23 Temmuz 2013 Salı

“MÜZE VE KİLİSE DİASPORASI”NIN AYASOFYA İHALESİ KUDRET EMİROĞLU’NA MI KALDI?


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

 Kudret Emiroğlu’nun Trabzon merkezli bir internet sitesinde şahsıma yönelik olarak “YAHYA DÜZENLİ’YE AYASOFYA İÇİN AÇIK MEKTUP” başlığıyla telâş, öfke ve bir kesimi ne olursa olsun savunma hiddetiyle yayınladığı 14 sayfalık yazısına, aslında cevap yazmayı düşünmüyordum. Sırf Kudret Emiroğlu’nun yazısında belirttiği gibi “on yıla dayanan hukukumuz” gereği, bir gazete köşesi çerçevesinde icmalî bir cevap yazıyorum.  

Kudret Emiroğlu’nun eleştirilerini ciddiye alırım ancak; entelektüel gösterisini, zihin şövalyeliğini Ayasofya’ya indirgememeliydi. İndirgedi ve böylece ‘müktesebatını gösterme’ arzusu da yerini bulmuş oldu.

Diaspora sevinsin, çünkü hislerine tercüman olacak önemli bir kalem bulmuş sonunda. İki sayfalık bir gazete yazısına 14 sayfalık bir “mutezilî cevap”ı ancak Kudret Emiroğlu hazırlayabilirdi. Bu cevabı Kudret Emiroğlu değil de başkası yazsaydı ben de bu yazıma “Diasporanın Tetikçilerine…” diye başlık atardım.  Ben bunca hiddetine rağmen hâlâ da Emiroğlu’nu bu “diaspora”dan ayrı tutmak için kendimi zorluyorum.  Ama nafile…

Üstad Necip Fazıl’ın bir sözü var: “Ucuna sivrisinek kondu diye otuzbeşlik top ateşlenmez”. Bu söz, ısrarla bir konuda tartışma başlatmak için yüksek dozlu ‘sataşma’ya yeltenenlere verilecek en iyi cevaptır diye düşünüyorum. Ancak bazı tartışmaların bağlamından koparılarak “mugalata-demagoji”lerle devam ettirilmek istenmesi halinde de bu söz önemli bir cevap mahiyetindedir.

Ne demek istiyoruz?

Günebakış Gazetesi’ndeki haftalık yazılarımın 3 Temmuz 2013 tarihlisinin başlığı çok şeyi ifade ediyor ve sadece başlık bile yazının muhtevasını ortaya koyuyordu: “Müze ve Kilise Diasporası”nın Trabzon Ayasofya Seferi Üzerine”. Yazım, Trabzon’daki Ayasofya’nın tekrar aslına (camiye) dönüştürülmesine karşı başlatılan “müze olarak kalsın” tepkileri ve kampanyalarına (benim deyimimle seferberliğine) yönelikti.
Yazımdan 14 gün sonra, şahıs olarak muhatabı kendisi olmamasına rağmen, yazımın muhatabı sıfatıyla Emiroğlu’nun cevap vermesi oldukça manidar. Kudret Emiroğlu’nun “müze diasporası” içinde olduğunu bilmiyordum.  Yazımda doğrudan Kudret Emiroğlu’nu kastetseydim bunu hem bizzat kendisine söyler, hem de ismini vererek açıkça yazardım.  Kendisi “benim de Ayasofya’nın müze olarak kalmasını isteyeceğimi tahmin edeceğine göre, yazı bana da yazılmıştır.” diyerek konunun doğrudan “taraf”ı olduğunu ortaya koyuyor.

Benim panik içinde olduğumu söyleyen Kudret Emiroğlu’nun Ayasofya konusundaki “hazımsızlığı” zaman zaman hiddet, laf çakma, ‘belden aşağı’ dalma, alınganlık, zaman zaman da ironi yüklü, usta bir diyalektikle bezenmiş üslubunda bütün çıplaklığıyla ortaya çıkıyor.
Fuzulî ne güzel söylemiş: “Akıntıya kapılan kıyıyı yürüyor zanneder!”

Benim, ‘kabul’lerimden, dünya görüşümden kaynaklanan tavrımı yansıtan yazıma tahammül edemeyen Emiroğlu’nun hukuk, insanseverlik ve demokrasi vurguları ne kadar samimidir,  inandırıcıdır?
Kimsenin tercihlerine karışma, bastırma niyetimiz ve çabamız yok. Ancak, Emiroğlu şunu bilmeli ki; kendisine gösterilen tahammül kadar, kabul etmediği görüşlere de tahammül etme kapasitesini artırması gerekir.

Fikrî referanslarımız, dünya görüşümüz ayrı da olsa Emiroğlu gibi Trabzonlu, şehrimizin kokusuyla büyümüş, şehrin dertleriyle uğraşan kültür-sanat adamları değerlidir. Ancak, esefle söylüyorum ki, Ayasofya ayracında ortaya çıktığı gibi, ne kadar hukukunuz olursa olsun, dünya görüşünüze taallûk eden bir konu ortaya çıktığında asla değer, nezaket, saygı sınırları düşünmeyenlerle “ortak şehir derdi”niz, ortak kültür ve sanat derdiniz olmuyor. Her ne kadar Emiroğlu benimle ilgili nezaketini zorlama da olsa muhafaza etmeye çalışsa da, her paragrafındaki çatlamalarıyla ‘niyeti’ tezahür ediyor.
“Müze diasporası”nın sözcülüğünü o sakîn tabiatıyla tanıdığımız Kudret Emiroğlu yapmamalıydı. İhale onda kalmamalıydı. Emiroğlu’nun böyle bir ihaleye dahil ve talip olmayacağını düşünüyor(d)um. Ancak yazısının bütününe yayılmış “hınç tarzı”nı da yadırgamadığımı itiraf edeyim. Çünkü “Ayasofya’nın tekrar camiye dönüştürülmesi” bilinçaltındaki “ideolojik kodlama”ları sıçratmıştır diye düşünüyorum.

Benim kendi yazımı şerh etmek, yeniden yorumlamak gibi bir usulüm yok. Aksine, tepki aldı diye kendi yazımı şerhe-yoruma zorlamam “ben öyle demek istemedim”, “yanlış anlaşıldım”, “kastım o değildi” gibi özür beyan edici mazeretlere sığınmak olur. Ki, ben o yazımın ve diğer yazılarımın arkasındayım.
Kudret Emiroğlu da herkes gibi ‘ait olduğu’ ideolojik referanslardan zihnine ve kalemine akanlarla yazdığını, konuştuğunu herhalde bilir. Bu hatırlatmayı yapmaya ve  referanslarımızın ayrı olduğunu belirtmeye gerek yok. Ayasofya konusunda bu zaten belirgin olarak görülüyor.

Ben kendi doğrularımın sahibiyim. Gerçekliğini tartışma konusu yapmayacağım doğruların peşindeyim. Bunlar tarihin malı olmuş doğrulardır. Alacağım tepkilere göre doğrularımı tashih etme-reddetme gibi bir usulüm de yoktur.
Kendisinin “hakaret yüklü” gördüğü söz konusu yazım kimseye hakaret içermiyor. Aksine Ayasofya için başlatılan yoğun seferberliğe ‘aynı dozlu’ mukabeleden ibarettir.

Yazımın girişindeki “Haçlı” ve “Moğol”, özellikle de “Haçlılar”a takılmasına bir anlam veremedim. Yoksa 200 yıl boyunca Avrupa’yı, Ortadoğu’yu ve Küçük Asya’yı yağma ve talan eden Haçlılarla ilgili yeni bir “tarih yazımı” gündemdedir de onun için mi bu girişi oldukça ağır buluyor? Yoksa bu “tarafgirliğin” sebebi ne? Ben Kudret Emiroğlu’nu daha fazla “fehm” ve “basiret” sahibi bilirdim.
Tarihî olaylar üzerinden yüzyıllar geçtikten sonra unutulurlar. Artık halk arasında sadece imgeleriyle hatırlanırlar. Oysa ki Emiroğlu benim “haçlıların talan ve istilaları silinmez biçimde hafızalarda yaşıyor” tesbitime; “babaannesinden hiç haçlı zulmü hikayesi dinlemediği, vs..” şeklinde cevap veriyor. Toplumların tarih hafızasını sadece sözlü kültüre hasretmenin sığlığı bir yana bütün dünyanın yaşadığı, bildiği “haçlı talanı” eğer Trabzon/Maçka’da duyulmamışsa diyecek bir şey yok! Kaldı ki babaannesi Emiroğlu’na bir tarih yorumu da yapacak değil, bütün Anadolu coğrafyasında Haçlılar kâfirler olarak bilinir ve yine insanımız nezdinde bu kâfirin çağlar sonraki kâfirlerden bir farkı da yoktur.

Kendisine Prof. İlber Ortaylı’nın “Kudüs’ün Fethi” başlıklı yazısından bir cümle hatırlatalım da belki anlar: İslam dünyasında unutulmayan bir kin bıraktılar.” Demek ki haçlıların bıraktığı kin tüm İslam dünyasını tuttu da Maçka’ya bir türlü ulaşamadı (!)
Emiroğlu soruyor: “Düzenli hangi kitapları okuyarak bu silinmez hafızayı edinmişse…” Çok basit: Herkesin bildiği Haçlı tarihleri ve seferleri kitaplarını… Sıralamaya gerek yok.

Emiroğlu sanki Haçlı seferleri yaşanmamış, haçlıları tarihî gerçekliği yokmuş, bir efsane imiş gibi görüyor. İki yüz yıllık saldırılara bir komplo teorisi imiş gibi bakmasını hangi tarihî mantık ve diyalektikle izah eder bilemiyorum. Truva’yı, Hektor’u mitolojiden gerçekliğe dönüştürüyor ama Haçlıları gerçeklikten neredeyse ‘yok sayma’ya…
“Kutsal Mabed’e sefer”i metaforik bir biçimde Haçlılara ve Moğollara dair benzetmelerle ifade etmenin neresi tuhaftır? Emiroğlu’nun edebî sanatlar bilgisinden de şüphe mi etmeliyim yoksa? Tuhaf olan Emiroğlu’nun Haçlı ve Moğolları istilâcı değil de neredeyse “mazlum ve mağdur” olarak nitelemesidir.

Emiroğlu’na şu tarihi gerçeği de tekrar ironik bir biçimde hatırlatıyorum: Eğer 1202-1204’teki Dördüncü Haçlı Seferi’nde İstanbul işgal ve talan edilmeseydi, İstanbul’dan kaçan Bizans Hanedanı tarafından Trabzon’da Rum Krallığı kurulmayacak ve Ayasofya inşa edilmeyecekti. Yâni, Trabzon Ayasofya Kilisesinin varlık nedeni Haçlılardır (!)
Emiroğlu’nun, benim 16-18. Yüzyıl sömürgeciliklerini, 19. Yüzyıl emperyalizmini, 20. Yüzyıl yeni-emperyalizmini ayırt etmediğimi, Vietnam’daki ABD katliamları, Cezayir Bağımsızlık Savaşı, Hindistan, Afrika’nın güme gittiğini ve mazlumlar adına insanın içinin sızladığını söyleyerek ve cevabında daha birçok ilgisiz varyantlar açarak konuyu neden böyle farklı farklı mecralara kaydırdığını da doğrusu anlamış değilim. Emperyalizm ve haçlı zihniyeti aynı kaynağın eseri, aynı toplumların malı değil midir? Sayın Emiroğlu, Şark Meselesini ben icat etmedim, yüzyıllar boyu ve halen icra eden de ben değilim. Yoksa herkesi solun tarihsel diyalektiğine, sadece “şablonlardan ve kavramlardan ibaret” anti-emperyalist tutumuna mı davet ediyor?

Emiroğlu gibi doğrudan ilgisiz ama dolaylı bir hatırlatma yapayım: Taksim Gezi Parkı olaylarında da sol-Kemalist ve tüm Marksist örgütlerin neo-kapitalist, neo-emperyalist küresel lobilerin desteklerini arkalarına alarak nasıl kol kola, sarmaş dolaş birlikte ölümüne mücadele verdiklerini gördük. Bu ‘ruh kardeşliği’ herhalde siyasal tarihe “büyük emperyalist ittifak” şeklinde not olarak düşecektir.
Benim bir paragrafla metaforik olarak geçtiğim Haçlılara Kudret Emiroğlu’nun niçin bu kadar takıldığını, bu rahatsızlığın sebebini de anlayabilmiş değilim.

Bir de Haçlıları eleştirmenin, haçlı zulümlerini hatırlatmanın “ırkçılık” olduğunu da antropolog Emiroğlu’ndan öğreniyoruz. Doğrudur, benim medeniyetime ve insanıma yapılanları hoş görecek, anlayacak, empati ile yaklaşıp tarihsel değeri üzerinde tartışacak bir genişliğe ulaşmam mutlak gerek(!) şartlardan biri, aydın olabilmem için. Oysa bizim tarihle bir derdimiz yok, geçmişi yargılayıp romantik tezler üretmekle meşgul değiliz. Varlığı bizim medeniyetimize fetihle intikal etmiş olan bir yapıyı ihya etmektir meselemiz. Ve bu ülkenin sorumlu aydını olmanın gerektirdiği vazifeyi yerine getirirken ne bacasız sanayinin kendi çapındaki zararına, ne entelektüel dil ve zekâ oyunlarının cazibesine, ne de Trabzon üzerinde ideolojik vesayet kurmuş olanların histerik çığlıklarına takılacak değiliz.

Tanzimat’la açılıp Meşrutiyetle ve Cumhuriyetle devam eden “yabancılaşma ve kimliksizlik” de önemli bir ayrışma noktamız. “Cumhuriyet’le öldürücü aşamaya gelen tarihten nefret” konusunda da karşı köşelerdeyiz Emiroğlu ile. Hadi kendisine suyun bu yakasından değil de iyi tanıdığı ‘kendi yakası’ndan bir isim ve kitap tavsiye edelim: Sevan Nişanyan’ın “Yanlış Cumhuriyet”ini.  Belki orada tarih nefretinin erken cumhuriyet döneminde nerelere vardığını görür. Bunlar artık ispatı yersizleşmiş meselelerdir de ayrıca.
Emiroğlu Cezayir’e bağımsızlık rüştünü taşımaz diye oy veren Menderes İktidarını hatırlatırken İsrail’i “derhal” tanıyan ve Hitler’in yaş gününe özel heyet gönderen iktidarın CHP iktidarı olduğunu da hatırlıyor olsa gerek.

Emiroğlu’nun “Ayasofya” konusunu merkezden çıkarıp ilgisiz birçok bilgi ve malzeme örnekler anlamsız, çelişkili ve tutarsız “malumatfuruşluklar”la dolu yazısının analitik tahliline girmeyi abes görüyorum.
Önce, kendisi gibi her kelimesini ele alıp “tafsilatlı” bir cevap yazayım dedim, ama ‘lüzumsuz soruların manasız cevapları’ olacağı için vazgeçtim. Çünkü AÇIK MEKTUP’unda konuyu ilgisiz biçimde yaygınlaştırıyor ve dağıtıyor, sonra toparlar gibi yaparak her paragrafta bana sorular yöneltiyor. Benim de aynı şekilde her satırını “gramatik” tahlile tabi tutmam gerekecekti.

Emiroğlu, “ders verme” keyfiyle yazısında İslam-Devlet ilişkileri, Selçuklu, Akdeniz tarihi, Osmanlı Klasik Dönemi, Tanzimat, Meşrutiyet, Trabzon’un kadîm tarihi, Çoğunluk Hukuku, Haçlılar gibi kitaplık konuları da bir paragrafta ‘kendi yargıları’yla hallediyor (!)
Birinci Dünya Savaşı, 12 Mart, 12 Eylül, Bahçelievler’deki bir lokal olay ve daha birçok konuyu kendi “çorbası”nın malzemesi yapıyor. Sayın Emiroğlu sen de bilirsin ki bu çorbadan “damak tadı” çıkmaz!

Emiroğlu, herhalde görüşlerini temellendirmek için olsa gerek tarihçi Fuat Köprülü, İnalcık ve Ortaylı’yı da yardıma çağırıyor.
Kendinin “ne zamandan beri “üçüncü sınıf sol-kemalist” olduğunu düşündüğümü” soruyor. Ben kendisine böyle bir nitelemede bulunmadım. Ancak bulunduğumu düşünüyorsa aidiyet sorgulaması yapması gerekecek.

Dahası var.. Emiroğlu’nun çorbası çok daha su götürür. II. Enternasyonalden, Bolşeviklerin birinci dünya savaşına karşı çıkmalarından, vs. vs.. Kudret Emiroğlu az kalsın sosyalist-komünist devrimden bahsedecek diye korktuk (!)
Bazı yerlerde “geçelim”, bazı yerlerde “konu derin geçelim”, bazı yerlerde de “konu mühim ama geçelim” diyerek aşırtmalar da yapıyor. Bence geçmeyelim de Ayasofya meselesinin “asıl özü”ne bakalım.

Kudret Emiroğlu!
Ayasofya’da sadece bir yanlış düzeltildi. O da tam değil. Bir yanlış düzeltildi diye bu telâş, bu hiddet niye? Şu küçücük Ayasofya’nın tamamı ibadete açılmadı. Önemli bir bölümü eski haliyle duruyor. Kubbe garip bir biçimde perdelenmiş ve rahatlıkla görülebiliyor. İbadet mekânına (dünyada belki de ilk defa) ayakkabı çıkarılmadan rahatlıkla gezilmesi için özel bir bant yapılmış.

Ayasofya’nın orijinalinden bir taş mı sökülmüştür?
Kubbesindeki freskler, resimler, kabartmalar, rölyef ve diğer şekiller mi kazınmıştır? Hayır!

Peki bütün bunlara rağmen koparılan bunca fırtınanın sebebi ne? Sebebini diaspora ve sen de açıkça itiraf edemediğiniz ontolojik cümle aslında şu:
“Biz Ayasofya’yı tekrar cami olarak görmek istemiyoruz! Buna tahammül edemiyoruz!”

Bunu niçin söyleyemiyorsunuz da “Ayasofya müze olarak kalsın” şeklinde sütre gerisinden atış yapıyorsunuz?
Aslında yeni haliyle Ayasofya’yı restore edenlere teşekkür edeceğinize öfke kusuyorsunuz.

Üzülmeyin, siyasi iktidarın kimi Trabzon’lu eskimiş bakanları ve bazı milletvekilleri, belediye başkanları, bürokratlar vs. de kimisi susarak, kimisi de genellemeler yaparak sizin koronuza iştirak ediyor. Baksanıza şehrin Valisi, Belediye Başkanı, İktidar Partisinin İl Başkanı ve hiçbir milletvekili Ayasofya’da yıllar sonra kılınan ilk Cuma namazına gelmeyerek kendilerine bile  saygı duyma yürekliliğini gösteremediler.
Sayın Emiroğlu,

“Fatih niye Ayasofya’yı camiye çevirmedi. Siz kim oluyorsunuz da cami yapıyorsunuz?” yollu kabadayılığına da tebessüm ediyorum. Neredeyse “fetih ruhu”nu yeniden canlandıracaksın!
Bana yönelttiğin “Fatih buraları feth etti de Müslüman olduk diyeceksin de diyemiyor musun?” soruna da cevap vereyim: Seni bilmem ama ben Fetihten önce de Müslümandım fetihden sonra da!

Trabzon’un kadîm tarihini İslâm’la mı başlatıyorum? Okuma yazma bilmeyen çocuğun bile güleceği bu saldırıya bilmem ki cevap vermek gerekir mi? Trabzon Tarihi konusunda en önemli eserlerden birisi olan ve Trabzon’un kadîm geçmişini M.Ö. 2000’lere kadar indiren Fallmerayer’in “Trabzon İmparatorluğu’nun Tarihi” isimli eserinin Türk Tarih Kurumunca basılması için (ki nihayet basıldı) senin de tanıdığın eski TTK Başkanı Prof. Ali Birinci’ye ve İsmail Hacıfettahoğlu’na yoğun ısrar edenlerden birisi ben iken, nasıl oluyor da Trabzon’un tarihini İslâm’la başlatıyorum doğrusu anlayabilmiş değilim! Ama Kudret Emiroğlu öyle “nasbediyorsa” öyle olsun, ziyanı yok!

Ortada bir mütearife (ispat istemeyen bir durum) var iken, yâni Trabzon Ayasofya’nın tekrar cami olarak müminlerin kullanımına açılması son derece doğal bir şehir gerçekliği iken, buna karşı adeta seferberlik başlatanları dozu yüksek de olsa eleştirmenin bir kalkan savunması olarak Kudret Emiroğlu’na rastlaması ve kendisini bu anlamda durumdan vazife çıkararak görevli sayıp kılıç kuşanması ve  ‘savlet etmesi’ni de (hukukumuza binaen) makul karşılamaya ve algılamaya çalışıyorum.

İdeolojik “körlük” bir organik hastalık değil, düşünce hastalığıdır. Emiroğlu’nun da ideolojik kodlarından kaynaklanan bir algılama, kabul ve tahammül sorunu yaşadığını zannediyorum. 
Yazımdaki bir hususu tekrar edeyim: Akdamar, Sumela, Ruhban okulu ayine açılırken, gayrimüslim vakıfların malları iade edilirken alkıştan bilekleri kırılanlar Ayasofya’nın (hukuken sahibi bulunduğu) aslî (cami) hüviyetine dönüştürülmesinde niçin hazımsızlık çekerler? Bu, hazımsızlığı da aşmış bir tahammülsüzlük ve cinnet hali olsa gerek.

Emiroğlu’nun Cumhuriyet dönemindeki şehir katliamlarını “cinayet” olarak nitelemem karşısında bu kadar celallenmesi ve bunları görmezden gelmesi nasıl izah edilebilir? Sadece Trabzon’da İmaret Kabristanının yok edilmesi, Ayasofya’nın restorasyon bahanesiyle kapatılması bile nasıl izah edilebilir?
Sayın Emiroğlu ortada hukuki değil fiili bir durum var. Eğer hukuk iddiasında isen ortadaki hukuksuzluğu görebilmen lazım. Mahkeme Ayasofya için “cami” demiş ve asli sahibi olan Vakıflara devretmiş. Peki, bu durum karşısında senin canhıraş feryatlarının sebebi ne?

Vakfiyelere, bir vakfın içerisine daha sonra da eserler dahil edilebildiğini bilmen lazım. Ayasofya da Fatih Vakfı’na dahil edilmiştir. Tabii ki yapıldığı günden itibaren bir mabeddir. Niçin Fatih bu mabedi camiye çevirmedi de 1572’de çevrildi? Senin de bilmen lazım ki orası o dönemde meskûn mahal değildi, şehir dışında idi. Hatta Akçaabat’a ait tütün tarlaları içinde idi.
Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi ve müze olarak kalması o binanın manasına ve muhtevasına da aykırıdır. Müze olarak devamını savunmak onu inşa eden zihniyete de hakarettir. Bu basit gerçekleri herhalde biliyor olsan gerek.

Eski eserlerin, özellikle de kiliselerin Osmanlı döneminde ihtiyaç halinde camiye dönüştürülmesi yoluyla bu eserlerin korunduğunu herhalde Kudret Emiroğlu da bilir. Tarihî eserler “yaşatılabiliyorsa” varlığını koruyabilir. Trabzon Ayasofya’sı da camiye çevrildiği 1572 yılından restore bahanesiyle kapatıldığı 392 yıl boyunca varlığını bozulmadan sürdürmüştür.
Tarihçiler bu konuda Osmanlı’nın toleransını ifade ederler. Ayrıca bu konudaki batılı literatürü Kudret Emiroğlu benden iyi biliyor olsa gerek. Bu konuda Kudret Emiroğlu’na İlber Ortaylı’dan şu önemli tesbiti daha hatırlatalım:

“İstanbul'da bir tanesi hariç, kilise olarak kalan bina yoktur. Bizans devri kiliselerinin en güzelleri camiye çevrilmiş, azalan Hıristiyan nüfusu dolayısıyla öbür kiliseler de yıkılmış, kaybolmuştur. Eğer cemaati kalmamışsa önemli eserlerin korunması bu yolla oluyor.
Pammakaristos Kilisesi de fetihten 150 yıl sonra Fethiye Camii adını alarak bu kervana katılmıştır. Fethiye Camii'nde kilisenin ana bölümü Müslümanların ibadetine tahsis edildiği halde, kenardaki şapel ibadet yapılmasa da hep olduğu gibi muhafaza edilmiştir ve bu yüzden bina kendine özgüdür. Yani kilise ve cami yan yanadır.”
Tıpkı bugün Trabzon Ayasofya Camii’nin son hali gibi…
1261’de IV. Haçlı seferi sırasında İstanbul Ayasofya’nın yağmalanıp talan edildiğini biliyoruz. 1453’de İstanbul’un fethiyle birlikte camiye dönüştürülen Ayasofya’nın nasıl ayakta kaldığını, nasıl ihya edildiğine ilişkin, Kudret Emiroğlu “Açık Mektup”unda referans gösterdiği bir diğer tarihçi Prof. Halil İnalcık şunları söylüyor:

“Türkler büyük masraflarla devamlı tamir etmeseydi bugün Ayasofya Camii, çoktan yerle bir olurdu. Fatih, Ayasofya'yı şehrin cami-i kebiri ilân ettikten sonra buraya büyük vakıflar, köyler vakfetti. Bir kere İstanbul'daki bütün Hıristiyanların cizye vergilerini bu caminin geliri olarak vakfetti. Saray kapısına bakan duvarlar zayıf olduğu için Sinan bugün gördüğümüz pâyendeleri koydurdu. Kubbe defalarca tamir edildi. Bir kelime ile Ayasofya bugün ayakta ise Osmanlıların bu bakımı sayesindedir
Kudret Emiroğlu bu gerçekleri nasıl yorumlayacak, İnalcık ve Ortaylı’yı nasıl yalanlayacak merak ediyorum.

Sayın Emiroğlu,
Ben sadece Ayasofya konusunda değil, Trabzon’u ilgilendiren, şehrin tüm dertleriyle dertlenmeye çalışan birisiyim. Bu köşede yazdığım yazıları eğer okumuşsan bunu göreceksin. Mevcut iktidarın şehircilik politikalarına nasıl radikal eleştiriler getirdiğimi de bakarsan görürsün.

Dostumuz Ömer Asan da Ayasofya’nın müze kalması için Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a üslubu gayet nezaketli bir mektup yazmış. Bana da gönderdi. Katılmamama ve bu konuda “taraf” olmama rağmen onunla böyle bir gerilim sorunu yaşamadım. Ancak, senden beklemeyeceğimiz bir uslûpla sudûr eden “açık mektup”unun sadece diasporayı memnun etmeye matuf olduğunu zannediyorum. Böylece diasporayı rahatlatmış oldun, onların gazını almış oldun!
Açık mektubunun sadece Ayasofya ile de sınırlı olmadığını, diasporada  biriktirilmiş bazı öfkelerin de bu dolduruşa getirilişle dışlaştığını zannediyorum.

“Müze ve kilise diasporası”nın Ayasofya ihalesi Kudret Emiroğlu’nda kalmamalıydı, O böyle bir ihaleye talip olmamalıydı diye düşünüyorum.
Yoksa bu üslûp “bize ait bir tarih”e duyulan öfkenin dışa vurumu mudur?

En son sığınacak “Anıtlar Kurulu” kaldı. “Burada hukuk var” diyorsun. Mahkemenin verdiği karar yoksa hukukî değil mi de Anıtlar Kurulu’ndan istimdat istiyorsun? Trabzon’un kadîm tarihinin bir dönemine ait tarihsel gerçekliğin tasdikini Anıtlar Kurulu’ndan mı bekliyorsun?
Niçin diaspora ve şehir artığı diyormuşum… Biz gurbetteki hemşehriler değil miydik?

Etimolojik birikimi olan bir kültür adamı olarak “diaspora”dan (çağrışımı ne olursa olsun)  Ermeni ve Yahudi Diasporası’nı kastetmediğimi herhalde bilirsin. “Şehir artığı” ise tam da konunun merkezine oturan bir deyim. Şehrin gerçeklerini kabul edemeyenler, şehre ait olmayanlar artık değil de nedir? Ben uzunca süredir işte bu artık zihniyetle mücadele ediyorum, şehrin gerçeklerini bu yurdun bir evladı olarak dile getirmeye çalışıyorum. “Şehir sakinlerinin Ayasofya için dayanılmaz suskunluğu da bir o kadar kahredici!” cümlemi de kışkırtıcı buluyorsun. Bu suskunlar o kadar bilinçli ki sakince hukuk sürecini bekliyorlarmış (!) Bu da Emiroğlu’na mahsus bir buluş olsa gerek.
Emiroğlu bile Ayasofya konusunda kalemini “kılıçlaştırmış” ise yazım hedefini bulmuş demektir! Onun için müsterihim!

Kudret Emiroğlu Diaspora’nın Ayasofya Manifestosu niteliğindeki yazısının sonlarına doğru bir “Aziz” tavrına bürünüyor ve şöyle diyor:  “Osmanlı’nın imanına kefil olup, şu anda yaşayanları öldürme, çiğ çiğ etlerini yeme. Taştan bir camiyi ihdas ederken, etten bir tek kalbi kırma. İktidar ve ideolojiye haysiyetinle bağlanma. Tövbekar ol…”
Bana sorduğun “Osmanlı’nın imanına kefil olma” gibi anlamsız ve saçma bir soruya senin ve Trabzon’lu ‘ehl-i kitap’ın da yakından tanıdığı “Osmanlılar’ı altıyüz yıl ayakta tutan Vergi Sistemi ve Adalettir” diyen ABD’li önemli Osmanlı tarihçisi H. Lowry cevap versin:

“Hakkında çok az şeyin yazılı olduğu erken Osmanlı tarihinde en kilit yer Kuzey Yunanistan, en kilit isim de Evrenos Bey’dir. Evrenos’u araştırdıkça muazzam bir şeyle karşılaştım: Osmanlı elinde kılıç, “Ya Müslüman olacaksın ya keseceğiz” demiyordu. Yok öyle bir hikâye. Bu uç beyleri, başından itibaren bir sistemle girmişler Balkanlar’a. Evrenos Bey her gittiği yerde su kanalları, kervansaraylar, yollar, köprüler, imarethaneler yaptırmış.. Yani bir elinde kılıç varken, bir yandan da Balkanlar’a küçük küçük Bursa’lar inşa etmişler. Bu çok ciddi bir kuruluş projesi ve karşımıza bambaşka bir erken Osmanlı dönemi çıkarıyor.”

Bir dost olarak, bu açık mektubu yazan Kudret Emiroğlu’nun tefrik etme kabiliyetini yitirmiş zihin halinden bir an evvel kurtulmasını diliyorum. Kendince nedenler uydurup, kendince tespitler, yorumlar ile objektif bir yazı yazılamazdı ve nitekim yazılamamış da.

Kudret Emiroğlu’na kitabın bildiği yerinden birkaç sorum da olacak.
Bina üzerinden kurulan ulusalcılık-milliyetçilik modern zamanlarda acaba nasıl olmaktadır?

Elcevap: Modern dönem restorasyonlarıyla farklı dönem eklerinin, bütün melez formların orijinallik bahanesiyle yok edilişi… Orijinalite, orijin ile ulusalcılık/milliyetçilik çok yakın akraba kavramlardır. Bunu Emiroğlu da tasdik edilecektir.
Gelelim birkaç örnek vermeye…

Birinci örnek; Yunanistan Atina’daki Parthenon’daki Osmanlı Camisi’nin Yunan Milliyetçilerince modern dönemde orijinal restorasyon bahanesiyle yıkılışı.
İkinci örnek ise konumuz.

Trabzon Ayasofya’sındaki Osmanlı eklerinin yine orijinal restorasyon bahanesiyle yıkılışı ve 60 darbesini izleyen zamanlarda müzeye çevrilişi.
Peki Sayın Emiroğlu, insanseverlik ve “üçüncü sınıf sol Kemalist”lerden olmama tavrında orijinali kilise olan bir yapıda namaz kılınabilmesini en azından hazmedebilme yok mudur? Mesele sizin gözlüklerinizdekinden farklı renklerde okunamaz mı? Acaba Fernand Braudel Akdeniz Medeniyeti’ni bu bağlamda nasıl kavramsallaştırmaktadır?

Bu durumda Emiroğlu’nun bahsettiği milliyetçiler kimlerdir? Ya da neyin milliyetçisidirler?
Elcevap: Kudret Emiroğlu’nun içerisinde olmasını arzu etmediği Trabzon Diasporası ve orijin milliyetçiliği.

Sayın Emiroğlu,
Yazını ustaca bir ironiyle bitirmişsin.

Ben de “Yahya Düzenli’ye Ayasofya için açık mektup”unu okuduktan sonra bu uzun fıkrayı iyi ki telefonda okumamışsın bana diyorum. Adeta tefrika sayılabilecek bu yazının arşivinde en uzun yazılarından birisi, “hazine-i evrak”ından bir varak olarak yerini alacağını düşünüyorum.  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder