6 Mayıs 2013 Pazartesi

ŞEHİR= [(AVM)+(RESİDANS)+(PLAZA)]-[İNSAN]

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Yazımızın başlığındaki denklem şeklindeki  “matematiksel ifade”  şehirlerimizin ne hale geldiğini, insansızlaştırılmış, AVM, Residans ve Plazaların toplamından ibaret “ur yığını”na dönüştüğünü anlatıyor. Eskiler “su-i misal emsal olamaz” dese de kadîm medeniyet şehirleri de dahil olmak üzere bütün şehirlerimiz bu şekilde “urlaşma” içerisinde. Ur haline gelemeyenler de “urlaşma”nın hasreti içerisinde (!)

Karşımızda insan öğüten, insana tahammül edemeyen, “yok eden güruhiyle ve yok edilen ruhiyle” tümörleşmiş bir “şehir aygıtı” var. Bu aygıt, kendisini inşa edeni yutmaktan şehevî bir haz alıyor. Yuttukça da şehveti artıyor!

Bu denklemin geometrik ifadesine gelince…

Bir dostum geçtiğimiz günlerde, yukarıdaki denkleme uygun düşecek müthiş bir karikatür gönderdi. Görünce çarpıldım. Modern zamanların insan-şehir ilişkisi karikatür diliyle ancak bu kadar etkili anlatılabilir, çizilebilirdi. Müthiş olduğu kadar insanı dehşete düşüren bir karikatür: Korkunç büyüklükte ve yan yana birbirine yapışmış, ayrılsa yıkılacakmış hissini veren apartmanların/gökdelenlerin her birinin en üst katı kıyma makinasının et konulan haznesi şeklinde. Bu hazneye tıka basa doldurulmuş insanlar panik halinde çırpınıyor. Kıyma makinasına benzetilmiş gökdelenin yan tarafında bir el, kıyma makinasının çarkını çeviriyor, haznenin kenarlarından et ve kan pıhtıları sarkıyor. Çark döndükçe gökdelenin her katındaki pencerelerden kıyma fitillerine dönüşmüş insan etleri fışkırıyor, aşağıya dökülüyor. Kıymalar yere değer değmez robotlar veya tabanca kurşunları şeklinde “blok insanlar”a dönüşüyor ve yeni bir hal alarak metropolün büyük bulvarında ruhsuzca ilerliyor.

“Genetiği değiştirilmiş şehir ve insan”ın fotoğrafıdır bu karikatür.

İnsan ve şehir yok artık. “Şehir” olmaktan çıkan bu ‘toplama mekânlar’ ve burada ölüme doğru çılgınca koşan insanlar…

Ruhu kalmayan şehirlerde ruhsuz insanlar… 

İnsanın zihni öylesine istilâ ve işgal edilmiştir ki; artık hayal ve rüyalarında kendisini “hapsedeceği” böyle bir ‘tabutluk’un iştiyakını duyuyor.

“Görünmez bir el”in her şeyine müdahale ettiği, kimyasını değiştirdiği böyle bir şehir ve insanın akıbetini merak etmeye gerek yok. Çünkü ortada “şehir ve insan”dan iz kalmamış. 

Şehrin de insanın da “helâk”i bu olsa gerek… İnsan bu halinin farkına varmadan “hayat dediği zan”la yaşadığı tesellisinde…

Metropolü inşa eden de insan, metropolün imha ettiği de insan… Tıpkı kumanda edicisinin kontrolünden çıkıp, sahibine saldıran bir yaratık gibi.

Bu bir inşa mı, yoksa imha mı?

İnşa zannedilen bir imha!

“Ölçü”sünü kaybeden insanoğlunun “ölçüsüz” sığınakları, barınakları, yaşama mekânları…

Eşyanın, araçların, nesnelerin, betonun, metalin ‘kutsal’ hale geldiği, beynine elektronik çip yerleştirilmiş ‘makina’lara ‘insan’ denildiği bir dünyanın şehirlerinde, mekânlarında ‘insan’a yer yok !…

Ahmet Haşim, yaklaşık 90 yıl önce “bizim şehrimiz”in geçireceği bu ‘başkalaşma’ya ilişkin, öncelikle ‘şehir telakki’mizin bozulduğuna, mimarî tarzımızın yok edildiğine  ve modern araçların istilâsına değinerek şikayet ediyordu: “Yeni bir Bâbil gibi yan yana konmuş esmer küpler halinde yükselen New York’u, durmadan gökyüzüne doğru uzamaya mecbur eden sebepler mimarın zevksizliği veya aczi değil, caddelerin yeni nakil vasıtalarına göre geniş ve düz tutulması lüzumu, arsaların pahalılığı, binaların acele yapılması mecburiyeti, nüfus kalabalığı, iş hayatının günden güne artık korkunç faaliyetidir. Mimarîyi artık Çin ve Hindistan’ın uzak eyaletlerinde (o da bilmem ne zamana kadar) aramalı…”  

Haşim “… zamanımız feragat isteyen birçok faziletlere, safvet isteyen birçok güzelliklere inanmadığı gibi şimdi ‘mimari’ye de inanmıyor.” diyor.

Şehirlerimizin bugünkü halini göremeyen Haşim’e ilaveten: Mimarîyi aramak için önce “şehir ve medeniyet idraki”ne sahip olmak lâzım diyebiliriz.

İşte, “şehir ve medeniyet” idrakiyle inşa ettiğiniz yapı ve mimariyi ortaya çıkaran ‘iman’dan sonra inkâra saplanmak; ortaya böylesine gayri insani, vahşi yapılar, mekânlar yâni AVM’ler, residence’lar, plazalar çıkarıyor.

Bunlar, antik dönemlerdeki dev tapınakların modern zamanlardaki karşılığı mıdır dersiniz?

Bu hal, en çok da “kendisinden kaçan”, kendisinden korkan, kendisine yabancılaşan, ne olacağını bilemeyen ve giderek ‘hormonal canlılar’a dönüşenler için geçerli. Yâni bizim için. 

Tarih boyunca “kendi kalarak değişebilen” şehirler sürekliliğini sağlayarak var olabilmişlerdir. Kendi kalan, yâni ‘varlığının idraki’nde olanlar…

Nietzche’nin sorusuyla devam edelim: “Bu evler ne anlama gelmekteler? Gerçekte, onlara anlam vermek için inşa eden büyük bir ruh değil! Onları oyuncak kutusundan çıkaran aptal bir çocuk mu?... Ya bu odalar ve barınaklar? İnsanlar bunlarda nasıl yaşayabilir?...”

Bir filozof, “bir kobranın bile, içinde zararsız hale gelebileceği ortamlar düşünmek mümkün” diyor. Bugünün zehir saçan bu devasa yapılarında kobralar bile hayretten sokmayı unutmuş durumda bir zavallı, bir masum..

Antik mitolojide bile hayal ve hayatın bu derecesi yok!

Denklem etrafımızı sarmış durumda. Çember giderek daralıyor. İnsan için intihar ya da isyandan başka bir ihtimal var mı?

Bu hal karşısında hiçbir şey yapamayan, çaresiz mahkûmlar mıyız?

Üstad Necip Fazıl’ın söylediği gibi; “Istırap bile ilâhi bir lütuf, şifa yerine geçiyor! Allah Allah! Ne haldir bu! Ne korkunç hale geldi! Hiçbir devir böyle bomboş kalmadı!”

 

 

 

 

  

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder