duzenliyahya@gmail.com
I.Dünya Savaşı yıllarında Rus işgal, talan ve katliamına rağmen
coğrafyasının müthiş direnişine şahit olduğumuz ve yıkım içinde bile
güzelliklerini görebildiğimiz Trabzon’un, 95 yıl sonra bugün ne yazık ki
coğrafyası bile direnemez halde mecalsiz, takatsiz bir durumda. Çünkü önce
şehir imarı, bugün ise kentsel dönüşüm adına adeta bir insanın vücudunun doğranıp,
tabii organlarının koparılarak yerlerine protez yerleştirilmek suretiyle
varlığının sürdürülmesine benzer biçimde Trabzon tahrip edildi/ediliyor.
Belki insaf ve
vicdan merkezleri harekete geçer de “bu
şehre ihanet mi ediyoruz, ihya mı ediyoruz?” sorusunu soran ve “bu medeniyet şehrine kıyılır mı?” diye
kalbî rezonansları harekete geçen bir siyasi ve şehir yöneticisi çıkar diye
Trabzon’un 95 yıl önceki hazin halini Ahmet Refik’ten (“Kafkas Yollarında” adlı
eserindeki 25 Nisan 1918 tarihli notlarından) dehşet ve acılar içinde okumaya
devam ediyoruz:
“…Trabzon’a döndüğümüz zaman görülüyor ki, bir gün evvel gördüğümüz
refah ve saadet beldesiyle, şimdi gördüğümüz fakr u sefalet şehri arasında
büyük bir fark var.
Trabzon’un mazisini, Batum’un hâliyle
karşılaştırmak, insanın kalbini sızlatıyor. Trabzon,
bir zamanlar medenî bir imparatorluğun merkeziydi. Anadolu’nun bir ucunda İstanbul, öbür ucunda Trabzon, Kahraman
Fatih’in zafer yollarına diktiği çiçekler ve güllerle donanmış iki zarif âbide
idi. Hakîm Sinanlar, Trabzon’da Yavuz
Sultan Selim’in Bizans surları içindeki muhteşem sarayında, edebiyat
toplantıları düzenlerken, Rusya’da müthiş bir çar, Rus kavmini vahşetten
kurtarmaya çalışıyordu. Karadeniz’de ticaret
için Yavuz’un huzuruna elçiler gönderen, yalvararak mektuplar takdim eden
çarların halkı, şimdi Osmanlılığın dört asırlık fütuhat sahâlarını çiğnemişler,
muazzam bir beldeyi harabeye çevirmişler, Yavuz’un muhterem annesinin bile
mezarını yerle bir etmişler! Oh! Bu dayanılmaz, unutulmaz, onulmaz bir yara.
Trabzon’dan çıktığımız hâlde hâlâ müthiş bir istilânın enkazı
görülüyor. Yol kenarlarında kamıştan çadırlar, araba parçaları, boş mermi
kovanları, at kafaları, müthiş bir fil gibi, yolun üzerine devrilmiş yol
makineleri kalbe elem veriyor. Bu sıkıntıyı bir dereceye kadar hafifleten bir
şey varsa, tabiatın güzelliği. Değirmendere vadisi cidden
latif. Yeşil otlar, sarı çiçekler arasında kurbağaların keskin avazı
işitiliyor. İki taraf kayalarla çevrili. Bahar her tarafı yeşillendirmiş;
dikilmemiş, ekilmemiş hiçbir yer yok. Fındık ağaçlarının körpe yeşillikleri,
henüz tomurcuklanan çalılar arasından derenin çağıltısı, kalbin hüznünü olsun
siliyor. Yol kenarındaki köyler bütünüyle yıkılmış.
Uzaklarda, kara çamların beyaz ve levent gövdeleri altında
çıplak ve siyah pencereleriyle evler görülüyor. Ruslar bu evlerin camlarına
varıncaya kadar götürmüşler.
Bütün vadi, Trabzonluların gayret
ve faaliyetine parlak bir nişane. Kayalara çarpan, çağlayan, akan, köpüren
derenin üstünde, insan duramayacak derecede dik meyillerde, kadın, çoluk çocuk,
çıplak ve perişan, ellerinde beller, düzenli hareketlerle tarlalarını
belliyorlar. Bu çalışan, ekmeğini topraktan çıkaran, evlâtlarını aziz vatanın
savunması için sınırlara gönderen halk, görseniz, ne perişan! Ayaklar çıplak,
elbiseler lime lime, yüzler yanmış, eller insan eli olmaktan çıkmış. Göğüs
bağır açık, karınlar aç, durmadan, ara vermeden çalışıyorlar. Tarlalarda genç
ve dinç hiçbir erkek yok. Bir müthiş istilâdan sonra, harap kulübelerine dönen
bedbaht köylüler bile ağarmış sakallarıyla, bükülmüş vücutlarıyla torunlarının
cansız ve kansız vücutlarını omuzlarına almışlar, güya yaşamak, mes’ut olmak
için yurtlarına dönüyorlar. Bazen yol kenarlarındaki yangın yerlerinde,
felâketten kurtulan duvarlar üzerine yeni kerestelerden çatılar kuran köylüler
görülüyor.
Ruslar, bu harabeler ortasında, Cevizlik (Maçka)’e kadar
muntazam bir dekovil -(küçük demiryolu)
yapmışlar. Hattın geçtiği köprüler gayet muntazam. Dere, köprüler altında
köpükler saçıyor,
çağlaya çağlaya akıyor. Yol gittikçe yükseliyor, çağıltı gittikçe uzaklaşıyor.
Yolun kenarı beyaz ve eflâtun menekşeler, karabaşlar, sarı kır çiçekleriyle
dolu. Hava daima bulutlu; güneşin bereketli ışıkları bir türlü kendini
göstermek istemiyor. Aşağıda, köpükler saçan, daima çağlayan ve uğuldayan bir
dere. Karşıda, yamaçlarına karaçamlar tırmanan yüksek dağlar. Sonra uzun süren
bir sessizlik. Bu sessizliği ancak çalılara gizlenmiş bir kuşun, ara sıra
gönülleri şenlendiren tîz ve tatlı sedası bozuyor. Cevizlik harap. Bütün köy yangın yerinden başka bir şey değil.
……Köylüler tarlalarında çalışıyorlar. Kiliselerin kapıları sımsıkı kilitlenmiş. Ekserisi taştan, ufak bir kapı ile bir iki penceresi bulunan kiliseler, eski Bizans hayatını hatırlatıyor. Bu güzel ve bereketli topraklarda, halk aç ve sefil...”
Ahmet Refik, o
güzel üslubuyla tabiatı ve iklim şartlarını anlattığı notlarına Zigana’yla
devam ediyor:
“ Zigana bir şiir. Yeşillikten, çamlıktan, çağıltıdan oluşmuş bir
levha. Sislerin içinden, çamların yeşil derinliklerinden tatlı bir uğultu
geliyor. İspinozların bülbül gibi ötüşleri, sisler arasından işitiliyor.
Bakışlarımız hiçbir güzelliğe nüfuz edemiyor. Güya
geçtiğimiz saat, Zigana, aşk perilerinin
zevk ve şenlik zamanıdır. Ormanların âhenkli yeşillikleri üstüne sislerden,
bulutlardan bir perde çekmişler. Bu cennet bahçesinin yeşil çağlayanları,
kuşlarının terennümleri, çiçeklerin bahar renkleri karşısında zevk ve safa
ediyorlar. İçeride bir âhenk var. Biz de bu âhengi dışarıdan bir yabancı gibi
dinliyoruz. Bazen güneş, bir projektör gibi, sol taraftaki sarı yayla
çiçeklerinin ıslak yaprakları üzerinden uçurumun sislerine doğru ışıklar
saçıyor. O zaman kısa bir an içinde, yeşil, zümrüt gibi yeşil bir derinlik,
koyu yeşil çamlar, açık yeşil filizler, açık yeşil renginde beyaz köpüklü
dereler, sarı, eflâtun ve beyaz çiçekler görülüyor. Gözler bu cazip güzelliğe
doymadan, ruh, bu tabiî güzellikler karşısında bol şiir ve hayalle dinlenmeden,
güneşin ışıkları birdenbire kesiliyor, yağmur başlıyor, kar yağıyor, çamlar, ağaçlar
her şey kayboluyor.
Mütemadiyen yükseliyoruz. Hiçbir karlı tepe görülmüyor. Bir
zaman oldu ki bu zevk ve sevinç sahnesinin üstünde cazip ve tatlı iki mavi göz
göründü. Bu, aşkın lezzetlerini görmüş, sarı, altın gibi sarı saçlarını
omuzlarına dökmüş; başında beyaz bir tül, güzelliğin bütün cazibelerine sahip
bir kadın gibiydi. Aşağıda kuşların terennümlerini, derelerin çağıltısını zevk
ve sevinç âhengini bırakmış, sislerin üstünden bizi gözetliyor. Dikkat ettim:
Karlı bir dağın kenarından, mavi bir sema parçası meydana çıkmış, üzerine beyaz
bir bulut çökmüş. Artık Zigana’nın tepesine
doğru yaklaşıyoruz. Bir zamanlar soğuk suyu, kalbin hararetlerini söndüren
çeşmesiyle meşhur olan bu tepe, şimdi harap ordugâh malzemesinden geriye
çamurlardan, enkazdan ve gübrelerden başka bir şeyi ihtiva etmiyor.
Zigana’da yol genişletilmiş. Çamlardan birçoğu telgraf direği,
dekovil traversi için kesilmiş. Keçi çıkamayacak derecede yüksek tepelerden
yontulup bırakılmış çamlar sırtlarda küme küme yatıyor. Yollarda Rusların
yaptıkları kereste fabrikalarına, harap yol makinelerine tesadüf olunuyor.
Bu imar arzusuna karşılık, harap edilmemiş hiçbir Müslüman
köyü yok. Yollarda ve köylerde hiçbir adam görülmüyor. Ziganalardan inildikçe, karlı dağlar ve tepeler arasında kafile kafile
kadınlara tesadüf
olunuyor. Zigana hanları bomboş.
Fakir birkaç genç, evlerden birine sığınmışlar, yolculara Ruslardan kalma
çayları pişiriyorlar, beş on para kazanıyorlar. Biraz ötede, Rus yer altı
barınakları görülüyor.
……Yol döne döne iniyor. Bütün köyler harap. Halk
vatanlarını, evlerini, ata ocaklarını bırakmışlar, kim bilir nerelere
gitmişler, nerelerde ölmüşler! Bu güzel Anadolu böyle miydi? Bir zamanlar bu
ocaklardan da dumanlar tüter, bu ovalarda da sürüler otlar, bu evlerde de
mes’ut aileler kanaatle, fakat saadetle yaşarlardı. Şimdi her köşe bir mezar,
her yer bir viranelik...”
Daha sonra
Torul’a geçen Ahmet Refik ve heyet, orada da Rusların tahribatından, toplu
insan katliamlarından, Ermenilerin mezalimlerinden, cami ve medreselerin ahıra
çevrildiğinden, mezarlıkların tahrip edildiğinden kalbine dehşet geldiğini
anlatır. Hatta o kadar ki “İnsan bir
fener direği görse, darağacı zannediyor” der.
Evet, yüz yıl önce
Ahmet Refik’in gördüğü Rus işgali sonrası Trabzon’un manzarası bu.
Şehri imha
cinnetinin imar zannedildiği, şehrin topoğrafyasına musallat olmuş netameli çabalara
“kentsel dönüşüm” denildiği bir zamanda yaşamak ne kadar ürkütücü…
Rus işgalinde bile
Rusların (bir daha gitmeyecekleri ümidiyle) şehirde yaptıkları imar ve inşa
çalışmaları belki de yerlilerin imar ve inşalarıyla şehrin dokusunu, siluetini,
mekanlarını, coğrafyasını bozmalarından çok daha insaflıdır.
Zamanla işgalin adı
ve muhtevası da değişti. Şehrin kıyameti ha yabancı işgaliyle ha yerli kentsel
dönüşümle olsun fark etmiyor! Neticede şehrimizi kaybettik!