29 Nisan 2013 Pazartesi

VARLIĞI İDRAK VE ŞEHRİN KIYAMETİ…


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Artık büyükşehiri de aşmış “mega kent”lerde yaşamak için savaş veren insanoğlu, bu savaşla kendi akıbetini de hazırlıyor. Akıbetine, yâni üst üste dizilmiş tabutluklarda “hayat dediği zan”la yaşamanın verdiği “anestezik haz” ile trajik sonuna yaklaşıyor gibi… Şehrin de, insanın da kıyameti bu mu acaba?

Herhangi bir insana -bırakınız teklif etmeyi- “bir morgda bir tabutun içerisinde bir akşam yatar mısın?” diye sormak bile o insanı ürpertirken, kendisini böylesine “şehir tabutlukları”na mahkûm eden insanın bu halini nasıl izah etmeli?

Bunun adı ve izahı; “modern zaman nekropolü”ne hapsolmaktır. Antik zamanlarda öldükten sonra nekropolde cesedinize yer hazırlanırken, modern zamanlarda ‘yaşarken’ nekropoldesiniz. Nekropolde, yâni ‘ölüler şehri’nde…

Rilke, notlarında “demek buraya yaşanacak yer diye geliyorlar; oysa burası ölünecek yer desem daha doğru” diyor. Rilke belki bu sözü ‘orada ölünmeye değer bir şehir’  anlamında kullanmıştır ama modern zaman şehirlerinin göğü delen binaları da ‘ölmek için hazırlanan’ yerler sanki…

Modern zaman şehirlerinde helâkin başlangıcı mıdır bu hal?

Bilmiyorum tarihte bu derece kıyametini hazırlamak için çırpınan, hiçbir ölçü ve değer tanımayan, varlık nedenini kaosa borçlu olan bir başka dönem yaşanmış mıdır?

Büyük ârif Sülemî “fütüvvetin gereklerinden biri de gözü tok ve gönlü geniş olmaktır” der. Varlığın idrakinde olanlarda dünya karşısında, masivâ karşısında böylesine bir “istiğna: ihtiyaçsızlık” söz konusu iken, modern zamanlar insanı “gözü aç ve kalbi dar” bir biçimde her şeye saldırıyor.

Eski şahsiyetini bozduğu şehirde, ‘toplama organ’larla bir araya getirdiği, küstah ve arsızca göğü delmeye çalışan yapılar toplamına “şehir” adını veriyor ve ‘yaşama şehveti’yle kıyametini hazırlıyor…

Bu düşünceler; İstanbul’a Üsküdar sahilinden baktığımızda ilk anda gördüğümüz, eski şehre adeta küstahça meydan okuyan rezidanslar ve plazaların bu büyük tarih ve medeniyet şehrini nasıl istilâ etmekte olduğunu fark edince aklımıza geldi. Sadece İstanbul mu? Bütün şehirlerimiz böylesine ‘küstah bir istilâ’ ile bozulmaya, çözülmeye, çökmeye devam ediyor. 

Şehre ruh kazandıran ârif, hakîm ve mütebahhir yönetici ve mimarlar eliyle inşa edilen yapılar, mekânlar, alanlar olduğu gibi, şehrin ruhunu öldüren de tarih ve medeniyet derdi taşımayan, idrakin kendisini terk ettiği şehir yöneticileri…

Halk ise biçare yığınlar… Kendileri adına karar verenlerin sadece nesnesi… İradeleri yok sayılan, onlar adına karar verilen bir sürü…

Bir hikmet adamı “erdem, varlığın bir çağrısıdır” der ve devam eder: “Erdemi anlamak, aynı zamanda onu nasıl yerine getireceğimizi de bilmektir… Erdeme sahip olmak, her şeyden önce, bu erdeme zıt olan her şeyden uzaklaşmak demektir. Erdem asıldır, hatalar sonradan meydana gelmiştir… Dahası, erdeme sahip olan biz değiliz, bize sahip olan erdemdir…”

Bu hikmet ölçüsüyle şehri ve şehir yöneticilerini seyrettiğimizde göreceğimiz şey; erdemin “bu şehir”den kaçtığı ve bu şartlarda bir daha dönemeyeceğidir. Varlığı erdemi hatırlatmayan insan, şehir, bina, mekân… her ne varsa “varlığa kastetmiş” öldürücü bir helâk çağrısıdır.

Muhakkik-mimar Turgut Cansever’in, anlaşılmayan, genetiği bozulmuş şehir ve tabutluk inşacılarının asla da anlayamayacağı bir ontolojik tespitiyle bitirelim:

“İnsanın varlık ile aracısız, serbest, kısıtlanmamış ilişki içinde olması temel hakkı ve insan varlığının en üstün kuralıdır. İnsanın sorumluluğu, insanın bu hakkından ve yeteneğinden kaynaklanır…”

Var mı böyle bir varlık tasavvuru? Var mı bu idrakle şehre bakabilecek göz, şehir inşa edebilecek idrak?

Bütün bunları kime söylüyoruz? Yönetici iradeye! Şehirlerimizin katlini hazırlayanlara! Ve de şehirlerin ruhunu yok eden “gökdelen”leri önleme iradesine sahipken, onları inşa edenlere bir şey yapamadığını söyleyen, onlara sadece “küsen” siyasîlere, böylece de onların bu ‘kötülük’leri işlemelerine devam zemini sağlayan siyasi iradeye!

Tabii idrak sahibi herkese…

Şehirlerimizin mukadderatı üzerine muktedir olamayan iradenin yapacağı “inşa” değil çaresizce “imhaya rıza”dır!

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder