Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
Kudret
Emiroğlu’nun eleştirilerini ciddiye alırım ancak; entelektüel gösterisini, zihin
şövalyeliğini Ayasofya’ya indirgememeliydi. İndirgedi ve böylece
‘müktesebatını gösterme’ arzusu da yerini bulmuş oldu.
Diaspora sevinsin,
çünkü hislerine tercüman olacak önemli bir kalem bulmuş sonunda. İki sayfalık
bir gazete yazısına 14 sayfalık bir “mutezilî
cevap”ı ancak Kudret Emiroğlu hazırlayabilirdi. Bu cevabı Kudret Emiroğlu
değil de başkası yazsaydı ben de bu yazıma “Diasporanın
Tetikçilerine…” diye başlık atardım. Ben bunca hiddetine rağmen hâlâ da Emiroğlu’nu
bu “diaspora”dan ayrı tutmak için kendimi zorluyorum. Ama nafile…
Üstad Necip
Fazıl’ın bir sözü var: “Ucuna sivrisinek
kondu diye otuzbeşlik top ateşlenmez”. Bu söz, ısrarla bir konuda tartışma
başlatmak için yüksek dozlu ‘sataşma’ya yeltenenlere verilecek en iyi cevaptır
diye düşünüyorum. Ancak bazı tartışmaların bağlamından koparılarak
“mugalata-demagoji”lerle devam ettirilmek istenmesi halinde de bu söz önemli
bir cevap mahiyetindedir.
Ne demek
istiyoruz?
Günebakış Gazetesi’ndeki haftalık yazılarımın 3 Temmuz
2013 tarihlisinin başlığı çok şeyi ifade ediyor ve sadece başlık bile yazının
muhtevasını ortaya koyuyordu: “Müze ve Kilise Diasporası”nın Trabzon
Ayasofya Seferi Üzerine”. Yazım, Trabzon’daki Ayasofya’nın tekrar aslına
(camiye) dönüştürülmesine karşı başlatılan “müze
olarak kalsın” tepkileri ve kampanyalarına (benim deyimimle seferberliğine)
yönelikti.
Yazımdan 14 gün sonra, şahıs olarak muhatabı kendisi
olmamasına rağmen, yazımın muhatabı sıfatıyla Emiroğlu’nun cevap vermesi
oldukça manidar. Kudret Emiroğlu’nun “müze diasporası” içinde olduğunu
bilmiyordum. Yazımda doğrudan Kudret
Emiroğlu’nu kastetseydim bunu hem bizzat kendisine söyler, hem de ismini
vererek açıkça yazardım. Kendisi “benim de Ayasofya’nın müze olarak kalmasını
isteyeceğimi tahmin edeceğine göre, yazı bana da yazılmıştır.”
diyerek konunun doğrudan “taraf”ı olduğunu ortaya koyuyor.
Benim panik içinde olduğumu söyleyen Kudret
Emiroğlu’nun Ayasofya konusundaki “hazımsızlığı” zaman zaman hiddet, laf çakma,
‘belden aşağı’ dalma, alınganlık, zaman zaman da ironi yüklü, usta bir
diyalektikle bezenmiş üslubunda bütün çıplaklığıyla ortaya çıkıyor.
Fuzulî ne güzel söylemiş: “Akıntıya kapılan kıyıyı yürüyor zanneder!”
Benim, ‘kabul’lerimden, dünya görüşümden
kaynaklanan tavrımı yansıtan yazıma tahammül edemeyen Emiroğlu’nun hukuk, insanseverlik
ve demokrasi vurguları ne kadar samimidir, inandırıcıdır?
Kimsenin tercihlerine karışma, bastırma niyetimiz
ve çabamız yok. Ancak, Emiroğlu şunu bilmeli ki; kendisine gösterilen tahammül
kadar, kabul etmediği görüşlere de tahammül etme kapasitesini artırması
gerekir.
Fikrî referanslarımız, dünya görüşümüz ayrı da olsa
Emiroğlu gibi Trabzonlu, şehrimizin kokusuyla büyümüş, şehrin dertleriyle
uğraşan kültür-sanat adamları değerlidir. Ancak, esefle söylüyorum ki, Ayasofya
ayracında ortaya çıktığı gibi, ne kadar hukukunuz olursa olsun, dünya
görüşünüze taallûk eden bir konu ortaya çıktığında asla değer, nezaket, saygı
sınırları düşünmeyenlerle “ortak şehir derdi”niz, ortak kültür ve sanat derdiniz
olmuyor. Her ne kadar Emiroğlu benimle ilgili nezaketini zorlama da olsa
muhafaza etmeye çalışsa da, her paragrafındaki çatlamalarıyla ‘niyeti’ tezahür
ediyor.
“Müze diasporası”nın sözcülüğünü o sakîn tabiatıyla
tanıdığımız Kudret Emiroğlu yapmamalıydı. İhale onda kalmamalıydı. Emiroğlu’nun
böyle bir ihaleye dahil ve talip olmayacağını düşünüyor(d)um. Ancak yazısının
bütününe yayılmış “hınç tarzı”nı da yadırgamadığımı itiraf edeyim. Çünkü
“Ayasofya’nın tekrar camiye dönüştürülmesi” bilinçaltındaki “ideolojik kodlama”ları
sıçratmıştır diye düşünüyorum.
Benim kendi yazımı şerh etmek, yeniden yorumlamak gibi
bir usulüm yok. Aksine, tepki aldı diye kendi yazımı şerhe-yoruma zorlamam “ben
öyle demek istemedim”, “yanlış anlaşıldım”, “kastım o değildi” gibi özür beyan
edici mazeretlere sığınmak olur. Ki, ben o yazımın ve diğer yazılarımın
arkasındayım.
Kudret Emiroğlu da herkes gibi ‘ait olduğu’ ideolojik
referanslardan zihnine ve kalemine akanlarla yazdığını, konuştuğunu herhalde
bilir. Bu hatırlatmayı yapmaya ve
referanslarımızın ayrı olduğunu belirtmeye gerek yok. Ayasofya konusunda
bu zaten belirgin olarak görülüyor.
Ben kendi doğrularımın sahibiyim. Gerçekliğini
tartışma konusu yapmayacağım doğruların peşindeyim. Bunlar tarihin malı olmuş
doğrulardır. Alacağım tepkilere göre doğrularımı tashih etme-reddetme gibi bir
usulüm de yoktur.
Kendisinin “hakaret yüklü” gördüğü söz konusu
yazım kimseye hakaret içermiyor. Aksine Ayasofya için başlatılan yoğun
seferberliğe ‘aynı dozlu’ mukabeleden ibarettir.
Yazımın girişindeki “Haçlı” ve “Moğol”,
özellikle de “Haçlılar”a takılmasına bir anlam veremedim. Yoksa 200 yıl boyunca
Avrupa’yı, Ortadoğu’yu ve Küçük Asya’yı yağma ve talan eden Haçlılarla ilgili
yeni bir “tarih yazımı” gündemdedir de onun için mi bu girişi oldukça ağır buluyor?
Yoksa bu “tarafgirliğin” sebebi ne? Ben Kudret Emiroğlu’nu daha fazla “fehm” ve
“basiret” sahibi bilirdim.
Tarihî olaylar üzerinden yüzyıllar geçtikten
sonra unutulurlar. Artık halk arasında sadece imgeleriyle hatırlanırlar. Oysa ki Emiroğlu benim “haçlıların talan
ve istilaları silinmez biçimde hafızalarda yaşıyor” tesbitime; “babaannesinden
hiç haçlı zulmü hikayesi dinlemediği, vs..” şeklinde cevap veriyor. Toplumların
tarih hafızasını sadece sözlü kültüre hasretmenin sığlığı bir yana bütün
dünyanın yaşadığı, bildiği “haçlı talanı” eğer Trabzon/Maçka’da duyulmamışsa
diyecek bir şey yok! Kaldı ki babaannesi Emiroğlu’na bir tarih yorumu da
yapacak değil, bütün Anadolu coğrafyasında Haçlılar kâfirler olarak bilinir ve
yine insanımız nezdinde bu kâfirin çağlar sonraki kâfirlerden bir farkı da
yoktur.
Kendisine Prof. İlber Ortaylı’nın “Kudüs’ün
Fethi” başlıklı yazısından bir cümle hatırlatalım da belki anlar: “İslam
dünyasında unutulmayan bir kin bıraktılar.” Demek ki
haçlıların bıraktığı kin tüm İslam dünyasını tuttu da Maçka’ya bir türlü
ulaşamadı (!)
Emiroğlu soruyor: “Düzenli hangi kitapları okuyarak bu
silinmez hafızayı edinmişse…” Çok basit: Herkesin bildiği Haçlı tarihleri ve
seferleri kitaplarını… Sıralamaya gerek yok.
Emiroğlu sanki Haçlı seferleri yaşanmamış,
haçlıları tarihî gerçekliği yokmuş, bir efsane imiş gibi görüyor. İki yüz
yıllık saldırılara bir komplo teorisi imiş gibi bakmasını hangi tarihî mantık
ve diyalektikle izah eder bilemiyorum. Truva’yı, Hektor’u mitolojiden
gerçekliğe dönüştürüyor ama Haçlıları gerçeklikten neredeyse ‘yok sayma’ya…
“Kutsal Mabed’e sefer”i metaforik bir biçimde
Haçlılara ve Moğollara dair benzetmelerle ifade etmenin neresi tuhaftır? Emiroğlu’nun
edebî sanatlar bilgisinden de şüphe mi etmeliyim yoksa? Tuhaf olan Emiroğlu’nun
Haçlı ve Moğolları istilâcı değil de neredeyse “mazlum ve mağdur” olarak
nitelemesidir.
Emiroğlu’na şu tarihi gerçeği de tekrar ironik
bir biçimde hatırlatıyorum: Eğer 1202-1204’teki Dördüncü Haçlı Seferi’nde
İstanbul işgal ve talan edilmeseydi, İstanbul’dan kaçan Bizans Hanedanı tarafından
Trabzon’da Rum Krallığı kurulmayacak ve Ayasofya inşa edilmeyecekti. Yâni,
Trabzon Ayasofya Kilisesinin varlık nedeni Haçlılardır (!)
Emiroğlu’nun, benim 16-18. Yüzyıl
sömürgeciliklerini, 19. Yüzyıl emperyalizmini, 20. Yüzyıl yeni-emperyalizmini
ayırt etmediğimi, Vietnam’daki ABD katliamları, Cezayir Bağımsızlık Savaşı,
Hindistan, Afrika’nın güme gittiğini ve mazlumlar adına insanın içinin
sızladığını söyleyerek ve cevabında daha birçok ilgisiz varyantlar açarak
konuyu neden böyle farklı farklı mecralara kaydırdığını da doğrusu anlamış
değilim. Emperyalizm ve haçlı zihniyeti aynı kaynağın eseri, aynı toplumların
malı değil midir? Sayın Emiroğlu, Şark Meselesini ben icat etmedim, yüzyıllar
boyu ve halen icra eden de ben değilim. Yoksa herkesi solun tarihsel
diyalektiğine, sadece “şablonlardan ve kavramlardan ibaret” anti-emperyalist
tutumuna mı davet ediyor?
Emiroğlu gibi doğrudan ilgisiz ama dolaylı bir
hatırlatma yapayım: Taksim Gezi Parkı olaylarında da sol-Kemalist ve tüm
Marksist örgütlerin neo-kapitalist, neo-emperyalist küresel lobilerin
desteklerini arkalarına alarak nasıl kol kola, sarmaş dolaş birlikte ölümüne
mücadele verdiklerini gördük. Bu ‘ruh kardeşliği’ herhalde siyasal tarihe
“büyük emperyalist ittifak” şeklinde not olarak düşecektir.
Benim bir paragrafla metaforik olarak geçtiğim
Haçlılara Kudret Emiroğlu’nun niçin bu kadar takıldığını, bu rahatsızlığın
sebebini de anlayabilmiş değilim.
Bir de Haçlıları eleştirmenin, haçlı zulümlerini
hatırlatmanın “ırkçılık” olduğunu da antropolog Emiroğlu’ndan öğreniyoruz. Doğrudur,
benim medeniyetime ve insanıma yapılanları hoş görecek, anlayacak, empati ile
yaklaşıp tarihsel değeri üzerinde tartışacak bir genişliğe ulaşmam mutlak
gerek(!) şartlardan biri, aydın olabilmem için. Oysa bizim tarihle bir derdimiz
yok, geçmişi yargılayıp romantik tezler üretmekle meşgul değiliz. Varlığı bizim
medeniyetimize fetihle intikal etmiş olan bir yapıyı ihya etmektir meselemiz.
Ve bu ülkenin sorumlu aydını olmanın gerektirdiği vazifeyi yerine getirirken ne
bacasız sanayinin kendi çapındaki zararına, ne entelektüel dil ve zekâ
oyunlarının cazibesine, ne de Trabzon üzerinde ideolojik vesayet kurmuş
olanların histerik çığlıklarına takılacak değiliz.
Tanzimat’la açılıp Meşrutiyetle ve Cumhuriyetle
devam eden “yabancılaşma ve kimliksizlik” de önemli bir ayrışma noktamız. “Cumhuriyet’le öldürücü aşamaya gelen
tarihten nefret” konusunda da karşı köşelerdeyiz Emiroğlu ile. Hadi
kendisine suyun bu yakasından değil de iyi tanıdığı ‘kendi yakası’ndan bir isim
ve kitap tavsiye edelim: Sevan Nişanyan’ın “Yanlış Cumhuriyet”ini. Belki orada tarih nefretinin erken cumhuriyet
döneminde nerelere vardığını görür. Bunlar artık ispatı yersizleşmiş
meselelerdir de ayrıca.
Emiroğlu Cezayir’e bağımsızlık rüştünü taşımaz
diye oy veren Menderes İktidarını hatırlatırken İsrail’i “derhal” tanıyan ve Hitler’in
yaş gününe özel heyet gönderen iktidarın CHP iktidarı olduğunu da
hatırlıyor olsa gerek.
Emiroğlu’nun “Ayasofya” konusunu merkezden
çıkarıp ilgisiz birçok bilgi ve malzeme örnekler anlamsız, çelişkili ve
tutarsız “malumatfuruşluklar”la dolu yazısının analitik tahliline girmeyi abes
görüyorum.
Önce, kendisi gibi her kelimesini ele alıp
“tafsilatlı” bir cevap yazayım dedim, ama ‘lüzumsuz
soruların manasız cevapları’ olacağı için vazgeçtim. Çünkü AÇIK MEKTUP’unda
konuyu ilgisiz biçimde yaygınlaştırıyor ve dağıtıyor, sonra toparlar gibi
yaparak her paragrafta bana sorular yöneltiyor. Benim de aynı şekilde her
satırını “gramatik” tahlile tabi tutmam gerekecekti.
Emiroğlu, “ders verme” keyfiyle yazısında
İslam-Devlet ilişkileri, Selçuklu, Akdeniz tarihi, Osmanlı Klasik Dönemi,
Tanzimat, Meşrutiyet, Trabzon’un kadîm tarihi, Çoğunluk Hukuku, Haçlılar gibi
kitaplık konuları da bir paragrafta ‘kendi yargıları’yla hallediyor (!)
Birinci Dünya Savaşı, 12 Mart, 12 Eylül,
Bahçelievler’deki bir lokal olay ve daha birçok konuyu kendi “çorbası”nın
malzemesi yapıyor. Sayın Emiroğlu sen de bilirsin ki bu çorbadan “damak tadı”
çıkmaz!
Emiroğlu, herhalde görüşlerini temellendirmek
için olsa gerek tarihçi Fuat Köprülü, İnalcık ve Ortaylı’yı da yardıma
çağırıyor.
Kendinin “ne
zamandan beri “üçüncü sınıf sol-kemalist” olduğunu düşündüğümü” soruyor.
Ben kendisine böyle bir nitelemede bulunmadım. Ancak bulunduğumu düşünüyorsa
aidiyet sorgulaması yapması gerekecek.
Dahası var.. Emiroğlu’nun çorbası çok daha su
götürür. II. Enternasyonalden, Bolşeviklerin birinci dünya savaşına karşı
çıkmalarından, vs. vs.. Kudret Emiroğlu az kalsın sosyalist-komünist devrimden
bahsedecek diye korktuk (!)
Bazı yerlerde “geçelim”, bazı yerlerde “konu
derin geçelim”, bazı yerlerde de “konu
mühim ama geçelim” diyerek aşırtmalar da yapıyor. Bence geçmeyelim de
Ayasofya meselesinin “asıl özü”ne bakalım.
Kudret Emiroğlu!
Ayasofya’da sadece bir yanlış düzeltildi.
O da tam değil. Bir yanlış düzeltildi diye bu telâş, bu hiddet niye? Şu
küçücük Ayasofya’nın tamamı ibadete açılmadı. Önemli bir bölümü eski haliyle
duruyor. Kubbe garip bir biçimde perdelenmiş ve rahatlıkla görülebiliyor.
İbadet mekânına (dünyada belki de ilk defa) ayakkabı çıkarılmadan rahatlıkla
gezilmesi için özel bir bant yapılmış.
Ayasofya’nın orijinalinden bir taş mı
sökülmüştür?
Kubbesindeki freskler, resimler, kabartmalar,
rölyef ve diğer şekiller mi kazınmıştır? Hayır!
Peki bütün bunlara rağmen koparılan bunca
fırtınanın sebebi ne? Sebebini diaspora ve sen de açıkça itiraf edemediğiniz
ontolojik cümle aslında şu:
“Biz Ayasofya’yı tekrar cami olarak görmek
istemiyoruz! Buna tahammül edemiyoruz!”
Bunu niçin söyleyemiyorsunuz da “Ayasofya müze
olarak kalsın” şeklinde sütre gerisinden atış yapıyorsunuz?
Aslında yeni haliyle Ayasofya’yı restore
edenlere teşekkür edeceğinize öfke kusuyorsunuz.
Üzülmeyin, siyasi iktidarın kimi Trabzon’lu
eskimiş bakanları ve bazı milletvekilleri, belediye başkanları, bürokratlar vs.
de kimisi susarak, kimisi de genellemeler yaparak sizin koronuza iştirak
ediyor. Baksanıza şehrin Valisi, Belediye Başkanı, İktidar Partisinin İl
Başkanı ve hiçbir milletvekili Ayasofya’da yıllar sonra kılınan ilk Cuma namazına
gelmeyerek kendilerine bile saygı duyma
yürekliliğini gösteremediler.
Sayın Emiroğlu,
“Fatih niye Ayasofya’yı camiye çevirmedi. Siz
kim oluyorsunuz da cami yapıyorsunuz?” yollu kabadayılığına da tebessüm
ediyorum. Neredeyse “fetih ruhu”nu yeniden canlandıracaksın!
Bana yönelttiğin “Fatih buraları feth etti de Müslüman olduk diyeceksin de diyemiyor musun?”
soruna da cevap vereyim: Seni bilmem ama ben Fetihten önce de Müslümandım
fetihden sonra da!
Trabzon’un kadîm tarihini İslâm’la mı başlatıyorum? Okuma
yazma bilmeyen çocuğun bile güleceği bu saldırıya bilmem ki cevap vermek
gerekir mi? Trabzon Tarihi konusunda en önemli eserlerden birisi olan ve
Trabzon’un kadîm geçmişini M.Ö. 2000’lere kadar indiren Fallmerayer’in “Trabzon
İmparatorluğu’nun Tarihi” isimli eserinin Türk Tarih Kurumunca basılması için
(ki nihayet basıldı) senin de tanıdığın eski TTK Başkanı Prof. Ali Birinci’ye
ve İsmail Hacıfettahoğlu’na yoğun ısrar edenlerden birisi ben iken, nasıl
oluyor da Trabzon’un tarihini İslâm’la başlatıyorum doğrusu anlayabilmiş
değilim! Ama Kudret Emiroğlu öyle “nasbediyorsa” öyle olsun, ziyanı yok!
Ortada bir mütearife (ispat istemeyen bir durum) var
iken, yâni Trabzon Ayasofya’nın tekrar cami olarak müminlerin kullanımına
açılması son derece doğal bir şehir gerçekliği iken, buna karşı adeta
seferberlik başlatanları dozu yüksek de olsa eleştirmenin bir kalkan
savunması olarak Kudret Emiroğlu’na rastlaması ve kendisini bu anlamda durumdan
vazife çıkararak görevli sayıp kılıç kuşanması ve ‘savlet etmesi’ni de (hukukumuza binaen) makul
karşılamaya ve algılamaya çalışıyorum.
İdeolojik “körlük” bir organik hastalık değil, düşünce
hastalığıdır. Emiroğlu’nun da ideolojik
kodlarından kaynaklanan bir algılama, kabul ve tahammül sorunu yaşadığını
zannediyorum.
Yazımdaki bir hususu tekrar edeyim: Akdamar,
Sumela, Ruhban okulu ayine açılırken, gayrimüslim vakıfların malları iade
edilirken alkıştan bilekleri kırılanlar Ayasofya’nın (hukuken sahibi bulunduğu)
aslî (cami) hüviyetine dönüştürülmesinde niçin hazımsızlık çekerler? Bu, hazımsızlığı
da aşmış bir tahammülsüzlük ve cinnet hali olsa gerek.
Emiroğlu’nun Cumhuriyet dönemindeki şehir
katliamlarını “cinayet” olarak nitelemem karşısında bu kadar celallenmesi ve
bunları görmezden gelmesi nasıl izah edilebilir? Sadece Trabzon’da İmaret
Kabristanının yok edilmesi, Ayasofya’nın restorasyon bahanesiyle kapatılması
bile nasıl izah edilebilir?
Sayın Emiroğlu ortada hukuki değil fiili bir
durum var. Eğer hukuk iddiasında isen ortadaki hukuksuzluğu görebilmen lazım.
Mahkeme Ayasofya için “cami” demiş ve asli sahibi olan Vakıflara devretmiş. Peki,
bu durum karşısında senin canhıraş feryatlarının sebebi ne?
Vakfiyelere, bir vakfın içerisine daha sonra da
eserler dahil edilebildiğini bilmen lazım. Ayasofya da Fatih Vakfı’na dahil
edilmiştir. Tabii ki yapıldığı günden itibaren bir mabeddir. Niçin Fatih bu
mabedi camiye çevirmedi de 1572’de çevrildi? Senin de bilmen lazım ki orası o dönemde
meskûn mahal değildi, şehir dışında idi. Hatta Akçaabat’a ait tütün tarlaları
içinde idi.
Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi ve müze olarak
kalması o binanın manasına ve muhtevasına da aykırıdır. Müze olarak devamını
savunmak onu inşa eden zihniyete de hakarettir. Bu basit gerçekleri herhalde
biliyor olsan gerek.
Eski eserlerin, özellikle de kiliselerin Osmanlı
döneminde ihtiyaç halinde camiye dönüştürülmesi yoluyla bu eserlerin korunduğunu
herhalde Kudret Emiroğlu da bilir. Tarihî eserler “yaşatılabiliyorsa” varlığını
koruyabilir. Trabzon Ayasofya’sı da camiye çevrildiği 1572 yılından restore
bahanesiyle kapatıldığı 392 yıl boyunca varlığını bozulmadan sürdürmüştür.
Tarihçiler bu konuda Osmanlı’nın toleransını
ifade ederler. Ayrıca bu konudaki batılı literatürü Kudret Emiroğlu benden iyi
biliyor olsa gerek. Bu konuda Kudret Emiroğlu’na İlber Ortaylı’dan şu önemli
tesbiti daha hatırlatalım:
“İstanbul'da bir tanesi hariç, kilise olarak kalan bina yoktur. Bizans
devri kiliselerinin en güzelleri camiye çevrilmiş, azalan Hıristiyan nüfusu
dolayısıyla öbür kiliseler de yıkılmış, kaybolmuştur. Eğer cemaati kalmamışsa önemli eserlerin korunması bu yolla oluyor.
Pammakaristos Kilisesi de fetihten 150 yıl sonra Fethiye Camii adını alarak bu kervana katılmıştır. Fethiye Camii'nde kilisenin ana bölümü Müslümanların ibadetine tahsis edildiği halde, kenardaki şapel ibadet yapılmasa da hep olduğu gibi muhafaza edilmiştir ve bu yüzden bina kendine özgüdür. Yani kilise ve cami yan yanadır.” Tıpkı bugün Trabzon Ayasofya Camii’nin son hali gibi…
1261’de IV. Haçlı seferi
sırasında İstanbul Ayasofya’nın yağmalanıp talan edildiğini biliyoruz. 1453’de
İstanbul’un fethiyle birlikte camiye dönüştürülen Ayasofya’nın nasıl ayakta
kaldığını, nasıl ihya edildiğine ilişkin, Kudret Emiroğlu “Açık Mektup”unda
referans gösterdiği bir diğer tarihçi Prof. Halil İnalcık şunları söylüyor: Pammakaristos Kilisesi de fetihten 150 yıl sonra Fethiye Camii adını alarak bu kervana katılmıştır. Fethiye Camii'nde kilisenin ana bölümü Müslümanların ibadetine tahsis edildiği halde, kenardaki şapel ibadet yapılmasa da hep olduğu gibi muhafaza edilmiştir ve bu yüzden bina kendine özgüdür. Yani kilise ve cami yan yanadır.” Tıpkı bugün Trabzon Ayasofya Camii’nin son hali gibi…
“Türkler
büyük masraflarla devamlı tamir etmeseydi bugün Ayasofya Camii, çoktan yerle
bir olurdu. Fatih, Ayasofya'yı şehrin cami-i kebiri ilân ettikten sonra buraya
büyük vakıflar, köyler vakfetti. Bir kere İstanbul'daki bütün Hıristiyanların
cizye vergilerini bu caminin geliri olarak vakfetti. Saray kapısına bakan
duvarlar zayıf olduğu için Sinan bugün gördüğümüz pâyendeleri koydurdu. Kubbe
defalarca tamir edildi. Bir kelime ile Ayasofya
bugün ayakta ise Osmanlıların bu bakımı sayesindedir”
Kudret Emiroğlu bu gerçekleri
nasıl yorumlayacak, İnalcık ve Ortaylı’yı nasıl yalanlayacak merak ediyorum.
Sayın Emiroğlu,
Ben sadece Ayasofya konusunda değil, Trabzon’u
ilgilendiren, şehrin tüm dertleriyle dertlenmeye çalışan birisiyim. Bu köşede
yazdığım yazıları eğer okumuşsan bunu göreceksin. Mevcut iktidarın şehircilik
politikalarına nasıl radikal eleştiriler getirdiğimi de bakarsan görürsün.
Dostumuz Ömer Asan da Ayasofya’nın müze kalması için
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a üslubu gayet nezaketli bir mektup yazmış.
Bana da gönderdi. Katılmamama ve bu konuda “taraf” olmama rağmen onunla böyle
bir gerilim sorunu yaşamadım. Ancak, senden beklemeyeceğimiz bir uslûpla sudûr
eden “açık mektup”unun sadece diasporayı
memnun etmeye matuf olduğunu zannediyorum. Böylece diasporayı rahatlatmış
oldun, onların gazını almış oldun!
Açık mektubunun sadece Ayasofya ile de sınırlı
olmadığını, diasporada biriktirilmiş
bazı öfkelerin de bu dolduruşa getirilişle dışlaştığını zannediyorum.
“Müze ve kilise diasporası”nın Ayasofya ihalesi Kudret
Emiroğlu’nda kalmamalıydı, O böyle bir ihaleye talip olmamalıydı diye
düşünüyorum.
Yoksa bu üslûp “bize ait bir tarih”e duyulan öfkenin
dışa vurumu mudur?
En son sığınacak “Anıtlar Kurulu” kaldı. “Burada hukuk
var” diyorsun. Mahkemenin verdiği karar yoksa hukukî değil mi de Anıtlar Kurulu’ndan
istimdat istiyorsun? Trabzon’un kadîm tarihinin bir dönemine ait tarihsel
gerçekliğin tasdikini Anıtlar Kurulu’ndan mı bekliyorsun?
Niçin diaspora ve şehir artığı diyormuşum… Biz
gurbetteki hemşehriler değil miydik?
Etimolojik birikimi olan bir kültür adamı olarak “diaspora”dan
(çağrışımı ne olursa olsun) Ermeni ve
Yahudi Diasporası’nı kastetmediğimi herhalde bilirsin. “Şehir artığı” ise tam
da konunun merkezine oturan bir deyim. Şehrin gerçeklerini kabul edemeyenler,
şehre ait olmayanlar artık değil de nedir? Ben uzunca süredir işte bu artık
zihniyetle mücadele ediyorum, şehrin gerçeklerini bu yurdun bir evladı olarak
dile getirmeye çalışıyorum. “Şehir sakinlerinin
Ayasofya için dayanılmaz suskunluğu da bir o kadar kahredici!” cümlemi de
kışkırtıcı buluyorsun. Bu suskunlar o kadar bilinçli ki sakince hukuk sürecini
bekliyorlarmış (!) Bu da Emiroğlu’na mahsus bir buluş olsa gerek.
Emiroğlu bile Ayasofya konusunda kalemini
“kılıçlaştırmış” ise yazım hedefini bulmuş demektir! Onun için müsterihim!
Kudret Emiroğlu Diaspora’nın Ayasofya Manifestosu niteliğindeki
yazısının sonlarına doğru bir “Aziz” tavrına bürünüyor ve şöyle diyor: “Osmanlı’nın
imanına kefil olup, şu anda yaşayanları öldürme, çiğ çiğ etlerini yeme. Taştan
bir camiyi ihdas ederken, etten bir tek kalbi kırma. İktidar ve ideolojiye
haysiyetinle bağlanma. Tövbekar ol…”
Bana sorduğun “Osmanlı’nın imanına kefil olma” gibi anlamsız ve saçma bir soruya
senin ve Trabzon’lu ‘ehl-i kitap’ın da
yakından tanıdığı “Osmanlılar’ı altıyüz yıl ayakta tutan Vergi Sistemi ve Adalettir”
diyen ABD’li önemli Osmanlı tarihçisi H. Lowry cevap versin:
“Hakkında çok az şeyin
yazılı olduğu erken Osmanlı tarihinde en kilit yer Kuzey Yunanistan, en kilit
isim de Evrenos Bey’dir. Evrenos’u araştırdıkça muazzam bir şeyle karşılaştım:
Osmanlı elinde kılıç, “Ya Müslüman olacaksın ya keseceğiz” demiyordu. Yok öyle
bir hikâye. Bu uç beyleri, başından itibaren bir sistemle girmişler Balkanlar’a.
Evrenos Bey her gittiği yerde su kanalları, kervansaraylar, yollar, köprüler,
imarethaneler yaptırmış.. Yani bir elinde kılıç varken, bir yandan da
Balkanlar’a küçük küçük Bursa’lar inşa etmişler. Bu çok ciddi bir kuruluş projesi ve
karşımıza bambaşka bir erken Osmanlı dönemi çıkarıyor.”
Bir dost olarak, bu açık mektubu yazan Kudret
Emiroğlu’nun tefrik etme kabiliyetini yitirmiş zihin halinden bir an evvel
kurtulmasını diliyorum. Kendince nedenler uydurup, kendince tespitler, yorumlar
ile objektif bir yazı yazılamazdı ve nitekim yazılamamış da.
Kudret Emiroğlu’na kitabın bildiği yerinden birkaç
sorum da olacak.
Bina üzerinden kurulan ulusalcılık-milliyetçilik
modern zamanlarda acaba nasıl olmaktadır?
Elcevap: Modern dönem restorasyonlarıyla farklı dönem
eklerinin, bütün melez formların orijinallik bahanesiyle yok edilişi…
Orijinalite, orijin ile ulusalcılık/milliyetçilik çok yakın akraba
kavramlardır. Bunu Emiroğlu da tasdik edilecektir.
Gelelim birkaç örnek vermeye…
Birinci örnek; Yunanistan Atina’daki Parthenon’daki
Osmanlı Camisi’nin Yunan Milliyetçilerince modern dönemde orijinal restorasyon bahanesiyle
yıkılışı.
İkinci örnek ise konumuz.
Trabzon Ayasofya’sındaki Osmanlı eklerinin yine orijinal
restorasyon bahanesiyle yıkılışı ve 60 darbesini izleyen zamanlarda müzeye
çevrilişi.
Peki Sayın Emiroğlu, insanseverlik ve “üçüncü sınıf
sol Kemalist”lerden olmama tavrında orijinali kilise olan bir yapıda namaz
kılınabilmesini en azından hazmedebilme yok mudur? Mesele sizin
gözlüklerinizdekinden farklı renklerde okunamaz mı? Acaba Fernand Braudel Akdeniz
Medeniyeti’ni bu bağlamda nasıl kavramsallaştırmaktadır?
Bu durumda Emiroğlu’nun bahsettiği milliyetçiler
kimlerdir? Ya da neyin milliyetçisidirler?
Elcevap: Kudret Emiroğlu’nun içerisinde olmasını arzu
etmediği Trabzon Diasporası ve orijin milliyetçiliği.
Sayın Emiroğlu,
Yazını ustaca bir ironiyle bitirmişsin.
Ben de “Yahya
Düzenli’ye Ayasofya için açık mektup”unu okuduktan sonra bu uzun fıkrayı
iyi ki telefonda okumamışsın bana diyorum. Adeta tefrika sayılabilecek bu yazının
arşivinde en uzun yazılarından birisi, “hazine-i evrak”ından bir varak olarak
yerini alacağını düşünüyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder