29 Temmuz 2013 Pazartesi

SOLAKLI’NIN GÖĞSÜNE HES MIZRAĞI SAPLANDI, TEK DAMLA KAN AKMIYOR!


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Kim mi Solaklı? Doğu Karadeniz’in/Trabzon’un bâkir, binyıllardır var olan vadisi ve akan deresi. Son yıllarda vadiye ve dereye öyle yaratıklar musallat oldu ki vadi artık bunlarla baş edemiyor, yorgun, bitkin ve kendisini koruyamıyor!

İnsanoğlu ‘varlık nedeni’ni unuttuğundan beri tabiatla savaşıyor. Tabiatı kendisine sunulan bir nimet ve emanet olarak değil de, tatmin olmaz iştahının hedefi haline getiriyor. Adeta tabiattan intikam alıyor. Hırs ve hıncını, ne pahasına olursa olsun kazanma ihtirasını tatmin için tabiatı vahşice katlediyor. Sadece modern zamanlara mahsus bir şey değil bu. Bütün zamanlar boyunca tabiata hakimiyetini ‘güç gösterisi’ne dönüştürse de modern zamanların insanı hiçbir dönemle mukayese edilemeyecek bir biçimde tabiatla savaşıyor. Ve tabiata indirdiği ilk darbede, potansiyel sadizmini harekete geçiriyor ve böylece yol açılmış oluyor.

Sözü iktidarın enerji politikalarının “olmazsa olmaz”ı haline gelen HES’lere getirmek istiyorum. Bu konuda daha önce bazı yazılar yazmış ve tabiatla çevrenin nasıl tahrip edildiğine temas etmiştim. Hatta o yazılarımı okuyan bazı arkadaşlarım “sen de mi marjinallere dahil oldun?” şeklinde sorular sormuşlardı.

Geçtiğimiz günlerde Ankara’dan Trabzon/Çaykara’daki köyüme gitmek için yola çıktım. Uzun bir yolculuğun ardından  sahil yolundan Of’a girdiğimizde kadîm Solaklı Deresiyle birlikte vadi yoluyla kıvrıla kıvrıla Çaykara’ya doğru gitmeye hazırlanırken bizi o soğuk mekanik-beton yüzüyle HES’ler karşılıyor. Ve bize adeta, “bu vadinin hakimi benim” dercesine meydan okuyor. Solaklı Vadisi’nin kurallarını artık HES’ler koyuyor! Yâni HES’ler Solaklı’nın hesabını gördü! Canlı türlerinin yaşaması için bırakılması gereken “can suyu” işi kurtarmıyor. Bütün bir canlı hayat, flora ve fauna insan denilen ‘iktidar ve güç’le donatılmış yüzyılımızın terminatörüne feda ediliyor!

Yazılı tarihe göre ikibin yıldır akan, durdurulamayan Solaklı Deresi artık akmıyor. Yakın zamanda “Solaklı” diye bir dere de kalmayacak. HES’ler ve dere yatağına hızla yerleştirilen TOKİ konutları ve bilmem ne okulları, vs. ile Solaklı yok oluyor. Bir traji-komiklik de;  cinayeti örtbas edebilmek için belli aralıklarda ‘piknik alanları’ yapılması. Solaklı Vadisi’nin köylüleri piknik için sıraya girecek! Kendi köyümün altında da oluşturulan bir rekreasyon alanı da adeta, tabiatı katlettikten sonra insanla istihza için ironik bir biçimde hazırlanmış intibaı veriyor.

 Bu gidişle torunlarımıza HES ve TOKİ temalı “Solaklı Efsaneleri” hazırlayacağız.

Solaklı Efsaneleri, yâni “binbir gece masalları” gibi şu türde efsaneler: “Bir zamanlar Solaklı adında çağlayarak akan bir dere vardı bu vadide. Binyıllar boyunca aktı. Ancak modern denilen netameli zamanların terminatörleri bu nazlı dereyi ihtiraslarına kurban etti. Damarlarını, kollarını, gövdesini parçaladı. Damarlarından akan kanı ‘enerji iştahı’ için emdi, bitirdi. Ne yazık ki bu hâle kimse aldırış etmedi. Kral ve konsülün gazabından korktular. Arada Kral ve Konsül’e karşı çıkan kısık sesler olsa da hiçbir ikazı dinlemediler. Kendileri öldü ancak şimdi çocukları ve torunları adı insan fakat hali, davranışları bugüne kadar benzeri görülmemiş canlılar şeklinde yaratıklar olarak hayatlarını sürdürüyor. Belki biz de o familyadanız ama farkında değiliz…”

Zannımca; enerji ihtiyacını aşmış bir tahrip cinneti var ortada. Eleştirilere aldırış eden yok. Eleştiriler sizin “marjinal”liğinizi gösteriyor (!)

Kelimeler Solaklı’nın yok oluşunu ifade edemiyor. Sadece belki “katl-i âm” kelimesi fiili durumu ifade edebilir.

Solaklı’nın suyu çekilince adeta ruhu da çekilmiş boş yatağını görünce insanın aklına Fuzulî’nin meşhur “Su Kasidesi” geliyor. Solaklı deresi artık “başını daşdan daşa urup âvâre gezemiyor”. Aslı “Kasîde der medh-i Hazret-i Fahr-i Kâinat” ismiyle Hz. Peygamber’e yazılmış medhiye olan ‘şiirlerin şahları’ndan muhteşem “Su Kasidesi”nin ilk iki beyti:

“Saçma ey göz eşkten gönlümdeki odlare su
Kim bu denlü dutuşan odlare kılmaz çare su.

Âb gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem
Ya muhît olmuş gözümden gûnbed-i devvâre su.”

(Ey göz, gönlümdeki ateşlere gözyaşlarından su saçma
Çünkü böylesine tutuşan ateşlere su fayda etmez.

Bilmiyorum, dönüp duran gök kubbe mi su rengindedir,
Yoksa gözümden akan yaşlar mı gökyüzünü kaplamıştır? )

Aklıma Üstad Necip Fazıl’ın oğlu Osman Kısakürek’in anlattığı bir hadise ve Üstad’ın muhteşem sözü geldi.

“Bir gün Muhip Amca bize yemeğe geldi. Yemekteyiz. Nereden geldiyse viski şişesine benzer bir şişede su geldi masaya. Babam şişeyi görünce “Ben bu şişeden su içmem” dedi.  Muhip Amca “Niçin içmiyorsunuz, şişe temiz, dezenfekte edilmiş” şeklinde cevap verdi. Bunun üzerine Babam: “ Fabrikadan yeni çıkmış lâzımlıkla su içilir mi?” diye sordu ve cevabı da kendisi verdi: “Aslında hiçbir mahsuru yok. Mantığınız kabul eder bunu. Mantığın kabul etse bile ruhun kusar bu suyu.”  

Üstad’ın dilinden “ölçü” haline gelmiş müthiş bir söz!

Solaklı Vadisinin-Deresinin yırtılmış, parçalanmış, doğranmış halini görünce, enerji açığını kapatmak ve “boşa akan sular”dan elektrik üretimi için başvurulan HES’lere meşruiyet kazandırmak için hangi gerekçe getirilirse getirilsin tıpkı Üstadın cevabında olduğu gibi mantık kabul etse de bâkir tabiat bu HES’leri kusar!

Mutlak ölçü’ye göre insanoğlu kendini değiştirmedikçe yaratıcının da onu değiştirmeyeceğini biliyoruz. Gelen bütün bela ve musibetleri, kaosu kendi davet ediyor ve şartlarını hazırlıyor. Buna rağmen bu cinnet niye? Cinnetin sınırı yok.

Tepki vermenin, acı duymanın bile insani bir “imtiyaz” olduğunu hatırlatarak, artık hiçbir şey duyamaz hale gelen ve metabolik canlılara dönüşen, böylece kendi helâkini hazırlayan insanoğlunu kim durduracak?

HES’lerle enerji kemâlâtı arayanlara bir de eskilerin “kem alât ile kemalât olmaz” sözünü hatırlatarak yazımızı başlığa aldığımız cümle ile bitirelim:

Solaklı’nın göğsüne HES mızrağı saplandı, ancak ne yazık ki tek damla kan akmıyor.

23 Temmuz 2013 Salı

“MÜZE VE KİLİSE DİASPORASI”NIN AYASOFYA İHALESİ KUDRET EMİROĞLU’NA MI KALDI?


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

 Kudret Emiroğlu’nun Trabzon merkezli bir internet sitesinde şahsıma yönelik olarak “YAHYA DÜZENLİ’YE AYASOFYA İÇİN AÇIK MEKTUP” başlığıyla telâş, öfke ve bir kesimi ne olursa olsun savunma hiddetiyle yayınladığı 14 sayfalık yazısına, aslında cevap yazmayı düşünmüyordum. Sırf Kudret Emiroğlu’nun yazısında belirttiği gibi “on yıla dayanan hukukumuz” gereği, bir gazete köşesi çerçevesinde icmalî bir cevap yazıyorum.  

Kudret Emiroğlu’nun eleştirilerini ciddiye alırım ancak; entelektüel gösterisini, zihin şövalyeliğini Ayasofya’ya indirgememeliydi. İndirgedi ve böylece ‘müktesebatını gösterme’ arzusu da yerini bulmuş oldu.

Diaspora sevinsin, çünkü hislerine tercüman olacak önemli bir kalem bulmuş sonunda. İki sayfalık bir gazete yazısına 14 sayfalık bir “mutezilî cevap”ı ancak Kudret Emiroğlu hazırlayabilirdi. Bu cevabı Kudret Emiroğlu değil de başkası yazsaydı ben de bu yazıma “Diasporanın Tetikçilerine…” diye başlık atardım.  Ben bunca hiddetine rağmen hâlâ da Emiroğlu’nu bu “diaspora”dan ayrı tutmak için kendimi zorluyorum.  Ama nafile…

Üstad Necip Fazıl’ın bir sözü var: “Ucuna sivrisinek kondu diye otuzbeşlik top ateşlenmez”. Bu söz, ısrarla bir konuda tartışma başlatmak için yüksek dozlu ‘sataşma’ya yeltenenlere verilecek en iyi cevaptır diye düşünüyorum. Ancak bazı tartışmaların bağlamından koparılarak “mugalata-demagoji”lerle devam ettirilmek istenmesi halinde de bu söz önemli bir cevap mahiyetindedir.

Ne demek istiyoruz?

Günebakış Gazetesi’ndeki haftalık yazılarımın 3 Temmuz 2013 tarihlisinin başlığı çok şeyi ifade ediyor ve sadece başlık bile yazının muhtevasını ortaya koyuyordu: “Müze ve Kilise Diasporası”nın Trabzon Ayasofya Seferi Üzerine”. Yazım, Trabzon’daki Ayasofya’nın tekrar aslına (camiye) dönüştürülmesine karşı başlatılan “müze olarak kalsın” tepkileri ve kampanyalarına (benim deyimimle seferberliğine) yönelikti.
Yazımdan 14 gün sonra, şahıs olarak muhatabı kendisi olmamasına rağmen, yazımın muhatabı sıfatıyla Emiroğlu’nun cevap vermesi oldukça manidar. Kudret Emiroğlu’nun “müze diasporası” içinde olduğunu bilmiyordum.  Yazımda doğrudan Kudret Emiroğlu’nu kastetseydim bunu hem bizzat kendisine söyler, hem de ismini vererek açıkça yazardım.  Kendisi “benim de Ayasofya’nın müze olarak kalmasını isteyeceğimi tahmin edeceğine göre, yazı bana da yazılmıştır.” diyerek konunun doğrudan “taraf”ı olduğunu ortaya koyuyor.

Benim panik içinde olduğumu söyleyen Kudret Emiroğlu’nun Ayasofya konusundaki “hazımsızlığı” zaman zaman hiddet, laf çakma, ‘belden aşağı’ dalma, alınganlık, zaman zaman da ironi yüklü, usta bir diyalektikle bezenmiş üslubunda bütün çıplaklığıyla ortaya çıkıyor.
Fuzulî ne güzel söylemiş: “Akıntıya kapılan kıyıyı yürüyor zanneder!”

Benim, ‘kabul’lerimden, dünya görüşümden kaynaklanan tavrımı yansıtan yazıma tahammül edemeyen Emiroğlu’nun hukuk, insanseverlik ve demokrasi vurguları ne kadar samimidir,  inandırıcıdır?
Kimsenin tercihlerine karışma, bastırma niyetimiz ve çabamız yok. Ancak, Emiroğlu şunu bilmeli ki; kendisine gösterilen tahammül kadar, kabul etmediği görüşlere de tahammül etme kapasitesini artırması gerekir.

Fikrî referanslarımız, dünya görüşümüz ayrı da olsa Emiroğlu gibi Trabzonlu, şehrimizin kokusuyla büyümüş, şehrin dertleriyle uğraşan kültür-sanat adamları değerlidir. Ancak, esefle söylüyorum ki, Ayasofya ayracında ortaya çıktığı gibi, ne kadar hukukunuz olursa olsun, dünya görüşünüze taallûk eden bir konu ortaya çıktığında asla değer, nezaket, saygı sınırları düşünmeyenlerle “ortak şehir derdi”niz, ortak kültür ve sanat derdiniz olmuyor. Her ne kadar Emiroğlu benimle ilgili nezaketini zorlama da olsa muhafaza etmeye çalışsa da, her paragrafındaki çatlamalarıyla ‘niyeti’ tezahür ediyor.
“Müze diasporası”nın sözcülüğünü o sakîn tabiatıyla tanıdığımız Kudret Emiroğlu yapmamalıydı. İhale onda kalmamalıydı. Emiroğlu’nun böyle bir ihaleye dahil ve talip olmayacağını düşünüyor(d)um. Ancak yazısının bütününe yayılmış “hınç tarzı”nı da yadırgamadığımı itiraf edeyim. Çünkü “Ayasofya’nın tekrar camiye dönüştürülmesi” bilinçaltındaki “ideolojik kodlama”ları sıçratmıştır diye düşünüyorum.

Benim kendi yazımı şerh etmek, yeniden yorumlamak gibi bir usulüm yok. Aksine, tepki aldı diye kendi yazımı şerhe-yoruma zorlamam “ben öyle demek istemedim”, “yanlış anlaşıldım”, “kastım o değildi” gibi özür beyan edici mazeretlere sığınmak olur. Ki, ben o yazımın ve diğer yazılarımın arkasındayım.
Kudret Emiroğlu da herkes gibi ‘ait olduğu’ ideolojik referanslardan zihnine ve kalemine akanlarla yazdığını, konuştuğunu herhalde bilir. Bu hatırlatmayı yapmaya ve  referanslarımızın ayrı olduğunu belirtmeye gerek yok. Ayasofya konusunda bu zaten belirgin olarak görülüyor.

Ben kendi doğrularımın sahibiyim. Gerçekliğini tartışma konusu yapmayacağım doğruların peşindeyim. Bunlar tarihin malı olmuş doğrulardır. Alacağım tepkilere göre doğrularımı tashih etme-reddetme gibi bir usulüm de yoktur.
Kendisinin “hakaret yüklü” gördüğü söz konusu yazım kimseye hakaret içermiyor. Aksine Ayasofya için başlatılan yoğun seferberliğe ‘aynı dozlu’ mukabeleden ibarettir.

Yazımın girişindeki “Haçlı” ve “Moğol”, özellikle de “Haçlılar”a takılmasına bir anlam veremedim. Yoksa 200 yıl boyunca Avrupa’yı, Ortadoğu’yu ve Küçük Asya’yı yağma ve talan eden Haçlılarla ilgili yeni bir “tarih yazımı” gündemdedir de onun için mi bu girişi oldukça ağır buluyor? Yoksa bu “tarafgirliğin” sebebi ne? Ben Kudret Emiroğlu’nu daha fazla “fehm” ve “basiret” sahibi bilirdim.
Tarihî olaylar üzerinden yüzyıllar geçtikten sonra unutulurlar. Artık halk arasında sadece imgeleriyle hatırlanırlar. Oysa ki Emiroğlu benim “haçlıların talan ve istilaları silinmez biçimde hafızalarda yaşıyor” tesbitime; “babaannesinden hiç haçlı zulmü hikayesi dinlemediği, vs..” şeklinde cevap veriyor. Toplumların tarih hafızasını sadece sözlü kültüre hasretmenin sığlığı bir yana bütün dünyanın yaşadığı, bildiği “haçlı talanı” eğer Trabzon/Maçka’da duyulmamışsa diyecek bir şey yok! Kaldı ki babaannesi Emiroğlu’na bir tarih yorumu da yapacak değil, bütün Anadolu coğrafyasında Haçlılar kâfirler olarak bilinir ve yine insanımız nezdinde bu kâfirin çağlar sonraki kâfirlerden bir farkı da yoktur.

Kendisine Prof. İlber Ortaylı’nın “Kudüs’ün Fethi” başlıklı yazısından bir cümle hatırlatalım da belki anlar: İslam dünyasında unutulmayan bir kin bıraktılar.” Demek ki haçlıların bıraktığı kin tüm İslam dünyasını tuttu da Maçka’ya bir türlü ulaşamadı (!)
Emiroğlu soruyor: “Düzenli hangi kitapları okuyarak bu silinmez hafızayı edinmişse…” Çok basit: Herkesin bildiği Haçlı tarihleri ve seferleri kitaplarını… Sıralamaya gerek yok.

Emiroğlu sanki Haçlı seferleri yaşanmamış, haçlıları tarihî gerçekliği yokmuş, bir efsane imiş gibi görüyor. İki yüz yıllık saldırılara bir komplo teorisi imiş gibi bakmasını hangi tarihî mantık ve diyalektikle izah eder bilemiyorum. Truva’yı, Hektor’u mitolojiden gerçekliğe dönüştürüyor ama Haçlıları gerçeklikten neredeyse ‘yok sayma’ya…
“Kutsal Mabed’e sefer”i metaforik bir biçimde Haçlılara ve Moğollara dair benzetmelerle ifade etmenin neresi tuhaftır? Emiroğlu’nun edebî sanatlar bilgisinden de şüphe mi etmeliyim yoksa? Tuhaf olan Emiroğlu’nun Haçlı ve Moğolları istilâcı değil de neredeyse “mazlum ve mağdur” olarak nitelemesidir.

Emiroğlu’na şu tarihi gerçeği de tekrar ironik bir biçimde hatırlatıyorum: Eğer 1202-1204’teki Dördüncü Haçlı Seferi’nde İstanbul işgal ve talan edilmeseydi, İstanbul’dan kaçan Bizans Hanedanı tarafından Trabzon’da Rum Krallığı kurulmayacak ve Ayasofya inşa edilmeyecekti. Yâni, Trabzon Ayasofya Kilisesinin varlık nedeni Haçlılardır (!)
Emiroğlu’nun, benim 16-18. Yüzyıl sömürgeciliklerini, 19. Yüzyıl emperyalizmini, 20. Yüzyıl yeni-emperyalizmini ayırt etmediğimi, Vietnam’daki ABD katliamları, Cezayir Bağımsızlık Savaşı, Hindistan, Afrika’nın güme gittiğini ve mazlumlar adına insanın içinin sızladığını söyleyerek ve cevabında daha birçok ilgisiz varyantlar açarak konuyu neden böyle farklı farklı mecralara kaydırdığını da doğrusu anlamış değilim. Emperyalizm ve haçlı zihniyeti aynı kaynağın eseri, aynı toplumların malı değil midir? Sayın Emiroğlu, Şark Meselesini ben icat etmedim, yüzyıllar boyu ve halen icra eden de ben değilim. Yoksa herkesi solun tarihsel diyalektiğine, sadece “şablonlardan ve kavramlardan ibaret” anti-emperyalist tutumuna mı davet ediyor?

Emiroğlu gibi doğrudan ilgisiz ama dolaylı bir hatırlatma yapayım: Taksim Gezi Parkı olaylarında da sol-Kemalist ve tüm Marksist örgütlerin neo-kapitalist, neo-emperyalist küresel lobilerin desteklerini arkalarına alarak nasıl kol kola, sarmaş dolaş birlikte ölümüne mücadele verdiklerini gördük. Bu ‘ruh kardeşliği’ herhalde siyasal tarihe “büyük emperyalist ittifak” şeklinde not olarak düşecektir.
Benim bir paragrafla metaforik olarak geçtiğim Haçlılara Kudret Emiroğlu’nun niçin bu kadar takıldığını, bu rahatsızlığın sebebini de anlayabilmiş değilim.

Bir de Haçlıları eleştirmenin, haçlı zulümlerini hatırlatmanın “ırkçılık” olduğunu da antropolog Emiroğlu’ndan öğreniyoruz. Doğrudur, benim medeniyetime ve insanıma yapılanları hoş görecek, anlayacak, empati ile yaklaşıp tarihsel değeri üzerinde tartışacak bir genişliğe ulaşmam mutlak gerek(!) şartlardan biri, aydın olabilmem için. Oysa bizim tarihle bir derdimiz yok, geçmişi yargılayıp romantik tezler üretmekle meşgul değiliz. Varlığı bizim medeniyetimize fetihle intikal etmiş olan bir yapıyı ihya etmektir meselemiz. Ve bu ülkenin sorumlu aydını olmanın gerektirdiği vazifeyi yerine getirirken ne bacasız sanayinin kendi çapındaki zararına, ne entelektüel dil ve zekâ oyunlarının cazibesine, ne de Trabzon üzerinde ideolojik vesayet kurmuş olanların histerik çığlıklarına takılacak değiliz.

Tanzimat’la açılıp Meşrutiyetle ve Cumhuriyetle devam eden “yabancılaşma ve kimliksizlik” de önemli bir ayrışma noktamız. “Cumhuriyet’le öldürücü aşamaya gelen tarihten nefret” konusunda da karşı köşelerdeyiz Emiroğlu ile. Hadi kendisine suyun bu yakasından değil de iyi tanıdığı ‘kendi yakası’ndan bir isim ve kitap tavsiye edelim: Sevan Nişanyan’ın “Yanlış Cumhuriyet”ini.  Belki orada tarih nefretinin erken cumhuriyet döneminde nerelere vardığını görür. Bunlar artık ispatı yersizleşmiş meselelerdir de ayrıca.
Emiroğlu Cezayir’e bağımsızlık rüştünü taşımaz diye oy veren Menderes İktidarını hatırlatırken İsrail’i “derhal” tanıyan ve Hitler’in yaş gününe özel heyet gönderen iktidarın CHP iktidarı olduğunu da hatırlıyor olsa gerek.

Emiroğlu’nun “Ayasofya” konusunu merkezden çıkarıp ilgisiz birçok bilgi ve malzeme örnekler anlamsız, çelişkili ve tutarsız “malumatfuruşluklar”la dolu yazısının analitik tahliline girmeyi abes görüyorum.
Önce, kendisi gibi her kelimesini ele alıp “tafsilatlı” bir cevap yazayım dedim, ama ‘lüzumsuz soruların manasız cevapları’ olacağı için vazgeçtim. Çünkü AÇIK MEKTUP’unda konuyu ilgisiz biçimde yaygınlaştırıyor ve dağıtıyor, sonra toparlar gibi yaparak her paragrafta bana sorular yöneltiyor. Benim de aynı şekilde her satırını “gramatik” tahlile tabi tutmam gerekecekti.

Emiroğlu, “ders verme” keyfiyle yazısında İslam-Devlet ilişkileri, Selçuklu, Akdeniz tarihi, Osmanlı Klasik Dönemi, Tanzimat, Meşrutiyet, Trabzon’un kadîm tarihi, Çoğunluk Hukuku, Haçlılar gibi kitaplık konuları da bir paragrafta ‘kendi yargıları’yla hallediyor (!)
Birinci Dünya Savaşı, 12 Mart, 12 Eylül, Bahçelievler’deki bir lokal olay ve daha birçok konuyu kendi “çorbası”nın malzemesi yapıyor. Sayın Emiroğlu sen de bilirsin ki bu çorbadan “damak tadı” çıkmaz!

Emiroğlu, herhalde görüşlerini temellendirmek için olsa gerek tarihçi Fuat Köprülü, İnalcık ve Ortaylı’yı da yardıma çağırıyor.
Kendinin “ne zamandan beri “üçüncü sınıf sol-kemalist” olduğunu düşündüğümü” soruyor. Ben kendisine böyle bir nitelemede bulunmadım. Ancak bulunduğumu düşünüyorsa aidiyet sorgulaması yapması gerekecek.

Dahası var.. Emiroğlu’nun çorbası çok daha su götürür. II. Enternasyonalden, Bolşeviklerin birinci dünya savaşına karşı çıkmalarından, vs. vs.. Kudret Emiroğlu az kalsın sosyalist-komünist devrimden bahsedecek diye korktuk (!)
Bazı yerlerde “geçelim”, bazı yerlerde “konu derin geçelim”, bazı yerlerde de “konu mühim ama geçelim” diyerek aşırtmalar da yapıyor. Bence geçmeyelim de Ayasofya meselesinin “asıl özü”ne bakalım.

Kudret Emiroğlu!
Ayasofya’da sadece bir yanlış düzeltildi. O da tam değil. Bir yanlış düzeltildi diye bu telâş, bu hiddet niye? Şu küçücük Ayasofya’nın tamamı ibadete açılmadı. Önemli bir bölümü eski haliyle duruyor. Kubbe garip bir biçimde perdelenmiş ve rahatlıkla görülebiliyor. İbadet mekânına (dünyada belki de ilk defa) ayakkabı çıkarılmadan rahatlıkla gezilmesi için özel bir bant yapılmış.

Ayasofya’nın orijinalinden bir taş mı sökülmüştür?
Kubbesindeki freskler, resimler, kabartmalar, rölyef ve diğer şekiller mi kazınmıştır? Hayır!

Peki bütün bunlara rağmen koparılan bunca fırtınanın sebebi ne? Sebebini diaspora ve sen de açıkça itiraf edemediğiniz ontolojik cümle aslında şu:
“Biz Ayasofya’yı tekrar cami olarak görmek istemiyoruz! Buna tahammül edemiyoruz!”

Bunu niçin söyleyemiyorsunuz da “Ayasofya müze olarak kalsın” şeklinde sütre gerisinden atış yapıyorsunuz?
Aslında yeni haliyle Ayasofya’yı restore edenlere teşekkür edeceğinize öfke kusuyorsunuz.

Üzülmeyin, siyasi iktidarın kimi Trabzon’lu eskimiş bakanları ve bazı milletvekilleri, belediye başkanları, bürokratlar vs. de kimisi susarak, kimisi de genellemeler yaparak sizin koronuza iştirak ediyor. Baksanıza şehrin Valisi, Belediye Başkanı, İktidar Partisinin İl Başkanı ve hiçbir milletvekili Ayasofya’da yıllar sonra kılınan ilk Cuma namazına gelmeyerek kendilerine bile  saygı duyma yürekliliğini gösteremediler.
Sayın Emiroğlu,

“Fatih niye Ayasofya’yı camiye çevirmedi. Siz kim oluyorsunuz da cami yapıyorsunuz?” yollu kabadayılığına da tebessüm ediyorum. Neredeyse “fetih ruhu”nu yeniden canlandıracaksın!
Bana yönelttiğin “Fatih buraları feth etti de Müslüman olduk diyeceksin de diyemiyor musun?” soruna da cevap vereyim: Seni bilmem ama ben Fetihten önce de Müslümandım fetihden sonra da!

Trabzon’un kadîm tarihini İslâm’la mı başlatıyorum? Okuma yazma bilmeyen çocuğun bile güleceği bu saldırıya bilmem ki cevap vermek gerekir mi? Trabzon Tarihi konusunda en önemli eserlerden birisi olan ve Trabzon’un kadîm geçmişini M.Ö. 2000’lere kadar indiren Fallmerayer’in “Trabzon İmparatorluğu’nun Tarihi” isimli eserinin Türk Tarih Kurumunca basılması için (ki nihayet basıldı) senin de tanıdığın eski TTK Başkanı Prof. Ali Birinci’ye ve İsmail Hacıfettahoğlu’na yoğun ısrar edenlerden birisi ben iken, nasıl oluyor da Trabzon’un tarihini İslâm’la başlatıyorum doğrusu anlayabilmiş değilim! Ama Kudret Emiroğlu öyle “nasbediyorsa” öyle olsun, ziyanı yok!

Ortada bir mütearife (ispat istemeyen bir durum) var iken, yâni Trabzon Ayasofya’nın tekrar cami olarak müminlerin kullanımına açılması son derece doğal bir şehir gerçekliği iken, buna karşı adeta seferberlik başlatanları dozu yüksek de olsa eleştirmenin bir kalkan savunması olarak Kudret Emiroğlu’na rastlaması ve kendisini bu anlamda durumdan vazife çıkararak görevli sayıp kılıç kuşanması ve  ‘savlet etmesi’ni de (hukukumuza binaen) makul karşılamaya ve algılamaya çalışıyorum.

İdeolojik “körlük” bir organik hastalık değil, düşünce hastalığıdır. Emiroğlu’nun da ideolojik kodlarından kaynaklanan bir algılama, kabul ve tahammül sorunu yaşadığını zannediyorum. 
Yazımdaki bir hususu tekrar edeyim: Akdamar, Sumela, Ruhban okulu ayine açılırken, gayrimüslim vakıfların malları iade edilirken alkıştan bilekleri kırılanlar Ayasofya’nın (hukuken sahibi bulunduğu) aslî (cami) hüviyetine dönüştürülmesinde niçin hazımsızlık çekerler? Bu, hazımsızlığı da aşmış bir tahammülsüzlük ve cinnet hali olsa gerek.

Emiroğlu’nun Cumhuriyet dönemindeki şehir katliamlarını “cinayet” olarak nitelemem karşısında bu kadar celallenmesi ve bunları görmezden gelmesi nasıl izah edilebilir? Sadece Trabzon’da İmaret Kabristanının yok edilmesi, Ayasofya’nın restorasyon bahanesiyle kapatılması bile nasıl izah edilebilir?
Sayın Emiroğlu ortada hukuki değil fiili bir durum var. Eğer hukuk iddiasında isen ortadaki hukuksuzluğu görebilmen lazım. Mahkeme Ayasofya için “cami” demiş ve asli sahibi olan Vakıflara devretmiş. Peki, bu durum karşısında senin canhıraş feryatlarının sebebi ne?

Vakfiyelere, bir vakfın içerisine daha sonra da eserler dahil edilebildiğini bilmen lazım. Ayasofya da Fatih Vakfı’na dahil edilmiştir. Tabii ki yapıldığı günden itibaren bir mabeddir. Niçin Fatih bu mabedi camiye çevirmedi de 1572’de çevrildi? Senin de bilmen lazım ki orası o dönemde meskûn mahal değildi, şehir dışında idi. Hatta Akçaabat’a ait tütün tarlaları içinde idi.
Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi ve müze olarak kalması o binanın manasına ve muhtevasına da aykırıdır. Müze olarak devamını savunmak onu inşa eden zihniyete de hakarettir. Bu basit gerçekleri herhalde biliyor olsan gerek.

Eski eserlerin, özellikle de kiliselerin Osmanlı döneminde ihtiyaç halinde camiye dönüştürülmesi yoluyla bu eserlerin korunduğunu herhalde Kudret Emiroğlu da bilir. Tarihî eserler “yaşatılabiliyorsa” varlığını koruyabilir. Trabzon Ayasofya’sı da camiye çevrildiği 1572 yılından restore bahanesiyle kapatıldığı 392 yıl boyunca varlığını bozulmadan sürdürmüştür.
Tarihçiler bu konuda Osmanlı’nın toleransını ifade ederler. Ayrıca bu konudaki batılı literatürü Kudret Emiroğlu benden iyi biliyor olsa gerek. Bu konuda Kudret Emiroğlu’na İlber Ortaylı’dan şu önemli tesbiti daha hatırlatalım:

“İstanbul'da bir tanesi hariç, kilise olarak kalan bina yoktur. Bizans devri kiliselerinin en güzelleri camiye çevrilmiş, azalan Hıristiyan nüfusu dolayısıyla öbür kiliseler de yıkılmış, kaybolmuştur. Eğer cemaati kalmamışsa önemli eserlerin korunması bu yolla oluyor.
Pammakaristos Kilisesi de fetihten 150 yıl sonra Fethiye Camii adını alarak bu kervana katılmıştır. Fethiye Camii'nde kilisenin ana bölümü Müslümanların ibadetine tahsis edildiği halde, kenardaki şapel ibadet yapılmasa da hep olduğu gibi muhafaza edilmiştir ve bu yüzden bina kendine özgüdür. Yani kilise ve cami yan yanadır.”
Tıpkı bugün Trabzon Ayasofya Camii’nin son hali gibi…
1261’de IV. Haçlı seferi sırasında İstanbul Ayasofya’nın yağmalanıp talan edildiğini biliyoruz. 1453’de İstanbul’un fethiyle birlikte camiye dönüştürülen Ayasofya’nın nasıl ayakta kaldığını, nasıl ihya edildiğine ilişkin, Kudret Emiroğlu “Açık Mektup”unda referans gösterdiği bir diğer tarihçi Prof. Halil İnalcık şunları söylüyor:

“Türkler büyük masraflarla devamlı tamir etmeseydi bugün Ayasofya Camii, çoktan yerle bir olurdu. Fatih, Ayasofya'yı şehrin cami-i kebiri ilân ettikten sonra buraya büyük vakıflar, köyler vakfetti. Bir kere İstanbul'daki bütün Hıristiyanların cizye vergilerini bu caminin geliri olarak vakfetti. Saray kapısına bakan duvarlar zayıf olduğu için Sinan bugün gördüğümüz pâyendeleri koydurdu. Kubbe defalarca tamir edildi. Bir kelime ile Ayasofya bugün ayakta ise Osmanlıların bu bakımı sayesindedir
Kudret Emiroğlu bu gerçekleri nasıl yorumlayacak, İnalcık ve Ortaylı’yı nasıl yalanlayacak merak ediyorum.

Sayın Emiroğlu,
Ben sadece Ayasofya konusunda değil, Trabzon’u ilgilendiren, şehrin tüm dertleriyle dertlenmeye çalışan birisiyim. Bu köşede yazdığım yazıları eğer okumuşsan bunu göreceksin. Mevcut iktidarın şehircilik politikalarına nasıl radikal eleştiriler getirdiğimi de bakarsan görürsün.

Dostumuz Ömer Asan da Ayasofya’nın müze kalması için Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a üslubu gayet nezaketli bir mektup yazmış. Bana da gönderdi. Katılmamama ve bu konuda “taraf” olmama rağmen onunla böyle bir gerilim sorunu yaşamadım. Ancak, senden beklemeyeceğimiz bir uslûpla sudûr eden “açık mektup”unun sadece diasporayı memnun etmeye matuf olduğunu zannediyorum. Böylece diasporayı rahatlatmış oldun, onların gazını almış oldun!
Açık mektubunun sadece Ayasofya ile de sınırlı olmadığını, diasporada  biriktirilmiş bazı öfkelerin de bu dolduruşa getirilişle dışlaştığını zannediyorum.

“Müze ve kilise diasporası”nın Ayasofya ihalesi Kudret Emiroğlu’nda kalmamalıydı, O böyle bir ihaleye talip olmamalıydı diye düşünüyorum.
Yoksa bu üslûp “bize ait bir tarih”e duyulan öfkenin dışa vurumu mudur?

En son sığınacak “Anıtlar Kurulu” kaldı. “Burada hukuk var” diyorsun. Mahkemenin verdiği karar yoksa hukukî değil mi de Anıtlar Kurulu’ndan istimdat istiyorsun? Trabzon’un kadîm tarihinin bir dönemine ait tarihsel gerçekliğin tasdikini Anıtlar Kurulu’ndan mı bekliyorsun?
Niçin diaspora ve şehir artığı diyormuşum… Biz gurbetteki hemşehriler değil miydik?

Etimolojik birikimi olan bir kültür adamı olarak “diaspora”dan (çağrışımı ne olursa olsun)  Ermeni ve Yahudi Diasporası’nı kastetmediğimi herhalde bilirsin. “Şehir artığı” ise tam da konunun merkezine oturan bir deyim. Şehrin gerçeklerini kabul edemeyenler, şehre ait olmayanlar artık değil de nedir? Ben uzunca süredir işte bu artık zihniyetle mücadele ediyorum, şehrin gerçeklerini bu yurdun bir evladı olarak dile getirmeye çalışıyorum. “Şehir sakinlerinin Ayasofya için dayanılmaz suskunluğu da bir o kadar kahredici!” cümlemi de kışkırtıcı buluyorsun. Bu suskunlar o kadar bilinçli ki sakince hukuk sürecini bekliyorlarmış (!) Bu da Emiroğlu’na mahsus bir buluş olsa gerek.
Emiroğlu bile Ayasofya konusunda kalemini “kılıçlaştırmış” ise yazım hedefini bulmuş demektir! Onun için müsterihim!

Kudret Emiroğlu Diaspora’nın Ayasofya Manifestosu niteliğindeki yazısının sonlarına doğru bir “Aziz” tavrına bürünüyor ve şöyle diyor:  “Osmanlı’nın imanına kefil olup, şu anda yaşayanları öldürme, çiğ çiğ etlerini yeme. Taştan bir camiyi ihdas ederken, etten bir tek kalbi kırma. İktidar ve ideolojiye haysiyetinle bağlanma. Tövbekar ol…”
Bana sorduğun “Osmanlı’nın imanına kefil olma” gibi anlamsız ve saçma bir soruya senin ve Trabzon’lu ‘ehl-i kitap’ın da yakından tanıdığı “Osmanlılar’ı altıyüz yıl ayakta tutan Vergi Sistemi ve Adalettir” diyen ABD’li önemli Osmanlı tarihçisi H. Lowry cevap versin:

“Hakkında çok az şeyin yazılı olduğu erken Osmanlı tarihinde en kilit yer Kuzey Yunanistan, en kilit isim de Evrenos Bey’dir. Evrenos’u araştırdıkça muazzam bir şeyle karşılaştım: Osmanlı elinde kılıç, “Ya Müslüman olacaksın ya keseceğiz” demiyordu. Yok öyle bir hikâye. Bu uç beyleri, başından itibaren bir sistemle girmişler Balkanlar’a. Evrenos Bey her gittiği yerde su kanalları, kervansaraylar, yollar, köprüler, imarethaneler yaptırmış.. Yani bir elinde kılıç varken, bir yandan da Balkanlar’a küçük küçük Bursa’lar inşa etmişler. Bu çok ciddi bir kuruluş projesi ve karşımıza bambaşka bir erken Osmanlı dönemi çıkarıyor.”

Bir dost olarak, bu açık mektubu yazan Kudret Emiroğlu’nun tefrik etme kabiliyetini yitirmiş zihin halinden bir an evvel kurtulmasını diliyorum. Kendince nedenler uydurup, kendince tespitler, yorumlar ile objektif bir yazı yazılamazdı ve nitekim yazılamamış da.

Kudret Emiroğlu’na kitabın bildiği yerinden birkaç sorum da olacak.
Bina üzerinden kurulan ulusalcılık-milliyetçilik modern zamanlarda acaba nasıl olmaktadır?

Elcevap: Modern dönem restorasyonlarıyla farklı dönem eklerinin, bütün melez formların orijinallik bahanesiyle yok edilişi… Orijinalite, orijin ile ulusalcılık/milliyetçilik çok yakın akraba kavramlardır. Bunu Emiroğlu da tasdik edilecektir.
Gelelim birkaç örnek vermeye…

Birinci örnek; Yunanistan Atina’daki Parthenon’daki Osmanlı Camisi’nin Yunan Milliyetçilerince modern dönemde orijinal restorasyon bahanesiyle yıkılışı.
İkinci örnek ise konumuz.

Trabzon Ayasofya’sındaki Osmanlı eklerinin yine orijinal restorasyon bahanesiyle yıkılışı ve 60 darbesini izleyen zamanlarda müzeye çevrilişi.
Peki Sayın Emiroğlu, insanseverlik ve “üçüncü sınıf sol Kemalist”lerden olmama tavrında orijinali kilise olan bir yapıda namaz kılınabilmesini en azından hazmedebilme yok mudur? Mesele sizin gözlüklerinizdekinden farklı renklerde okunamaz mı? Acaba Fernand Braudel Akdeniz Medeniyeti’ni bu bağlamda nasıl kavramsallaştırmaktadır?

Bu durumda Emiroğlu’nun bahsettiği milliyetçiler kimlerdir? Ya da neyin milliyetçisidirler?
Elcevap: Kudret Emiroğlu’nun içerisinde olmasını arzu etmediği Trabzon Diasporası ve orijin milliyetçiliği.

Sayın Emiroğlu,
Yazını ustaca bir ironiyle bitirmişsin.

Ben de “Yahya Düzenli’ye Ayasofya için açık mektup”unu okuduktan sonra bu uzun fıkrayı iyi ki telefonda okumamışsın bana diyorum. Adeta tefrika sayılabilecek bu yazının arşivinde en uzun yazılarından birisi, “hazine-i evrak”ından bir varak olarak yerini alacağını düşünüyorum.  

16 Temmuz 2013 Salı

YENİ BİR ŞEHİR VİRÜSÜ: “AKILLI BİNA”LAR..


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Kim ne derse desin, kim nasıl düşünürse düşünsün, şehirlerimiz tarihte haçlı ve Moğolların şehir katliamlarını aşmış, şekil ve muhteva değiştirmiş bir katliam sürecini yaşıyor!

Derinlikli insan kalmayınca idrak şehri terketti. Artık “şehir” diye bir tasavvur da kalmadı.

Şehir denilen şey AVM’ler, rezidanslar, güvenlikli siteler, gökdelenler ve biraz ‘dikme ve çakma park’lar, asfalt caddeler… Bunlar arasında da “laboratuvarda üretilmiş canlı”lar gibi dolaşan, uyuyan-uyanan, koşuşturan (Dostoyevski’nin deyimiyle) insancıklar…

Şehir denilen şey artık rezidans tüccarlarının “satış ofisleri”nde sergiledikleri büyük gökdelen maketlerinden ibaret… Şehir, bu maketlerin büyütülmüş şekli…

Bunlar modern zamanların “şehir virüsleri”…

Bu virüslere bir yenisi daha ekleniyor. Şehirlerimizin bozulan şahsiyetine yeni bir mızrak daha saplanıyor. “Güvenlikli Site”ler geride kaldı, evrimin bir ileri aşamasına ulaştık. Henüz kafasını yeni çıkarmasına rağmen pusuda bekleyen, her an müthiş bir şekilde harekete geçecek olan bir virüs… Adı “akıllı bina”… Yeni “şehir konsepti”nde “Çevre dostu” gerekçesiyle/ uydurmasıyla icad edilen bir bina türü… 
 
Şehir o hale geliyor ki her bina “kendi aklı”yla diğer binaların adeta “rakibi”. Kendi kendine yeten, yeni teknolojilerin denendiği, uygulandığı, otomasyon sistemleriyle donatılmış, enerji ve konforla bezenmiş bir ucube akıllı bina… Diğer adı “yeşil bina”…

Yâni “günümüz yaşam ve çalışma koşullarını etkileyen teknolojik gelişimler sonucu ihtiyaç duyduğumuz her şeyi sağlayan yapılar” akıllı binalar olarak adlandırılıyor.
Bu konuda düzenlenen bir konferansın konularına baktığımızda “akıllı bina”nın karakteri ortaya çıkıyor:

“Dünden bugüne ev zekası gelişimi, Akıllı telefonlar ve akıllı evlerdeki rolü, “Internet of things” nedir? Günümüzün “bağlı” dünyası, Akıllı evlerden akıllı şehirlere, Akıllı ev ekranından “alışveriş” ve “concierge” hizmetleri, Akıllı evlerde enerji tasarrufu, Otellerde Akıllı Oda/Akıllı Otel Uygulamaları, KNX Otomasyonu ile Akıllı Evlerde Enerji Verimliliği ve Konfor, “Akıllı ev neler sunmalı? Sağlayıcı ve kullanıcı açısından değerlendirmeler”  Akıllı evlerde tek kutu dönemi,   İnternet Teknolojilerinin Gelişiminin Akıllı Ev Teknolojilerine Yansıması, Yeni Nesil Akıllı Ev ve Ofisler,   Akıllı Evlerde Güvenlik…”

Dahası da var. “Akıllı bina çözümleri”ne ilişkin şunlar öneriliyor: 
 
"Bina Otomasyon ve Yönetim Sistemleri, Yangın Algılama ve Alarm Sistemleri, CCTV ve IP Kamera Sistemleri, SMATV ve IP TV Sistemleri, Kartlı Geçiş, Bariyer ve Güvenlik Sistemleri, Duman Kontrol ve Tahliye Sistemleri, Acil Durum Aydınlatma Sistemleri, Seslendirme ve Acil Anons Sistemleri, Gaz Algılama ve Alarm Sistemleri, Haberleşme Sistemleri, Fiberoptik ve Kablosuz İletişim Sistemleri, Hemşire Çağrı Sistemleri, Ev Otomasyon ve Video-İnterkom Sistemleri, Kesintisiz Güç Kaynakları ve Jeneratör Sistemleri"
 
Modern zamanların “şehir” aklına uygun “akıllı bina”ların  çerçevesi bunlar. Bu vasıflarıyla “akıllı bina”, insan için “yaşama mekânı” değil, onu imha için “nükleer depo”ya dönüştürülmüş bir yapı.

İzzet Molla’nın söylediği gibi “akıllı bina”larda  “ne ararsan bulunur, derde devadan gayrı!”
Bu binaların kendileri akıllı olduğu gibi odaları, mutfakları, koridorları, banyoları, wc’leri de ‘mikro akıl’larla donatılmış.  O kadar akıl var ki, bu hal karşısında neredeyse “akıllar delirecek”!

Bu hal karşısında rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever sanki başka bir gezegenden feryâd ediyor:
 
“Gökdelenleri inşa edenler bir nefsaniyet tavrını ortaya koyuyor. “Öyle bir şey yapayım ki yaptığım karşısında herkes eziklik duysun” diyorlar. Yaptıkları şeyin büyüklüğünden kendilerini kurtaracak bir gücün oluşacağını zannediyorlar… Bütün şehirlerde apartmanda yaşamayı esas sayan merkezî teknokrasi ve sözde aydın diktatöryasının imar planları ile Paris benzeri şehirler gerçekleştirme isteğinin sebep olduğu felâket ortada iken halkımızın küçük de olsa bir avlusu, bahçesi olan evlerde yaşamak istediği bilinmektedir. Halkın insan olma haysiyetinden kaynaklanan bu talebini hiçe saymaya kimsenin hakkı olmadığı gibi talebe karşı çıkmanın yanılgıyı bir millî felaket düzeyine çıkartacağı da âşîkârdır..”

İnsanoğlu’nun konforu arttıkça tatminsizliği, iştahı, huzursuzluğu ve isyanı da artıyor. Tatmin ettiği her ihtiyacında açlığı, kıtlığı artıyor ve daha fazlasına ihtiyaç duyuyor. Sınır tanımayan ihtirasları, onu “kendi kendinin kurdu” haline getirmenin yeni bir aracını buldu: Akıllı binalar.
 
Burada bir not düşmemiz de gerekiyor. “Akıllı bina”ların ‘enerji tasarrufu’ sağlamasını olumlu bulmakla birlikte, teknolojisiyle birlikle getirdiği ‘yaşama biçimi’ ve kültür, insanın Charli Chaplin’in ‘modern zam 
anlar’ filminde olduğu gibi teknolojinin kapanına kısılmış iradesiz bir yaratık haline gelmesinin önünü açıyor olmasıyla gayr-i insanî tarafını da görmemiz gerekiyor. Bizim bakışımız ve yazımızın tema’sı bu yönüne yöneliktir. Yâni toptan bir karşı çıkışın arkasında ‘kullanım tarzı’na özellikle vurgu yapıyoruz.

Yazımı bitirirken konu ile ilgili sohbet ettiğim arkadaşım Barış Aybakır 15. Yüzyıl şehirlerinden  bir örnek verdi: “Ortaçağda Akdeniz ticaretiyle en önemli finans merkezi haline gelen ve refahını artıran Venedik’te çok katlı binalar yapılmaya başlanmıştı. Bu sırada Orta çağın gökdelenleri Venedik’te göğü döğmeye başlamıştı.”
Tıpkı Venedik’te olduğu gibi biz de 21. Yüzyılda, bütün bir tarihî şehir tecrübemizi, medeniyet tasavvurumuzu, mimarimizi terk ederek, hatta onlara isyan ederek, kozmopolit dünya tasavvurunu mitleştirerek Venedik’in gökdelenlerini “akıllı bina” olarak hayatımıza sokuyoruz.

İlginçtir ki bizim minarelerimiz şehirlerimizde yeryüzünün gökyüzüne hasretiyle yükselirken, Venedik’in binaları gökyüzünden intikam alırcasına yeryüzünü istila ediyordu. Tıpkı şehirlerimizde yükselen Gökdelenler, AVM’ler, rezidanslar, iş kuleleri, güvenlikli siteler ve yeni akıllı binalar gibi…
 
Endişemiz: Akıllı binalar insanı akıldan, idrakten, irfandan yâni kendinden uzaklaştıracak!

Onun için kalp ve akıl bütünlüğünü parçalayan “akıllı bina”ların insanı bu dünyaya “hapsetmesinden” endişeliyiz, ürperiyoruz!
 
Modern zaman şehirleri insanın “yalnızlık hissi”ni derinleştiriyor. İnsanoğlunun teknolojiyle teması arttıkça yalnızlığı, yalıtılmışlığı ve duyarsızlığı da artıyor.

Bilmek lazımdır ki; fanilik, güvenlik duvarlarının arkasında da insanoğlunu bulacak!

 

8 Temmuz 2013 Pazartesi

“YAVUZ SELİM” İSMİNİ SAHİPLENEMEYEN, KORKAN VE KAÇAN ŞEHİR: TRABZON!


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com


Yazık Trabzon’a.
Yazık bir zamanların medeniyet şehrine!
“Şifasız bir illet”le malûl, “hafızası” silinmiş bu şehrin haline bakın!
İnşa ve ihya edicisini idrak edemeyen, sahip çıkamayan şehre veyl!
Yazık, kendisine şehrin emanet edildiği yöneticilere, siyasîlere!

Veyl, veyl ki, şehrin tarihîne, tarihî kültürüne, tarihî şahsiyetine, tarihî duruşuna asla lâyık olmayan ancak şehir adına ahkâm kesen iktidar sahiplerine!

Kendisine sahip çıkanları unutmak bir “amnezi” halidir, hafıza kaybıdır, ruh hastalığıdır.

O, 29 yıl şehrinize sahip çıktı ama siz bırakın ona, onun mirasına, onun davasına sahip çıkmayı, onun ismine bile sahip çıkamadınız!

O’nun isminden ürktünüz, korktunuz!

O’nun isminden korkanlarla aynı safı paylaştınız!

Dünü muhteşem bugünü meflûç ve mülevvesleştirilmiş bu şehir O’nun ismine bile sahip çıkamadı!

Çünkü “zuhurunun şiddeti” herkesi rahatsız etti!

O, şehrinin ve bütün bir Osmanlı medeniyet dünyasının “ifsat olmaması” için uğraştı.

Bugün ise ismi etrafında koparılan gürültüleri herkesten önce defetmesi gereken şehir, yâni Trabzon, ne yazık ki “40 bin aleviyi katletti” galiz iftirasına “sükût ikrardandır” fehvasınca sessiz kalıyor. Böylece koronun “kakafoni”sini vecd içinde dinliyor!

Daha 11 yaşında bir çocukken babası II.Bayezid’in Trabzon’a emanet ettiği, “devlet-i ebed müddet”i devralacağı güne kadar Trabzon’u da ona emanet ettiği büyük Cihangir, bugün İstanbul’daki kabrinden Trabzon’u mahzun bir şekilde seyrediyor!

Kendisine sahip çıkamayan şehrin haline ibretle bakıyor!

Kime sahip çıkabildi ki O’na sahip çıkabilsin?

Oğlu Süleyman’ın döşeğinde doğduğu, annesi Gülbahar Hatun’un toprağında yattığı Trabzon O’nu idrak etmekten aciz bir halde!

Kimden bahsettiğimizi anlıyorsunuz.

Yavuz Sultan Selim’den… Yâni Hâdim'ul-Harameyn'iş-Şerifeyn”den…

Fatih’in Trabzon’un fethinden 20 yıl sonra torunu Yavuz Sultan Selim’in 1481-1510 yılları arasında 29 yıl Trabzon’da Sancakbeyi (Vali) olarak görev yaptığını biliyoruz. Oldukça geç bir dönemde imparatorluğun başına geçen Yavuz 8 yıl içinde imparatorluğun sınırlarını çok geniş coğrafyaya kavuşturdu. Yöneticiliğinin yanında muhteşem bir divan sahibi (ancak ne yazık ki bugüne kadar yayınlanmamıştır) olan Yavuz erken bir yaşta, 49 yaşında vefat ediyor.

Konumuz Yavuz Sultan Selim’in kronolojik hayatı değil.

Trabzon’un Büyükşehir Belediyesi statüsü kazanmasıyla birlikte metropol ilçeye “Yavuz Selim” ismi verilmesi teklifinin TBMM İçişleri Komisyonu’nda “Ortahisar” olarak değiştirmesine değinmek istiyoruz.

İşin TBMM İçişleri Komisyonu süreci şöyle:

Önce Kanun Tasarısı “Trabzon ilinde, Trabzon Belediyesinin mahalleleri merkez olmak üzere, Trabzon Merkez ilçe sınırları içerisindeki köyler ile belediyelerden oluşan Yavuzselim ilçesi ve aynı adla belediye kurulmuştur.”  şeklinde İçişleri Komisyonuna geliyor. Alevi milletvekillerinin diretmesi ve komisyon üyesi 16 AKP, 5 CHP, 3 MHP ve 1 BDP milletvekilinin “oybirliğiyle” değiştirilerek 31.10.2012 tarih ve 11 no.lu kararla şu şekilde kabul ediliyor:

“Yirmialtıncı fıkrasında ve Tasarıya ekli (25) sayılı listede geçen “Yavuzselim” ibareleri,
Trabzon merkezinin isminin eskiden beri Ortahisar olarak anılması ve tarihi özellikleri sebebiyle “Ortahisar” olarak değiştirilmesi suretiyle, kabul edilmiştir.”

Gerekçeye bakın: “Trabzon merkezinin isminin eskiden beri Ortahisar olarak anılması ve tarihi özellikleri sebebiyle” Yavuzselim ismi Ortahisar olarak değiştiriliyor. Yâni bu gerekçeye göre “Yavuz Selim” isminin hiçbir tarihi özelliği yok!

Tarihe kayıt düşülmesi açısından bu karara imza atan İçişleri Komisyonu’nun AKP’li üyeleri ile Trabzon AKP Milletvekillerinin de isimlerini zikredelim.

İçişleri Komisyonu’nun AK Parti’li milletvekilleri:
Feyzullah Kıyıklık (İstanbul), Mehmet Ersoy (Sinop), Hüseyin Bürge (İstanbul), Gülay Samancı (İstanbul), Ali Küçükaydın (Adana), Cuma İçten (Diyarbakır), Sermin Balık (Elazığ), İlhan İşbilen (İzmir), Muzaffer Aslan (Kırşehir), İlyas Şeker (Kocaeli), Mustafa Alkış (Konya), A. Tevfik Uzun (Mersin), Alpaslan Kavaklıoğlu (Niğde), Ali Turan (Sivas), M. Emin Dindar (Şırnak), Özcan Ulupınar (Zonguldak).

Bu değişikliğe “seyirci kalarak” onaylayan Trabzon’un AK Parti’li Bakan ve Milletvekilleri:

Erdoğan Bayraktar (Çevre ve Şehircilik Bakanı), Aydın Bıyıklıoğlu, Faruk Nafiz Özak, Safiye Seymenoğlu.

Ayrıca MHP Milletvekili Koray Aydın ve CHP milletvekili M. Volkan Canalioğlu.

Şehir Fatih, Yavuz, Kanuni hamasetinden vazgeçemiyor ama Trabzon’un Büyükşehir Belediyesi olmasıyla kurulan metropol ilçenin ismi TBMM’ye gönderilen tasarıda “Yavuz Selim” olarak yer almışken, İçişleri Komisyonu’nda CHP’li değil de AKP’li üyelerin teklifiyle “Ortahisar” olarak değiştiriliyor.
Böylece yeni ilçeye “Yavuz Selim” yerine “Ortahisar” ismi konuluyor. O da ilginç ve saçma. Çünkü Trabzon’da 3 hisar var: Aşağı, orta ve yukarı hisar. Yeni ihdas edilen Ortahisar ilçesi galiba sahilden başlayıp Bahçecik’e kadar çıkacak. Peki bu “Ortahisar” ne oluyor?

Hiçbir anlam, derinlik, arka plân, güzellik, aidiyet içermeyen bir isim: Ortahisar.

Tam bir coğrafi anakronizm. Şaşkınlığın ve paniğin verdiği tam bir toponimik saçmalık.. 
Bu isim değişikliği üzerine Ak Parti’nin Trabzon Milletvekilleri “komisyondaki bazı arkadaşlarımızın hassasiyetini dikkate aldık.” diyor. Yâni komisyondaki Alevi milletvekillerinin bu isme karşı çıkması üzerine AKP’liler “ric’at” ederek isim değiştiriyorlar. Bütün bir şehrin tarihsel aidiyet damarları bir tarafa itiliyor, adeta şehir bu damardan koparılıyor,  ancak Alevî milletvekillerinin ‘direniş’leri AKP’nin duyarlılık hisarlarını yıkıyor.

Trabzon’un AK Parti’li Bakan ve milletvekilleri herhalde heyecan, panik ve şaşkınlıktan “Tunceli”nin bir ilçesine “Yavuz Selim” isminin konulduğunu zannediyor olsalar gerek!
Peki, “Yavuz Selim” ismine karşı çıkan Alevî milletvekilleri, Alevilerin yoğun oldukları bir ilçeye Trabzon’lu siyasîlerin tasvip etmedikleri bir isim verilmesi karşısında Trabzon milletvekillerinin  hassasiyetlerini (eğer varsa tabii)dikkate alacaklar mıdır? Hiç zannetmiyoruz.

Bu nasıl bir komplekstir, nasıl bir korkudur?
Hâle bakılırsa Trabzon’da Osmanlı’dan kalma ne varsa hepsinin silinmesinin önü böylece açılmış oluyor!

Alevi milletvekillerinin taleplerine bu kadar saygılı (!) AK Parti’li vekillere isim değişikliği önerilerini biraz daha genişleterek Trabzon’daki tüm Ömer, Osman, Ayşe isimlerinin de  değiştirilmesini teklif etmelerini tavsiye ediyoruz!  Böylece toplumsal barışa (!) daha yüksek bir katkı yapmış olurlar!

Dahası var: Yavuz Sultan Selim isimli tüm eğitim kurumlarını, mahalleleri, kültür merkezlerini, cadde ve sokaklarını da değiştirmek lazım.
Şu anda Trabzon’da Alevi nüfusu veya topluluğu olmamasına rağmen bu girişim şehrin duyarlılığına binaen mi yapılıyor?

Öte yandan stadyumuna ve futbol takımına sahip çıktığı kadar tarihî şahsiyetlerine, hazinelerine sahip olamayan bir şehrin patolojik hali giderek derinleşiyor!
Bunca tarihçiler, iş adamları, kültür-sanat adamları, bürokratlar neredeler? Hiçbir yerde yoklar!  Çünkü bu “vak’a-i adiye”den iş için zihin yormaya değmez!

Akçeli işler için heyecanlananların, adrenali yükselenlerin şehrin toponimisi değişirken tansiyonları düşüyor!
“Tarihî yazan coğrafyadır” sözüne bir ilave yapalım: Gelecek yüzyıllarda Trabzon’un tarihini yazacaklara bugünden toponimik malzeme hazırlayamayanların bugün de bu şehirde yaşama hakları olmasa gerek! Eğer yaşıyorlarsa bu “bitkisel hayat”tan ibaret bir canlılıktır!

Yazımızın başındaki cümlelerimizi tekrarlayarak bitirelim:
Yazık Trabzon’a!
Yazık bir zamanların medeniyet şehrine!
İnşa ve ihya edicisini idrak edemeyen, sahip çıkamayan şehre veyl!
Yazık, kendisine şehrin emanet edildiği yöneticilere, siyasîlere!
“Şifasız bir illet”le malûl, “hafızası” silinmiş bir şehrin haline bakın!

Bir atasözümüz “gevşek tükrük sakal murdar eder” der. Madem sahip çıkamayacaktınız niçin “Yavuz Selim” ismini teklif ettiniz? Bu şehre yapılmış tam bir “istiskal” yâni aşağılama, tahammül edememedir. Tarih bu istiskali unutmayacaktır! Yeniden depreşen “tarihî hamakat”in izah edilir bir tarafı yok!

Size “Şehirden Yavuz Selim ismi silinirken siz neredeydiniz?” diye sorarlar bir gün!
Yazık medeniyet şehri Trabzon’u “beyin felci”ne uğratıp “ismini hatırlayamaz” hale getirenlere!

Yazık, tarihsel saplantılarını inanç haline getirip, senin büyük tarihinin isimlerini sana lanet edilesi, kaçılası bir isim olarak sunanlara boyun eğenlere.
Tarih ve şehir bu zavallı karara imza atanları da layıkıyla hatırlayacaktır mutlaka.