duzenliyahya@gmail.com
Yazımızın başlığındaki denklem
şeklindeki “matematiksel ifade” şehirlerimizin ne hale geldiğini,
insansızlaştırılmış, AVM, Residans ve Plazaların toplamından ibaret “ur
yığını”na dönüştüğünü anlatıyor. Eskiler “su-i
misal emsal olamaz” dese de kadîm medeniyet şehirleri de dahil olmak üzere
bütün şehirlerimiz bu şekilde “urlaşma” içerisinde. Ur haline gelemeyenler de
“urlaşma”nın hasreti içerisinde (!)
Karşımızda insan öğüten, insana tahammül
edemeyen, “yok eden güruhiyle ve yok
edilen ruhiyle” tümörleşmiş bir “şehir aygıtı” var. Bu aygıt, kendisini
inşa edeni yutmaktan şehevî bir haz alıyor. Yuttukça da şehveti artıyor!
Bu denklemin geometrik ifadesine
gelince…
Bir dostum geçtiğimiz günlerde,
yukarıdaki denkleme uygun düşecek müthiş bir karikatür gönderdi. Görünce
çarpıldım. Modern zamanların insan-şehir ilişkisi karikatür diliyle ancak bu
kadar etkili anlatılabilir, çizilebilirdi. Müthiş olduğu kadar insanı dehşete
düşüren bir karikatür: Korkunç büyüklükte ve yan yana birbirine yapışmış,
ayrılsa yıkılacakmış hissini veren apartmanların/gökdelenlerin her birinin en
üst katı kıyma makinasının et konulan haznesi şeklinde. Bu hazneye tıka basa
doldurulmuş insanlar panik halinde çırpınıyor. Kıyma makinasına benzetilmiş
gökdelenin yan tarafında bir el, kıyma makinasının çarkını çeviriyor, haznenin
kenarlarından et ve kan pıhtıları sarkıyor. Çark döndükçe gökdelenin her
katındaki pencerelerden kıyma fitillerine dönüşmüş insan etleri fışkırıyor,
aşağıya dökülüyor. Kıymalar yere değer değmez robotlar veya tabanca kurşunları
şeklinde “blok insanlar”a dönüşüyor ve yeni bir hal alarak metropolün büyük
bulvarında ruhsuzca ilerliyor.
“Genetiği değiştirilmiş şehir ve
insan”ın fotoğrafıdır bu karikatür.
İnsan ve şehir yok artık. “Şehir”
olmaktan çıkan bu ‘toplama mekânlar’ ve burada ölüme doğru çılgınca koşan
insanlar…
Ruhu kalmayan şehirlerde ruhsuz
insanlar…
İnsanın zihni öylesine istilâ ve işgal
edilmiştir ki; artık hayal ve rüyalarında kendisini “hapsedeceği” böyle bir
‘tabutluk’un iştiyakını duyuyor.
“Görünmez bir el”in her şeyine müdahale
ettiği, kimyasını değiştirdiği böyle bir şehir ve insanın akıbetini merak
etmeye gerek yok. Çünkü ortada “şehir ve insan”dan iz kalmamış.
Şehrin de insanın da “helâk”i bu olsa
gerek… İnsan bu halinin farkına varmadan “hayat
dediği zan”la yaşadığı tesellisinde…
Metropolü inşa eden de insan, metropolün
imha ettiği de insan… Tıpkı kumanda edicisinin kontrolünden çıkıp, sahibine
saldıran bir yaratık gibi.
Bu bir inşa mı, yoksa imha mı?
İnşa zannedilen bir imha!
“Ölçü”sünü kaybeden insanoğlunun
“ölçüsüz” sığınakları, barınakları, yaşama mekânları…
Eşyanın, araçların, nesnelerin, betonun,
metalin ‘kutsal’ hale geldiği, beynine elektronik çip yerleştirilmiş ‘makina’lara
‘insan’ denildiği bir dünyanın şehirlerinde, mekânlarında ‘insan’a yer yok !…
Ahmet Haşim, yaklaşık 90 yıl önce “bizim şehrimiz”in geçireceği bu ‘başkalaşma’ya ilişkin, öncelikle ‘şehir telakki’mizin bozulduğuna, mimarî tarzımızın yok edildiğine ve modern araçların istilâsına değinerek şikayet ediyordu: “Yeni bir Bâbil gibi yan yana konmuş esmer küpler halinde yükselen New York’u, durmadan gökyüzüne doğru uzamaya mecbur eden sebepler mimarın zevksizliği veya aczi değil, caddelerin yeni nakil vasıtalarına göre geniş ve düz tutulması lüzumu, arsaların pahalılığı, binaların acele yapılması mecburiyeti, nüfus kalabalığı, iş hayatının günden güne artık korkunç faaliyetidir. Mimarîyi artık Çin ve Hindistan’ın uzak eyaletlerinde (o da bilmem ne zamana kadar) aramalı…”
Haşim “… zamanımız feragat isteyen birçok faziletlere, safvet isteyen birçok
güzelliklere inanmadığı gibi şimdi ‘mimari’ye de inanmıyor.” diyor.
Şehirlerimizin bugünkü halini göremeyen
Haşim’e ilaveten: Mimarîyi aramak için önce “şehir ve medeniyet idraki”ne sahip
olmak lâzım diyebiliriz.
İşte, “şehir ve medeniyet” idrakiyle
inşa ettiğiniz yapı ve mimariyi ortaya çıkaran ‘iman’dan sonra inkâra
saplanmak; ortaya böylesine gayri insani, vahşi yapılar, mekânlar yâni AVM’ler,
residence’lar, plazalar çıkarıyor.
Bunlar, antik dönemlerdeki dev tapınakların
modern zamanlardaki karşılığı mıdır dersiniz?
Bu hal, en çok da “kendisinden kaçan”,
kendisinden korkan, kendisine yabancılaşan, ne olacağını bilemeyen ve giderek
‘hormonal canlılar’a dönüşenler için geçerli. Yâni bizim için.
Tarih boyunca “kendi kalarak
değişebilen” şehirler sürekliliğini sağlayarak var olabilmişlerdir. Kendi
kalan, yâni ‘varlığının idraki’nde olanlar…
Nietzche’nin sorusuyla devam edelim: “Bu evler ne anlama gelmekteler? Gerçekte,
onlara anlam vermek için inşa eden büyük bir ruh değil! Onları oyuncak
kutusundan çıkaran aptal bir çocuk mu?... Ya bu odalar ve barınaklar? İnsanlar
bunlarda nasıl yaşayabilir?...”
Bir filozof, “bir kobranın bile, içinde zararsız hale gelebileceği ortamlar düşünmek
mümkün” diyor. Bugünün zehir saçan bu devasa yapılarında kobralar bile
hayretten sokmayı unutmuş durumda bir zavallı, bir masum..
Antik mitolojide bile hayal ve hayatın
bu derecesi yok!
Denklem etrafımızı sarmış durumda.
Çember giderek daralıyor. İnsan için intihar ya da isyandan başka bir ihtimal
var mı?
Bu hal karşısında hiçbir şey yapamayan,
çaresiz mahkûmlar mıyız?
Üstad Necip Fazıl’ın söylediği gibi; “Istırap bile ilâhi bir lütuf, şifa yerine
geçiyor! Allah Allah! Ne haldir bu! Ne korkunç hale geldi! Hiçbir devir böyle
bomboş kalmadı!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder