO’lu şahsiyet çekirdekleri atmamak kaydıyla…

Ali Şükrü Bey’e ve Vali İhsan Bey’e rahmet…

 

8 Nisan 2013 Pazartesi

ALİ ŞÜKRÜ BEY’İN AİLESİNE DAİR TRAJİK BİR OLAY…

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Birinci Meclis’te Trabzon milletvekili olan Ali Şükrü Bey’in 39 yaşında iken 27 Mart 1923’te hunlarca bir tertiple katledilmesinin ardından, Trabzon’dan yükselen infial ve öfke ile ülkenin o zamanki olağanüstü şartları da hesaba katılarak, olayın “tetikçi”lerinden çok “tertipçi”leri üzerinde yoğunlaşılması üzerine I. TBBM, Ali Şükrü Beyin şehadetinden 3 gün sonra 1 Nisan 1923’te lağvedilir.

Ali Şükrü Bey’in Trabzon’a getirilen cenazesinin müthiş bir kalabalık eşliğinde Boztepe’de defni de zamanın ülke yöneticilerini tedirgin etmiştir.

O zaman (1923) Trabzon’da yayınlanan “İstikbal” Gazetesi, olayı bütün boyutlarıyla ortaya koyarak, bir belgesel niteliğiyle o günün, bugünün ve yarının tarihçilerine önemli belgeler sunar. Ancak bugüne kadar olayın genişliğine “nasıl”ı üzerinde epey belgeler yayınlanmasına, yorumlar yapılmasına rağmen “niçin”i ve “azmettirici”lerine dair hâlâ esrarengiz suskunluk devam etmektedir.

Ali Şükrü Bey, “hayatını mesajı, mesajını da hayatı” haline getirmiş ender siyasî şahsiyetlerden birisi olarak, bugün ülke ve dünya meselelerinde örnek alınması gereken bir duruşun sahibi idi. TBMM’de yaptığı konuşmalar, kendi çıkardığı Tan Gazetesi’ndeki yazıları ve diğer konuşmaları, Ali Şükrü Bey’in “nasıl” bir düşünce ve eylem adamı olduğunu ortaya koymaya yeter. Ne yazık ki bu büyük şahsiyet, memleketi Trabzon’da ve üyesi olduğu ilk TBMM’nin devamı bugünkü TBMM’de de hatırlan(a)mıyor.

Siyasî cinayetler çığırının sembol ismi Ali Şükrü Bey Hadisesi bütün yönleriyle aydınlatılmadıkça, yakın tarihimiz kara ve kirli bulutlardan kurtulamayacaktır.

Tarih, bu feci sayfaların hakikatinin yazımı için muhakkikleri, gerçek tarihçileri beklemektedir!

Ali Şükrü Bey’in 90. vefat yıldönümündeki bu 3. yazımızda bugüne kadar yayınlanmamış, kamuoyunun ve tarihçilerin vicdanlarını kanatan bir olaya şahit olan (Ali Şükrü Bey isimli eserin sahibi) İsmail Hacıfettahoğlu’nun Ali Şükrü Bey’in ailesiyle ilgili olarak 7 Nisan 2013 günü bana ilk defa anlattığı olay, Ali Şükrü Bey’in katlinin tetikçileri ve tertipçilerinin “nelere sebep oldukları”nı gösteren bir trajedinin ifadesidir. Bilindiği gibi Ali Şükrü Bey’in iki kızı ve bir oğlu vardı. Bundan sonra Ali Şükrü Bey’le ilgili yazılacak araştırma ve eserlerde yer alması gerektiğine inandığım, dinlerken bile ürperdiğim hadise’yi  İsmail Bey de teessürle anlatıyor:

“1997 yılının 13 Haziran’ıydı. Ankara Bayındır Hastanesinde bir yakınım kalp ameliyatı olmuştu. Eşimle birlikte sık sık ziyaretine gidiyordum. Bitişik odada yatan hastanın kızı eşimle tanışmış, dedesinin Trabzon’lu Ali Şükrü Bey olduğunu söylemişti. Eşim, “Beyim, sürekli Ali Şükrü Bey’den bahseder” dediğinde,  benimle görüşmek istediler. Ziyaretlerine gittim. Meğerse bitişik odada yatan hasta merhum Ali Şükrü Bey’in küçük kızı Ayşe Suna Hanımefendinin beyi Necdet Pekcan’dı. Bypass ameliyatı olan Necdet Bey’e oğlu Tugay Pekcan ile kızı Gülây Kanatlı refakat ediyordu. Necdet Bey’in yatağının başucunda, rahatsızlığı sebebiyle Eskişehir’den gelemeyen Ayşe Suna Hanımın fotoğrafı duruyordu.

Aile ile uzun uzun görüştüm. Hem Necdet Beyle, hem de kızı Gülay Hanımla. Benim Ali Şükrü Bey’i tanımamı hayretle karşıladılar. Necdet Bey, oğlu ve kızı Gülay Hanım, “Bu kadar teferruatlı nasıl bilebiliyorsunuz?” dediler.  Ben de kendilerine “Ali Şükrü Bey’den neden bu kadar uzak durdukları”nı sordum. Trabzon’a bir iki kez gelip gittiklerini biliyordum. Ondan da bahsettim. Kendilerine; “Ali Şükrü Bey’in ahfâdı olmak bir şereftir. Ali Şükrü Bey, Milli Mücadeleyi başlatan, hayatı boyunca yılmadan inandıklarının mücadelesini veren şerefli bir insandır. Bu kısa ömrünü şehidlikle tamamlamış, taçlandırmış, hepimizin medar-ı iftiharı alan bir büyük insan. Bizim onu tanımamız, tanıtmamızdan daha tabii bir şey olamaz. Sizin bu ilgisizliğiniz neden?” diye sorduğumda, Necdet Pekcan Beyefendi fotoğrafa bakarak eşi Ayşe Suna hanımın (Ayşe Suna hanım o zaman hayattaydı) başından geçenleri anlatmaya başladı:

“Ali Şükrü Bey vefat ettiğinde, Ayşe Suna Hanım 3 yaşındaydı. Diğer çocuklarına da etraftakiler, komşuları sürekli “Babanız Kıbrıs’ta” derlermiş. Babalarının şehid olduğunu çocuklarına söylememişler, söyleyemiyorlar. Babalarını çok sevdiklerinden, yokluğuna dayanamıyorlar, babalarıyla çektirilmiş fotoğraflarına bakıyorlar.

Ayşe Suna Hanım, 3 yaşında sürekli babasını sayıklıyor, onu görmek istiyor. “Baban Kıbrıs’ta gelecek” diye çocuğu avutuyorlar. Yaşı 10 civarına geldiğinde bir gün İstanbul Kandilli’deki evlerinin çatı arasına çıkıyor. Orada bazı gazete ve kitaplar görüyor. Onları karıştırırken bir gazetede babasının (Ali Şükrü Bey’in) dili dışarıda, öldürülmüş halde fotoğrafını görüyor. O anda çocuğun dili tutuluyor. Aylarca konuşamıyor. Hastaneye yatırıyorlar, uzun süre tedavi ettiriyorlar. Yavaş yavaş konuşmaya başlıyor. Fakat devamlı babasını sayıklıyor. Babası her hatırına geldiğinde, ondan söz edilince tekrar aynı durum ileri yaşlarında da devam ediyor.  Ayşe Suna hanım böyle müthiş bir travma geçiriyor.

Rahmetli Ali Şükrü Bey’in annesi ve babası da o sıralar sağ, hayatta. Onların da yaşadıkları, hanımının yaşadıkları müthiş… Bu acıların yanında maddi sıkıntılar da var.

Ali Şükrü Bey’in şehadetinden sonra Birinci meclis yaptığı toplantıda devletin eşi ve çocuklarına aylık tahsis etmesi için kanun çıkartılıyor. Fakat kanuni prosedür tamamlanmıyor. Birinci meclis Ali Şükrü Bey’in ölümünden birkaç gün sonra lağvediliyor. Kanun kadük oluyor, çıkmıyor.

Ali Şükrü Bey’in Ankara’da matbaası vardı. Ali Şükrü Beyin hanımı Emine Kamer Hanım, Rauf Bey’den (Orbay) matbaayı satmasını ve parasını göndermesini istiyor. Rauf Bey, matbaayı satıyor ama o sırada İzmir Suikasti bahanesiyle yargılandığından yurt dışına kaçıyor. Matbaanın parası da onunla gidiyor.

Ailenin üst üste yaşadığı bu travmalar, depresyonlar devam ederken Ali Şükrü Bey’in tek oğlu Ahmet Hayrettin Nuha’yı Deniz Harp Okuluna alıyorlar. Ama babasından Men-i Müskirat Kanunu’nun intikamını almak için, bilhassa onu alkolik hale getiriyorlar. Teğmen iken ihraç ediyorlar.

Allah rahmet eylesin, Necdet Pekcan’ın anlattığı bir olay daha vardı. 1946’da Ali Şükrü Bey’in yakın arkadaşı o zamanın Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey’le particilik yapmışlar. Milli Kalkınma Partisinin yönetimindeler. Hüseyin Avni Bey, kendisine “Bu hakikatler bir gün ortaya çıkacak” dediğinde “ben bir türlü inanmıyorum” demişti bana.

Ali Şükrü Bey’le ilgili kitabım neşredilince kendisine göndermiştim. Kitabı okumuş, çok duygulanmış. Teşekkür etmek için  telefon açtığında ağlayarak bana bunları anlatmıştı.”

İsmail Hacıfettahoğlu, sözün burasında; ‘Katledilen, davası uğruna şehid olan insanların aile efradına uygulanan sistemli bir taarruz da vardı. Açlığa mahkûm etmek, değişik metodlarla onları sıkıntıya sokmak, korku salmak. Maalesef bu bir hakikat… Ama bunların su yüzüne çıkması gerekir. Bunlar bizim tarihimiz. İbret almamız gerekir. Unutmamamız gereken olaylar. Sene-i devriyelerinde sürekli hafızalarımızı tazelememiz gereken olaylar.” diyor.

İlk yazıda, “büyük mezarlar büyük mesajlar taşır” demiştim. Ali Şükrü Bey’in büyük mezarı, taşıdığı büyük mesajı okuyacak, anlayacak, yarının tarihçilerine taşıyacak tarihçileri bekliyor.

İlginçtir ki, gene aynı zamanın en şedit ve dikta döneminin büyük şehidlerinden, İstiklal Mahkemesi’nce idam edilen  (4 Şubat 1926) İskilipli Atıf Efendi’nin 14 yaşında bulunan kızı Melâhat Hanım da Ali Şükrü Bey’in çocuklarının benzeri travmaları yaşamıştır.

Yazımızı, “Şapka Kanunu’na muhalefet” bahanesiyle idam edilen Atıf Hoca’nın idam sehpasına sakin ve vecd içinde yürürken söylediği şu muhteşem cümle ile bitirelim.

 Diyor ki İskilipli Atıf Efendi:

 “ZALİM VE KATİLLERLE ELBETTE MAHŞER GÜNÜNDE HESAPLAŞACAĞIZ!”

 Ali Şükrü Bey ve ahfâdına tekrar rahmet, mağfiret…

 

 

 

2 Nisan 2013 Salı

ALİ ŞÜKRÜ BEY’İ “UNUTMAYAN ŞEHİR”DEN “UNUTAN ŞEHİR”E…

 Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Önceki yazımızda “Şehadetinin 90. Yılında Trabzon ve TBMM hâlâ suskun” diye başlık atmış ve “Ali Şükrü Bey’i hatırlamak ve şahsiyetiyle yüzleşmek” şeklinde devam ederek, 90. ölüm yıldönümü vesilesiyle bu büyük şehid-i muazzez’i konu edinmiştik. Ali Şükrü Bey’e dair düşüncelerimize devam ediyoruz.

90 yıl önce “fail-i malûm” ve “fail-i meşhur” bir cinayetle şehid edilen I. Meclis’in Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey’le ilgili sis henüz dağılmış değil. Şahsiyeti, fikirleri ve şehadetine dair esrarengiz suskunluk ise henüz bozulmuş değil. Bu konuda şehadetinin 90. yılında Trabzon basınında birkaç yazı çıktı. O’nun sadece “kronolojik hayatı”ndan başka kıymet ifade etmeyen, adeta bir ilkokul öğrencisinin “biyografi ödevi” şeklinde birkaç yazı…Veyahut kıymetli bir eşyayı çalıp saklamak isterken etrafına bakıp da, korku içinde “acaba bir gören oldu mu?” tedirginliğiyle serpiştirilen “malûmatfuruşluk”lar…

Kimse onun davası’nın “niçin”ine, iddiasına, muhtevasına, muhalif olduklarına, savunduklarına girme, onları bugüne taşıma cesaretini gösteremiyor. Taraftar olanların ürkek, karşı olanların küstah tavır takındıkları Ali Şükrü Bey, 90 yıl sonra şahsiyetiyle hâlâ tesirini devam ettiriyor.

Dün olduğu gibi bugün de  Ali Şükrü Bey’in inandığı, yılmadan mücadele ettiği, taviz vermediği ve bu yolda ölümü selâmladığı davasına bağlı olduğunu iddia eden geniş kitleler var. Biz bu geniş kitlelerin, özellikle de siyasîlerin, Trabzon’da ve ülke genelinde bu yıl da müthiş bir “sükût çukuru”na girdiklerine şahit olduk.

Trabzon Milletvekillerinin ne TBMM’de ne de medyada O’nunla ilgili hiçbir cümlesini göremedik. Bu hal, ya müthiş bir gafletin, veya müthiş bir korkunun tezahürüdür. Türkiye’nin Dersim’lerden, Ergenekonlardan, mafyalardan, çetelerden barsaklarını temizleme hamlesine girdiği bu günlerde, tüm TBMM ile birlikte özellikle Trabzon’un siyasîleri, tek parti iktidarlarına rağmen hâlâ Ali Şükrü Bey’le ilgili “konuşma oruçları”nı bozmuyorlarsa ortada bir ‘şahsiyet problemi’ var demektir. Daha açık söyleyelim: Ali Şükrü Bey’in duruşunu örnek alacak “çap”ta bir Trabzon milletvekili henüz gelmemiştir! Yâni, ortada bir DNA ayrılığı, gen farklılaşması/mutasyonu var demektir.

Ne demek istiyoruz?

Şunu: Ali Şükrü Bey, bütün özellikleriyle davasına inanmış ve adanmış “Trabzon insanı”nın genetik özelliklerini şahsında taşıyan ve temsil eden şahsiyet sahibi bir mücadele adamıydı. Ali Şükrü Bey’i kabullenenlerin de düşman olanların da “şahsiyeti”ne ilişkin söyledikleri onun nasıl bir “duruş adamı” olduğunu gösteriyor. O, hayatıyla da şehadetiyle de, Trabzon’a adeta şu mesaj vermişti: “İnanılan değerler uğruna şartlar ne kadar zor ve meşakkatli, engeller de ne kadar yüksek ve muhkem olursa olsun, mutlaka verilmesi gereken bir mücadele var. Bu bir medeniyetin varoluş ve yokoluş davasıdır. Ben bu mücadeleye inandım ve hayatımı adadım. Bedelini de şehadetle ödedim!”

Üstad Necip Fazıl’ın cümleleriyle; “…Sadece iman ve mukaddesat safındaki bu kahraman çocuğunu, sırf mahrem renkleri ve gizli manaları sezdiği ve bu yüzden muhalefete geçtiği için vahşice öldürttüler!”

Peki bugünün Trabzon’u O’nun hayatını da şehadetini de böyle okuyabiliyor mu?

Maalesef O’nun fikri ve ruhî genleriyle bugünün Trabzon insanının genleri birbiriyle uyuşmuyor. Bu DNA farklılaşması sadece şehrimize mahsus bir şey de değil. Tüm şehirlerimize, ülkemize sirayet etmiş bir doku bozulması, şahsiyet iltihaplanması var. Tarihî hafıza ve geleneğin silinme ve yeni bir “hafıza ve gelenek icadı”na doğru savrulma ve sapma durumudur bu.  

Artık (eski deyimle) "emval ve erzak iştahı”nın hiçbir varlık, endişe ve iddiasına yer bırakmadığı savrulma zamanlarında “kendi kalabilmek”, hafızasına sahip çıkabilmek, farklı bir DNA ve şahsiyet istiyor.

Ali Şükrü Bey işte bu “şahsiyet gen”inin nasıl olması gerektiği’ni göstermiş ve 90 yıl önce şehadetle aramızdan ayrılmıştı.

Yazık bugünkü Trabzon’un haline ! Yazık siyasilerin u hallerine! Şehrin futbol takımı için seferberlik ilan eden, takımı yenildiğinde sanki meydan muharebesi kaybetmişçesine kriz geçirenlerin Ali Şükrü Bey’den habersiz olmaları veya O’ndan bahsetmemeleri gayet tabii… Söyledik ya; bir genetik başkalaşma sözkonusu…

Medeniyet şehirlerinin ve şahsiyetlerinin hayat verdiği “gen”ler çatlıyor, çürüyor, başkalaşıyor…

Ancak; Dün’ün Trabzon’u Ali Şükrü Bey’in şehadeti karşısında nasıl bir tepki vermişti?

Bu soruyu soralım ve 1918 yılında Trabzon’da çıkan ve 6 yıl gibi uzun bir süre yayınına devam eden İstikbal gazetesi’nden seçtiğimiz kesitlerle Ali Şükrü Bey’in şehadetine nasıl tepki verildiğine bakalım.

Hemen belirtelim ki; İstikbal Gazetesi Trabzon’lu Faik Ahmet Barutçu tarafından çıkarılıyordu. Barutçu, önceleri Ali Şükrü Bey’in katledilmesiyle ilgili şiddetli yayınlar yapmasına rağmen, daha sonra 1939 yılında CHP’den milletvekili olmuş ve uzun süre milletvekilliğini sürdürmüş, Başbakan Yardımcılığı yapmıştır.

İşte Barutçu’nun çıkardığı İSTİKBAL Gazetesinden Ali Şükrü Bey’le ilgili 30 Mart 1923 ile 14 Haziran 1923 tarihleri arasındaki nüshalardan seçtiğimiz kesitlerden bazıları:

30 Mart 1923 tarihli Gazete’den:

“İstanbul’da, sanki o daima millet hesabına çalışmak için müesses matbaanda Karakol cemiyetinin bilmem milli kongrelerin neşriyatını gizli gizli tab ederken milleti uyandırmak, üstümüze bir hayulâ gibi yıkılmak üzere kopup gelen büyük tehlikeden haberdar etmek için daima tehlikeli ve daima şerefli vazifelerden hoşlanan ruhunun ilhamatını en yüksek bir hiss-i necabet ve fedakarî  ile yerine getirmeye uğraşırken ve nihayet İstanbul Meclisinin İngilizler tarafından basılıp seddedilmesi üzerine kendini derhal Anadolu’ya sıcak şefkat dolu gördüğün Ankara’ya atarken BİR GÜN GELİP NÂMERD İNSANLAR ELİYLE VE EN FECÎ BİR ÂKIBETLE ŞEREF DOLU HAYATINA VEDA EDECEĞİNİ HATIRINDAN GEÇİREBİLİR MİYDİN?

Azîz Şehîd, bu âkıbeti belki son zamanlarda düşünüyordun ve belki de yine hiç düşünemiyordun. Fakat biz MENSUP OLDUĞUN VİLAYET HALKININ MEVCÛDİYYETİNİ sarsan bu MEL’UN VE MENFUR SÛ-İ KASD ihtimalini fikrimizden hayalimizden geçirebilir mi idik?....

“Senin ulviyete suûd eden büyük, temiz ruhuna tekarrübe çalışıyoruz. Bu dakika seni, senin kanını aramaktan hiçbir zaman fâriğ olmayacak olan memleketinin heyecanını görsen, sana olan hürmetinin merbutiyetinin derecesini anlardın!”

1 Nisan 1923 tarihli Gazete’den:

“ Memleket şimdi mebuslarının, azîz ve büyük şehid Ali Şükrü’nün kanını arayan mebusların teşebbüsatına kuvvetü’z-zahr olarak  neticeye muntazır bulunuyor. Trabzon şimdi azîz mebusunun cesed ve katillerini istiyor. Trabzon şimdi mebuslarının ve muhterem Meclisin emniyetini istiyor.”

Ali Şükrü Bey’in cesedinin toprağa gömülü olarak Çankaya sırtlarında bulunması üzerine İstikbal Gazetesi sahibi Faik Ahmet Barutçu “FACİA KARŞISINDA” başlıklı yazısında şunları söyler:

Ali Şükrü’nün şehadeti memleketde yeni bir sahife açıyor. Büyük vatanperver şimdi büyük ve şâyân-ı hürmet bir şehiddir. O ŞEHADETİYLE DE MİLLETİN HÜRMETİNİ, MİLLETİN HAKİMİYETİNİ TE’YİDE HİZMET ETMİŞ oluyor. Bu milletin hürriyetine, hakimiyetine el dokundurmayacak, bu uğurda icab eden her şeyi yapabilecek, saltanat-ı şahsiyyeye bazı silahsız haydutların hürriyet düşmanlarının açıktan istedikleri, bağıra bağıra  istedikleri hakimiyet-i şahsiyyeye boyun eğmeyecek çok kahraman, çok fedai bir millet olduğunu onun şehadeti bütün yâr ve ağyâr nezdinde isbata vesile teşkil edecek bir yeni devir açıyor. ALİ ŞÜKRÜ’YÜ ŞEHİD EDENLER, ONA EN AZİZ, EN ŞÂYÂN-I HÜRMET MEVKİ-İ EBEDÎYİ TEMİN ETMİŞLERDİR.

Mübarek Şehid! Senin arkanda ölmeyen, hürriyetini öldürmeyecek olan, senin namını unutdurmayacak olan koca bir millet var. Müsterih ol!”

Dikkat edilsin! Bu cümleler, daha sonra CHP’nin tek parti diktatörlüğünde Başbakan Yardımcılığı yapmış bir şahsın kaleminden çıkıyor.

Gene aynı tarihli İstikbal Gazetesi’nde yayınlanan Vakfıkebir Belediye Reisi Ali ile Vakfıkebir Müftüsü Ali’nin çektikleri telgraf:

“Ali Şükrü Bey’in katli manidar olmakla katillerinin ve onların saik ve müşevviklerinin ve cinayet yuvasının imhası için ne yapılması lazım ise, bilâ-fütûr ve ehemmiyetle meseleyi takip mercûdur. Hemşehrimiz olmak dolayısıyla en ziyade biz Vakfıkebirliler ve mebusu bulunduğu Trabzonlular ve mülhakâtı ahâlisi şehidin hukuku için HER fedakârlığa âmâdedir. Katilleri ve Saikleri her kim olur ise olsun hükûmet zâhire ihraç etmeli ve kahr u tedmîr eylemelidir.

Şehidin cesed-i mübarekini isteriz. Katil ve müşevviklerini lâhd-i sükûnı ebediye isâl edinceye kadar çalışacağız. Setre hiçbir kuvvet hâil olamaz. Bütün halk teessüründen hâl-i galeyandadır. Kalbimizin cerîha, teessürümüzün izalesi bu icraat neticesine bakıyor.

Envâ-ı şenâet ve denâetlerle mâilî olduğunu bildirdiğimiz, mazisi mülevves Osman Ağa gibi bir rüsvây ve onu taht-ı himayesine alanları ilelebed tel’inden geri durmayacağız. Giresun gibi zengin bir memleketin servetini kemiren ve bu defa da hayatımıza kast eden denî ve alçak tıynetli Topal Osman kendi gibi bed-tıynet olan mahmîlerini de pençe-i adalete tevdi ve teslim etdiriniz. Cevaba muntazırız. Hudaya emanet olunuz.”

Altında Vakfıkebir Belediye Reisi ve Müftü’sü ile birlikte Eşraftan Hacıhasanzâde Sabri, Birincizade Hacı Hafız, Bahadırzade Hafız Keleş, Mustafa ve Şarlı’dan Uzunzade Arif, Ali, Mehmed, Hasan, Mustafa ve Hafız Hakkı imzaları da bulunan bu beyanâttaki duygular ve sahiplenişe rağmen Ali Şükrü Bey’in davası bugün Trabzon’da maalesef unutulmuş durumda.

3 Nisan 1923 tarihli Gazete’den:

Altında Erzurum Meb’usu Hüseyin Avni, Burdur Mebusu Mehmed Akif, Lazistan Mebusu Abidin, Rize Mebusu Ziya Hurşit’le birlikte 25 milletvekilinin imzası bulunan bir taziye şöyledir:

“Ankara, 2 Nisan. Fikr-i ictihad arkadaşımız Trabzon’un büyük oğullarından Ali Şükrü Bey kardeşimizin facia-i şehadeti hasebiyle kalbimizin, ruhumuzun derinliklerinden gelen en mukaddes bir hareket ve heyecanla muhterem Trabzonlulara arz-ı taziyet eyleriz.

Fikr-i ictihad yolunda ilk kurbanı Trabzon’un vermesi, mücahede-i milliyenin pişdarlarından bulunan mübarek vilayetiniz için mübarek bir mazhariyetdir. Bu münasebetle mebuslarınıza gösterdiğiniz çok büyük muzaheret ve alakadarlığınız vatanımızın nâil-i hürriyet ve refah olması emrinde en yüksek bir esâs-ı istinâddır. Böyle münevver ve fedâkâr bir milletin vekili bulunmak elhak şâyân-ı iftihardır. Samimi hürmetlerimizin kabulünü rica eyleriz.”

Sanki, Mehmed Akif, Hüseyin Avni ve 23 arkadaşı, 90 yıl sonra bugün TBMM’deki Trabzon milletvekillerine sesleniyor. Ancak ne okuyan, ne anlamak isteyen var!

Trabzon’la birlikte ülkenin her tarafından müthiş bir infial ve tepkiyi ifade eden birçok beyanatlar, telgraflar ve mesajlar da İstikbal Gazetesi’nde yayınlanır.

4 Nisan 1923 tarihli İstikbal Gazetesi’nde Trabzon Belediye Reisi Hakkı ve Müdafaa-i Hukuk Reisi Barutçuzade Hacı Ahmed’in Ali Şükrü Bey’in hanımına çektikleri telgraf şöyledir:

“Şehid-i Muhterem Ali Şükrü Bey Zevcesi Hanımefendi’ye. Mel’un ve menfur bir cinayete maruz kalan fakat vatanı uğrunda hayat ve şeref-i ebedîye kavuşan çok kıymetli zevceniz fedakâr millet mebusumuz Ali Şükrü Bey kardeşimizin facia-i şehadetiyle dil-hûn olarak şehid-i mağfurun takdirkâr ve minnetdar milletine vedîa bıraktığı muhterem refîka-i hayatına ve sevgili yavrularına karşı vazîfe-i milliye ve vicdâniyyemizi der-hâtır ederek na’şını Trabzon’a istediğimiz mübârek şehidimizin nam-ı mübecceline lâyık bir âbidesini Trabzon’un sînesinde yükseltmek için müsaadelerinizi niyaz ederiz ve bütün Samim-i kalbimizle ve kurumayan gözyaşlarımızla sizlere taziyet eyleriz.”

Ali Şükrü Beyin cenazesinin Trabzon’a getirilmesi ve defnine dair 11 Nisan 1923 tarihli İstikbal Gazetesi’ndeki uzun bir yazıdan kesitler alıyoruz:

“Dün Trabzon, büyük evlâdı Ali Şükrü’nün mübarek naşı huzurunda, emsalsiz bir tuğyan ve galeyan içinde bir kere daha yerinden oynadı…Çarşı ve pazara giden bir ferd yoktu. Evinden çıkan doğru iskeleye koşuyordu. Dün Trabzon sanki seyyal bir mevcudiyet halinde mübarek şehidin ulviyete suud eden ruhuna doğru yükselmek, akıp gitmek istiyordu… Ali Şükrü Bey’n mübarek naşını, fedakar ve takdirkâr kayıkçılarımız omuzları üstünde iskeleden indirmek istediler… Kemal-i hürmetle iskeleden aşağı indirdiler… Muhterem tabut sancaklara sarılmış idi. Diğer bir sancak üzerine, “Şehid-i muhterem-i Vatan Ali Şükrü Bey’in ruhuna fâtiha” yazılı olduğu halde… Muhterem nâş, iskeleye yanaşdığı sırada bütün halkın ellerini kaldırarak Fâtihalar okuduğunu ve beyaz mendillerle göz yaşlarını silmekte oldukları görülüyordu…Yâ Rab! O ne müteheyyic manzaraydı. Halk, muhterem şehid mebusun naşına ve tehâlükle sarılıyor, sanki bağrına, sanki ruhuna basmak istiyordu. Adım atmak, yürüyebilmek imkansızdı. Halk bir kitle-i  seyyâle gibi akıyordu…. Büyük meydan omuz omuzu sökemeyecek suretde lebaleb dolmuş idi… Millet, kalbinde tutuşan alevi sanki Ali Şükrü’nün tabutunu bağrına basmakla söndürmek istiyormuşcasına ileri atılıyor, mübarek şehidin na’şını elleri üstüne almak istiyordu…

Ali Şükrü Bey’in na’şı karaya çıkarıldıktan sonra, orada hazırlanmış, yüksek bir mevkie kondu… Mübarek şehidimizin naşına refaket eden mebus, Necati Beyefendi ileri doğru birkaç adım atarak, işte emanetinizi tevdi ediyoruz diye söze başladı.. Necati Bey’in nutkuna Belediye Reisi Hakkı Bey mukabele eylediler… Nutku müteakip şehidin ruhuna Fatihalar ithaf olunarak ihtifal programı mucibince oradan hareket edildi… Belediye önündeki kalabalık muhteşem bir alay halinde göze çarpıyor ve halbuki, henüz cenaze, İskele caddesinden gözükmemiş bulunuyordu. Trabzon bugünkü gibi büyük bir kalabalığın tezahüratına şahit olmamıştı… Muhterem şehidin na’şı Belediye önünde halı ve sancaklarla tefriş edilmiş bir mevkie konduktan sonra, cenaze namazı kılındı. Namazı, saf teşkil imkanı olmaması yüzünden herkes olduğu yerde kılmaya mecbur oldu. Beraberinde kıpırdamak imkansız bir halde idi. Ve böyle bir namaz Trabzon’da ilk defa kılınıyordu. Namazı müteakip Faik Ahmet Bey, ihzar olunan masanın üzerine çıkarak heyecanlı bir nutuk irad ettiler. Faik Ahmet Bey, günlerden haftalardan beri devam eden teessür, mübarek şehid na’şının, hürriyetinizi seviniz, onun için ölünüz, diyen vakur ihtişamı karşısında en had noktasına vardığını en yakıcı şiddetini bulduğunu söylemek suretiyle başladı…Nutkunun sonunda Ali Şükrü’nün mübarek na’şı huzurunda hürriyet ve hakimiyet için halkı yemine davet ederek yükselen “Vallahi” sedaları arasında, na’şa dönüp müsterîh ol, senin eserini takip edecek koca bir millet var, demiş ve teessür ve heyecan içinde aşağı inmiştir.

Faik Ahmed Bey’in nutkunu, Lazistan mebusu Abidin Bey’in nutku takip etmiştir… Bundan sonra cenaze alayı aynı tertip dahilinde Boztepe’ye doğru ilerlemeye başladı. Büyük şehid için memlekete nazır ve hakim bir tepede bir makber ihzar edilmiş idi… Mübarek na’ş buraya kadar hürmetkar kafilenin iyadi-i tebcil ve ihtiramında naklolundu. Merhumun zavallı pederi de iki büklüm bu kafile önünde ilerliyordu…  Nutuklardan sonra, şehid-i mazlumun mübarek na’şı makbere-i mahsusasına indirilmiş, hoş-elhân hafızların hatm-i şerifleriyle merasime nihayet verilmiştir.”

Aynı haberin devamında “Tabutun Arkasında” başlığı altında şunlar yazıyordu: “Dün Trabzon fikir ve ictihadın gömülmek istendiği bir tabutun arkasında yürüdü. Kadınıyla çocuğuyla, genciyle ihtiyarıyla, bütün bir memleket, o büyük tabutun kudsiyyeti etrafında ağladı. Kalplerinin en samimi noktalarından kopup gelen ve en temiz ve ulvî heyecanıyla halk, büyük tabutun etrafında bir hale-i ihtiram teşkil ederek gösterdiği ulvî alâka ile şahsın değil, idealin perestişkârı olduğunu tekrar te’yid etdi.

Ali Şükrü’nün tabutu ve bu tabutun taşıdığı mana, Trabzon’un en uzak köşelerinden bile akıp gelen heyecanın ulvileştirdiği bir mabed gibi idi. Dün koca bir memleketin inleyerek omuzlarında taşıdığı bu büyük ölü, fikrin tabuta giremeyeceğine, öldürülmek istenildikçe ne büyük bir ibdâ kabiliyeti kazandığına ulvî bir misal olmuşdu.”

Böylesine muhteşem bir törenle tüm Trabzon’un seferber olduğu Ali Şükrü Bey’le ilgili ateşli nutuklar ve yazılardan sonra ne olmuştur?

“Ankara’nın hışmı”yla kısa bir zaman sonra herkesin kimyası bozulmuştur.

Dünkü Trabzon’un Ali Şükrü Bey’i ile Bugünkü Trabzon’un Ali Şükrü Bey’ini mukayese edin !

Bu kesitler, Dün O’nun “Ulvîliklere yükselen temiz ruhuna yaklaşmaya çalışan” Trabzon’u ile Bugünün Trabzon’u arasındaki TEPKİ farklılığı, tepkilerin nerelerde yoğunlaştığı ve GEN BOZULMASI’nı ortaya koymaya yetmez mi?

Trabzon ne yazık ki kendisi uğruna feda-i can edenleri unuttu. Kaybettiği değerler hafızasından silindi.

Trabzon’la birlikte hafızası adeta “protez”leştirilen siyasiler, yöneticiler, aydınlar, kültür-sanat-iş çevreleri de Ali Şükrü Bey’i ve davasını unuttu.

Dünya tarihinin, yerel coğrafyalardan hareket ederek “yeniden dizayn” edildiği ve yazılmaya başladığı 21. yüzyılın ilk çeyreğinde, Ali Şükrü Bey Hadisesi, aydınlandığı ve sebepleri anlaşıldığı takdirde siyasî tarihimizde sahih bir aydınlanmanın başlangıcı olacaktır.

Gün gelecek, bu “büyük şehid”, şehadetiyle yakın tarihimizin “büyük hesaplaşması”nı başlatacaktır!

Ali Şükrü Bey’e şehadetinin 90. yılında bir kez daha rahmet, Trabzon’a da onu anlama yolunda idrak, basiret ve feraset diliyoruz.