duzenliyahya@gmail.com
Birinci Meclis’te Trabzon
milletvekili olan Ali Şükrü Bey’in 39 yaşında iken 27 Mart 1923’te hunlarca bir
tertiple katledilmesinin ardından, Trabzon’dan yükselen infial ve öfke ile ülkenin
o zamanki olağanüstü şartları da hesaba katılarak, olayın “tetikçi”lerinden çok
“tertipçi”leri üzerinde yoğunlaşılması üzerine I. TBBM, Ali Şükrü Beyin
şehadetinden 3 gün sonra 1 Nisan 1923’te lağvedilir.
Ali Şükrü Bey’in Trabzon’a
getirilen cenazesinin müthiş bir kalabalık eşliğinde Boztepe’de defni de
zamanın ülke yöneticilerini tedirgin etmiştir.
O zaman (1923) Trabzon’da
yayınlanan “İstikbal” Gazetesi, olayı bütün boyutlarıyla ortaya koyarak, bir
belgesel niteliğiyle o günün, bugünün ve yarının tarihçilerine önemli belgeler
sunar. Ancak bugüne kadar olayın genişliğine “nasıl”ı üzerinde epey belgeler
yayınlanmasına, yorumlar yapılmasına rağmen “niçin”i ve “azmettirici”lerine
dair hâlâ esrarengiz suskunluk devam etmektedir.
Ali Şükrü Bey, “hayatını
mesajı, mesajını da hayatı” haline getirmiş ender siyasî şahsiyetlerden birisi
olarak, bugün ülke ve dünya meselelerinde örnek alınması gereken bir duruşun
sahibi idi. TBMM’de yaptığı konuşmalar, kendi çıkardığı Tan Gazetesi’ndeki
yazıları ve diğer konuşmaları, Ali Şükrü Bey’in “nasıl” bir düşünce ve eylem
adamı olduğunu ortaya koymaya yeter. Ne yazık ki bu büyük şahsiyet, memleketi
Trabzon’da ve üyesi olduğu ilk TBMM’nin devamı bugünkü TBMM’de de hatırlan(a)mıyor.
Siyasî cinayetler çığırının
sembol ismi Ali Şükrü Bey Hadisesi bütün yönleriyle aydınlatılmadıkça, yakın
tarihimiz kara ve kirli bulutlardan kurtulamayacaktır.
Tarih, bu feci sayfaların hakikatinin
yazımı için muhakkikleri, gerçek tarihçileri beklemektedir!
Ali Şükrü Bey’in 90. vefat
yıldönümündeki bu 3. yazımızda bugüne kadar yayınlanmamış, kamuoyunun ve
tarihçilerin vicdanlarını kanatan bir olaya şahit olan (Ali Şükrü Bey isimli
eserin sahibi) İsmail Hacıfettahoğlu’nun Ali Şükrü Bey’in ailesiyle ilgili
olarak 7 Nisan 2013 günü bana ilk defa anlattığı olay, Ali Şükrü Bey’in
katlinin tetikçileri ve tertipçilerinin “nelere sebep oldukları”nı gösteren bir
trajedinin ifadesidir. Bilindiği gibi Ali Şükrü Bey’in iki kızı ve bir oğlu
vardı. Bundan sonra Ali Şükrü Bey’le ilgili yazılacak araştırma ve eserlerde
yer alması gerektiğine inandığım, dinlerken bile ürperdiğim hadise’yi İsmail Bey de teessürle anlatıyor:
“1997 yılının 13 Haziran’ıydı. Ankara Bayındır Hastanesinde
bir yakınım kalp ameliyatı olmuştu. Eşimle birlikte sık sık ziyaretine gidiyordum.
Bitişik odada yatan hastanın kızı eşimle tanışmış, dedesinin Trabzon’lu Ali
Şükrü Bey olduğunu söylemişti. Eşim, “Beyim, sürekli Ali Şükrü Bey’den
bahseder” dediğinde, benimle görüşmek
istediler. Ziyaretlerine gittim. Meğerse bitişik odada yatan hasta merhum Ali
Şükrü Bey’in küçük kızı Ayşe Suna Hanımefendinin beyi Necdet Pekcan’dı. Bypass
ameliyatı olan Necdet Bey’e oğlu Tugay Pekcan ile kızı Gülây Kanatlı refakat
ediyordu. Necdet Bey’in yatağının başucunda, rahatsızlığı sebebiyle
Eskişehir’den gelemeyen Ayşe Suna Hanımın fotoğrafı duruyordu.
Aile ile uzun uzun görüştüm. Hem Necdet Beyle, hem de
kızı Gülay Hanımla. Benim Ali Şükrü Bey’i tanımamı hayretle karşıladılar. Necdet
Bey, oğlu ve kızı Gülay Hanım, “Bu kadar teferruatlı nasıl bilebiliyorsunuz?”
dediler. Ben de kendilerine “Ali Şükrü
Bey’den neden bu kadar uzak durdukları”nı sordum. Trabzon’a bir iki kez gelip
gittiklerini biliyordum. Ondan da bahsettim. Kendilerine; “Ali Şükrü Bey’in
ahfâdı olmak bir şereftir. Ali Şükrü Bey, Milli Mücadeleyi başlatan, hayatı
boyunca yılmadan inandıklarının mücadelesini veren şerefli bir insandır. Bu
kısa ömrünü şehidlikle tamamlamış, taçlandırmış, hepimizin medar-ı iftiharı alan
bir büyük insan. Bizim onu tanımamız, tanıtmamızdan daha tabii bir şey olamaz.
Sizin bu ilgisizliğiniz neden?” diye sorduğumda, Necdet Pekcan Beyefendi
fotoğrafa bakarak eşi Ayşe Suna hanımın (Ayşe Suna hanım o zaman hayattaydı) başından
geçenleri anlatmaya başladı:
“Ali Şükrü Bey vefat ettiğinde, Ayşe Suna Hanım 3
yaşındaydı. Diğer çocuklarına da etraftakiler, komşuları sürekli “Babanız
Kıbrıs’ta” derlermiş. Babalarının şehid olduğunu çocuklarına söylememişler,
söyleyemiyorlar. Babalarını çok sevdiklerinden, yokluğuna dayanamıyorlar,
babalarıyla çektirilmiş fotoğraflarına bakıyorlar.
Ayşe Suna Hanım, 3 yaşında sürekli babasını
sayıklıyor, onu görmek istiyor. “Baban Kıbrıs’ta gelecek” diye çocuğu
avutuyorlar. Yaşı 10 civarına geldiğinde bir gün İstanbul Kandilli’deki
evlerinin çatı arasına çıkıyor. Orada bazı gazete ve kitaplar görüyor. Onları
karıştırırken bir gazetede babasının (Ali Şükrü Bey’in) dili dışarıda,
öldürülmüş halde fotoğrafını görüyor. O
anda çocuğun dili tutuluyor. Aylarca konuşamıyor. Hastaneye yatırıyorlar,
uzun süre tedavi ettiriyorlar. Yavaş yavaş konuşmaya başlıyor. Fakat devamlı
babasını sayıklıyor. Babası her hatırına geldiğinde, ondan söz edilince tekrar
aynı durum ileri yaşlarında da devam ediyor.
Ayşe Suna hanım böyle müthiş bir travma geçiriyor.
Rahmetli Ali Şükrü Bey’in annesi ve babası da o
sıralar sağ, hayatta. Onların da yaşadıkları, hanımının yaşadıkları müthiş… Bu
acıların yanında maddi sıkıntılar da var.
Ali Şükrü Bey’in şehadetinden sonra Birinci meclis
yaptığı toplantıda devletin eşi ve çocuklarına aylık tahsis etmesi için kanun
çıkartılıyor. Fakat kanuni prosedür tamamlanmıyor. Birinci meclis Ali Şükrü
Bey’in ölümünden birkaç gün sonra lağvediliyor. Kanun kadük oluyor, çıkmıyor.
Ali Şükrü Bey’in Ankara’da matbaası vardı. Ali Şükrü
Beyin hanımı Emine Kamer Hanım, Rauf Bey’den (Orbay) matbaayı satmasını ve
parasını göndermesini istiyor. Rauf Bey, matbaayı satıyor ama o sırada İzmir
Suikasti bahanesiyle yargılandığından yurt dışına kaçıyor. Matbaanın parası da
onunla gidiyor.
Ailenin üst üste yaşadığı bu travmalar, depresyonlar devam
ederken Ali Şükrü Bey’in tek oğlu Ahmet Hayrettin Nuha’yı Deniz Harp Okuluna
alıyorlar. Ama babasından Men-i Müskirat Kanunu’nun intikamını almak için,
bilhassa onu alkolik hale getiriyorlar. Teğmen iken ihraç ediyorlar.
Allah rahmet eylesin, Necdet Pekcan’ın anlattığı bir
olay daha vardı. 1946’da Ali Şükrü Bey’in yakın arkadaşı o zamanın Erzurum
Mebusu Hüseyin Avni Bey’le particilik yapmışlar. Milli Kalkınma Partisinin
yönetimindeler. Hüseyin Avni Bey, kendisine “Bu hakikatler bir gün ortaya
çıkacak” dediğinde “ben bir türlü inanmıyorum” demişti bana.
Ali Şükrü Bey’le ilgili kitabım neşredilince kendisine
göndermiştim. Kitabı okumuş, çok duygulanmış. Teşekkür etmek için telefon açtığında ağlayarak bana bunları anlatmıştı.”
İsmail Hacıfettahoğlu, sözün
burasında; ‘Katledilen, davası uğruna
şehid olan insanların aile efradına uygulanan sistemli bir taarruz da vardı.
Açlığa mahkûm etmek, değişik metodlarla onları sıkıntıya sokmak, korku salmak.
Maalesef bu bir hakikat… Ama bunların su yüzüne çıkması gerekir. Bunlar bizim
tarihimiz. İbret almamız gerekir. Unutmamamız gereken olaylar. Sene-i
devriyelerinde sürekli hafızalarımızı tazelememiz gereken olaylar.” diyor.
İlk yazıda, “büyük
mezarlar büyük mesajlar taşır” demiştim. Ali Şükrü Bey’in büyük mezarı,
taşıdığı büyük mesajı okuyacak, anlayacak, yarının tarihçilerine taşıyacak tarihçileri
bekliyor.
İlginçtir ki, gene aynı zamanın
en şedit ve dikta döneminin büyük şehidlerinden, İstiklal Mahkemesi’nce idam
edilen (4 Şubat 1926) İskilipli Atıf
Efendi’nin 14 yaşında bulunan kızı Melâhat Hanım da Ali Şükrü Bey’in
çocuklarının benzeri travmaları yaşamıştır.
Yazımızı, “Şapka Kanunu’na
muhalefet” bahanesiyle idam edilen Atıf Hoca’nın idam sehpasına sakin ve vecd
içinde yürürken söylediği şu muhteşem cümle ile bitirelim.
“ZALİM VE KATİLLERLE ELBETTE MAHŞER
GÜNÜNDE HESAPLAŞACAĞIZ!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder