29 Ekim 2013 Salı

AHMET REFİK’İN KALEMİNDEN YÜZ YIL ÖNCEKİ TRABZON -III-

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

I.Dünya Savaşı yıllarında Rus işgal, talan ve katliamına rağmen coğrafyasının müthiş direnişine şahit olduğumuz ve yıkım içinde bile güzelliklerini görebildiğimiz Trabzon’un, 95 yıl sonra bugün ne yazık ki coğrafyası bile direnemez halde mecalsiz, takatsiz bir durumda. Çünkü önce şehir imarı, bugün ise kentsel dönüşüm adına adeta bir insanın vücudunun doğranıp, tabii organlarının koparılarak yerlerine protez yerleştirilmek suretiyle varlığının sürdürülmesine benzer biçimde Trabzon tahrip edildi/ediliyor.


Belki insaf ve vicdan merkezleri harekete geçer de “bu şehre ihanet mi ediyoruz, ihya mı ediyoruz?” sorusunu soran ve “bu medeniyet şehrine kıyılır mı?” diye kalbî rezonansları harekete geçen bir siyasi ve şehir yöneticisi çıkar diye Trabzon’un 95 yıl önceki hazin halini Ahmet Refik’ten (“Kafkas Yollarında” adlı eserindeki 25 Nisan 1918 tarihli notlarından) dehşet ve acılar içinde okumaya devam ediyoruz:

“…Trabzon’a döndüğümüz zaman görülüyor ki, bir gün evvel gördüğümüz refah ve saadet beldesiyle, şimdi gördüğümüz fakr u sefalet şehri arasında büyük bir fark var.

Trabzon’un mazisini, Batum’un hâliyle karşılaştırmak, insanın kalbini sızlatıyor. Trabzon, bir zamanlar medenî bir imparatorluğun merkeziydi. Anadolu’nun bir ucunda İstanbul, öbür ucunda Trabzon, Kahraman Fatih’in zafer yollarına diktiği çiçekler ve güllerle donanmış iki zarif âbide idi. Hakîm Sinanlar, Trabzon’da Yavuz Sultan Selim’in Bizans surları içindeki muhteşem sarayında, edebiyat toplantıları düzenlerken, Rusya’da müthiş bir çar, Rus kavmini vahşetten kurtarmaya çalışıyordu. Karadeniz’de ticaret için Yavuz’un huzuruna elçiler gönderen, yalvararak mektuplar takdim eden çarların halkı, şimdi Osmanlılığın dört asırlık fütuhat sahâlarını çiğnemişler, muazzam bir beldeyi harabeye çevirmişler, Yavuz’un muhterem annesinin bile mezarını yerle bir etmişler! Oh! Bu dayanılmaz, unutulmaz, onulmaz bir yara.

Trabzon’dan çıktığımız hâlde hâlâ müthiş bir istilânın enkazı görülüyor. Yol kenarlarında kamıştan çadırlar, araba parçaları, boş mermi kovanları, at kafaları, müthiş bir fil gibi, yolun üzerine devrilmiş yol makineleri kalbe elem veriyor. Bu sıkıntıyı bir dereceye kadar hafifleten bir şey varsa, tabiatın güzelliği. Değirmendere vadisi cidden latif. Yeşil otlar, sarı çiçekler arasında kurbağaların keskin avazı işitiliyor. İki taraf kayalarla çevrili. Bahar her tarafı yeşillendirmiş; dikilmemiş, ekilmemiş hiçbir yer yok. Fındık ağaçlarının körpe yeşillikleri, henüz tomurcuklanan çalılar arasından derenin çağıltısı, kalbin hüznünü olsun siliyor. Yol kenarındaki köyler bütünüyle yıkılmış.

Uzaklarda, kara çamların beyaz ve levent gövdeleri altında çıplak ve siyah pencereleriyle evler görülüyor. Ruslar bu evlerin camlarına varıncaya kadar götürmüşler.

Bütün vadi, Trabzonluların gayret ve faaliyetine parlak bir nişane. Kayalara çarpan, çağlayan, akan, köpüren derenin üstünde, insan duramayacak derecede dik meyillerde, kadın, çoluk çocuk, çıplak ve perişan, ellerinde beller, düzenli hareketlerle tarlalarını belliyorlar. Bu çalışan, ekmeğini topraktan çıkaran, evlâtlarını aziz vatanın savunması için sınırlara gönderen halk, görseniz, ne perişan! Ayaklar çıplak, elbiseler lime lime, yüzler yanmış, eller insan eli olmaktan çıkmış. Göğüs bağır açık, karınlar aç, durmadan, ara vermeden çalışıyorlar. Tarlalarda genç ve dinç hiçbir erkek yok. Bir müthiş istilâdan sonra, harap kulübelerine dönen bedbaht köylüler bile ağarmış sakallarıyla, bükülmüş vücutlarıyla torunlarının cansız ve kansız vücutlarını omuzlarına almışlar, güya yaşamak, mes’ut olmak için yurtlarına dönüyorlar. Bazen yol kenarlarındaki yangın yerlerinde, felâketten kurtulan duvarlar üzerine yeni kerestelerden çatılar kuran köylüler görülüyor.

Ruslar, bu harabeler ortasında, Cevizlik (Maçka)’e kadar muntazam bir dekovil -(küçük demiryolu) yapmışlar. Hattın geçtiği köprüler gayet muntazam. Dere, köprüler altında köpükler  saçıyor, çağlaya çağlaya akıyor. Yol gittikçe yükseliyor, çağıltı gittikçe uzaklaşıyor. Yolun kenarı beyaz ve eflâtun menekşeler, karabaşlar, sarı kır çiçekleriyle dolu. Hava daima bulutlu; güneşin bereketli ışıkları bir türlü kendini göstermek istemiyor. Aşağıda, köpükler saçan, daima çağlayan ve uğuldayan bir dere. Karşıda, yamaçlarına karaçamlar tırmanan yüksek dağlar. Sonra uzun süren bir sessizlik. Bu sessizliği ancak çalılara gizlenmiş bir kuşun, ara sıra gönülleri şenlendiren tîz ve tatlı sedası bozuyor. Cevizlik harap. Bütün köy yangın yerinden başka bir şey değil.
……
Köylüler tarlalarında çalışıyorlar. Kiliselerin kapıları sımsıkı kilitlenmiş. Ekserisi taştan, ufak bir kapı ile bir iki penceresi bulunan kiliseler, eski Bizans hayatını hatırlatıyor. Bu güzel ve bereketli topraklarda, halk aç ve sefil...”

Ahmet Refik, o güzel üslubuyla tabiatı ve iklim şartlarını anlattığı notlarına Zigana’yla devam ediyor:

“ Zigana bir şiir. Yeşillikten, çamlıktan, çağıltıdan oluşmuş bir levha. Sislerin içinden, çamların yeşil derinliklerinden tatlı bir uğultu geliyor. İspinozların bülbül gibi ötüşleri, sisler arasından işitiliyor.

Bakışlarımız hiçbir güzelliğe nüfuz edemiyor. Güya geçtiğimiz saat, Zigana, aşk perilerinin zevk ve şenlik zamanıdır. Ormanların âhenkli yeşillikleri üstüne sislerden, bulutlardan bir perde çekmişler. Bu cennet bahçesinin yeşil çağlayanları, kuşlarının terennümleri, çiçeklerin bahar renkleri karşısında zevk ve safa ediyorlar. İçeride bir âhenk var. Biz de bu âhengi dışarıdan bir yabancı gibi dinliyoruz. Bazen güneş, bir projektör gibi, sol taraftaki sarı yayla çiçeklerinin ıslak yaprakları üzerinden uçurumun sislerine doğru ışıklar saçıyor. O zaman kısa bir an içinde, yeşil, zümrüt gibi yeşil bir derinlik, koyu yeşil çamlar, açık yeşil filizler, açık yeşil renginde beyaz köpüklü dereler, sarı, eflâtun ve beyaz çiçekler görülüyor. Gözler bu cazip güzelliğe doymadan, ruh, bu tabiî güzellikler karşısında bol şiir ve hayalle dinlenmeden, güneşin ışıkları birdenbire kesiliyor, yağmur başlıyor, kar yağıyor, çamlar, ağaçlar her şey kayboluyor.

Mütemadiyen yükseliyoruz. Hiçbir karlı tepe görülmüyor. Bir zaman oldu ki bu zevk ve sevinç sahnesinin üstünde cazip ve tatlı iki mavi göz göründü. Bu, aşkın lezzetlerini görmüş, sarı, altın gibi sarı saçlarını omuzlarına dökmüş; başında beyaz bir tül, güzelliğin bütün cazibelerine sahip bir kadın gibiydi. Aşağıda kuşların terennümlerini, derelerin çağıltısını zevk ve sevinç âhengini bırakmış, sislerin üstünden bizi gözetliyor. Dikkat ettim: Karlı bir dağın kenarından, mavi bir sema parçası meydana çıkmış, üzerine beyaz bir bulut çökmüş. Artık Zigana’nın tepesine doğru yaklaşıyoruz. Bir zamanlar soğuk suyu, kalbin hararetlerini söndüren çeşmesiyle meşhur olan bu tepe, şimdi harap ordugâh malzemesinden geriye çamurlardan, enkazdan ve gübrelerden başka bir şeyi ihtiva etmiyor.

Zigana’da yol genişletilmiş. Çamlardan birçoğu telgraf direği, dekovil traversi için kesilmiş. Keçi çıkamayacak derecede yüksek tepelerden yontulup bırakılmış çamlar sırtlarda küme küme yatıyor. Yollarda Rusların yaptıkları kereste fabrikalarına, harap yol makinelerine tesadüf olunuyor.

Bu imar arzusuna karşılık, harap edilmemiş hiçbir Müslüman köyü yok. Yollarda ve köylerde hiçbir adam görülmüyor. Ziganalardan inildikçe, karlı dağlar ve tepeler arasında kafile kafile kadınlara  tesadüf olunuyor. Zigana hanları bomboş. Fakir birkaç genç, evlerden birine sığınmışlar, yolculara Ruslardan kalma çayları pişiriyorlar, beş on para kazanıyorlar. Biraz ötede, Rus yer altı barınakları görülüyor.

……Yol döne döne iniyor. Bütün köyler harap. Halk vatanlarını, evlerini, ata ocaklarını bırakmışlar, kim bilir nerelere gitmişler, nerelerde ölmüşler! Bu güzel Anadolu böyle miydi? Bir zamanlar bu ocaklardan da dumanlar tüter, bu ovalarda da sürüler otlar, bu evlerde de mes’ut aileler kanaatle, fakat saadetle yaşarlardı. Şimdi her köşe bir mezar, her yer bir viranelik...”

Daha sonra Torul’a geçen Ahmet Refik ve heyet, orada da Rusların tahribatından, toplu insan katliamlarından, Ermenilerin mezalimlerinden, cami ve medreselerin ahıra çevrildiğinden, mezarlıkların tahrip edildiğinden kalbine dehşet geldiğini anlatır. Hatta o kadar ki “İnsan bir fener direği görse, darağacı zannediyor” der.

Evet, yüz yıl önce Ahmet Refik’in gördüğü Rus işgali sonrası Trabzon’un manzarası bu.

Şehri imha cinnetinin imar zannedildiği, şehrin topoğrafyasına musallat olmuş netameli çabalara “kentsel dönüşüm” denildiği bir zamanda yaşamak ne kadar ürkütücü…

Rus işgalinde bile Rusların (bir daha gitmeyecekleri ümidiyle) şehirde yaptıkları imar ve inşa çalışmaları belki de yerlilerin imar ve inşalarıyla şehrin dokusunu, siluetini, mekanlarını, coğrafyasını bozmalarından çok daha insaflıdır.

Zamanla işgalin adı ve muhtevası da değişti. Şehrin kıyameti ha yabancı işgaliyle ha yerli kentsel dönüşümle olsun fark etmiyor! Neticede şehrimizi kaybettik!
    

21 Ekim 2013 Pazartesi

AHMET REFİK’İN KALEMİNDEN YÜZ YIL ÖNCEKİ TRABZON -II-

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Son dönem Osmanlı tarihçisi Ahmet Refik’in 17 Nisan-20 Mayıs 1918 tarihleri arasında Alman ve Avusturya’lı gazetecilerle birlikte çıktığı Doğu illeri seyahatini anlattığı “Kafkas Yollarında” isimli eserinde önemli bir yer ayırdığı Trabzon’a dair gözlemlerine/notlarına devam ediyoruz.

Ahmet Refik’in gayet etkileyici üslubuyla anlattığı 95 yıl önceki Trabzon’un bugün büründüğü şehir siluetine bakınca şöyle düşünmekten kendimizi alamıyoruz: Sanki Ruslar’ın yıkım ve katliamda yarım bıraktıklarını, yerli siyasî iktidarlar ve şehir yöneticileri “şehir planlaması” ve “kentsel dönüşüm” adı altında devam ettirmişlerdir. Ve bugüne intikal eden Trabzon şehir bakiyesi ile Ahmet Refik’in anlattığı Trabzon arasında adından başka hiçbir benzerlik kalmamıştır. Yüz yıl önceki Trabzon’la bugünkü Trabzon’u yüzleştirseler birbirini tanıyamaz iki şehir ortaya çıkacaktır. Her ikisi de birbirine bakıp “bu ben değilim!” diyecektir.

Ahmet Refik’in yıkıntılar içinde dolaştığı ve acı içinde anlattığı 1918 Trabzon’u, millet hafızasında “Seferberlik” adı verilen ve birçok ailenin oldukça hüzünlü “Seferberlik Hikayeleri” bulunan Birinci dünya savaşı sonrası Trabzon’udur. Şehrin bugünkü haline bakınca görüyoruz ki; Rus işgalciler tarafından tahrip edilip yıkılmasaydı da yüz yıl önceki şahsiyeti ve güzelliğinden bugün pek bir şey kalmayacaktı.

Ahmet Refik’ten okumaya devam ediyoruz:

“…İskele yanındaki mezarlık dümdüz. İçine büyük bir tiyatro yapılmış. Belediye bahçesi –büyük bir araba merkezi. Çarşı ıssız ve karanlık. Mağazalar bomboş. Bazılarının kilitleri kırılmış, kasaları süngülerle parçalanmış. Her köşede elem ve haydutluk eseri var. Deniz kenarındaki kalede üç dört Osmanlı topu kalın tunç namlularıyla uzanmış duruyor. Ruslar burada üç dört sahil topu bırakmışlar. Onların da kamalarını almışlar.

Bu tahribat, mezarlıklar ortasındaki mühim türbelere kadar yayılmış.

Bu türbelerden biri de Gülbahar Sultan Türbesi. Gülbahar Sultan, Yavuz Sultan Selim’in validesidir. Şehzade Selim, babası vüzera elinde baziçe olduğu sıralarda, burada valilik ediyordu.  

Komninosların çiçekli beldesi, latif seması, yeşil tepeleri, Soğuksu mesiresi, mavi deniziyle Yavuz’un şâir ruhunu kendine bağlamıştı. Oğlu Sultan Süleyman da Osmanlı tahtına oturduktan sonra, validesini Trabzon’a göndermiş, Trabzon’un nüfusunu tahrir etmiş, Batum sancağını Trabzon’a ilhak eylemişti.

Yavuz’un zevcesi bu güzel beldeyi pek sevdiği için oğlunun padişahlık zamanında bile Trabzon’da ömür sürmeyi tercih eylemişti. Validesi Gülbahar Sultan, I. Selim’in tahta çıkmasından yedi sene evvel Trabzon’da vefat etmiş, İmaret Camiinin koyu servileri altına gömülmüştü. Üzerine yapılan türbe sekiz köşeli zarif bir bina. Kapısının üzerine yazılan Farsça kitabenin son beyti şudur:

“Rahmet-i dâim boved nâzil ço şod ez feyz-i Hak
Geşt târih-i vefateş rahmet-i dâim berû”

(Madem ki Hakk’ın feyzinden daima rahmet inmektedir; işte onun vefat tarihi de “Onun üzerine Hakk’ın rahmeti daim olsun.”)

Türbenin duvarları zarif resimlerle işlenmiş. Üst kısmına bir baştan öbür başa kadar, “Allahu Lâ ilâhe illâ hû...” yazılmış. Türbe tamir olundukça badanalanmış. Nakış çiçeklerin üzeri bu suretle kapatılmış. Son tahribattan bu türbe de müteessir olmuş. Türbenin pencereleri, mihrap mahalli tamamen parçalanmış. Duvarları kurşunlarla delinmiş, pencerelerinin tel kafesleri kaldırılmış. Avizelerin ve kandillerin çıplak zincirleri hazin bir hâlde sarkıyor. Hatta mezarda bir define saklı zannetmişler, Yavuz’un muhterem validesinin mezarını bile alt üst etmekten geri durmamışlar.

Her yer harap. Bu harabeler ortasında yetişen çimenler arasında, bazen duvar diplerinde, üstü başı temiz kadınlar, çocuklarıyla beraber yiyecek arıyorlar. Ellerinde bıçaklar ot topluyorlar, gıdalarını süprüntüler içinde bulmaya çalışıyorlar…. 

Ahmet Refik, Rus ordusundaki Ermenilerin Trabzon’da yaptıkları zulümlere de değindiği notlarına şöyle devam ediyor:

 “…İşte o zaman Ermeniler serbest kalmışlar. Komünistliğe meyleden Rus askerleriyle birlikte yağmacılığa ve bilhassa Türklere zulmetmeğe, ortalığı tahrip eylemeye koyulmuşlar. Osmanlı ordusu yetişinceye kadar her tarafı yakmışlar, yıkmışlar. Ordunun yaklaştığını hisseder etmez, ellerine geçen İslâmları fecî bir surette öldürmüşler. En güzel beldeleri viraneye  çevirmişler. Trabzon, bu tahribatın Karadeniz sahilinde fecî bir örneği. Sokaklarda görülen Rusça yazılar, kahredici bir istilânın acıklı kitabeleri gibi duruyor.

Trabzon’da sönük bir hayat var. Belediye bahçesinin çıplaklığı karşısında, yalnız bir

kahvehane var. Burası halkın ve subayların merkezi. Bir tarafta halk kendi kendilerine dertleşiyor, diğer tarafta esaretten kurtulmuş bir Macar ve Avusturya askeri, Kafkasya’da olup bitenler hakkında bilgi veriyor…..

Trabzon, muhtelif lisanlara merkez olmuş. Orada Türkçe, Rusça, Almanca, Macarca kullanılıyor…

Trabzon’da sefaletten ve harabeden başka bir şey görülmüyor. Caddelerde, hatta kapı önlerinde at ölüleri var. Ufak çocuklar, başlarında, sokaklarda bulunmuş Rus papakları, ayaklarında, Rusların yarı bellerine kadar çıkan abâ çizmeleri, çayırlarda oynuyorlar. Sefaletten habersiz, harabeler ortasında uçurtma uçuruyorlar...

Tarihçi Ahmet Refik’in kaleminden 1918’de bir hafta kaldığı Trabzon’a ait bazı trajik kesitler bunlar. 1918’in Trabzon’undan bu güne 95 yılda şehirde ne inşa edildi, ne imha edildi? İnşada değil, imhada süreklilik yaşanıyor dersek, hiç de abartmamış oluruz.

Yüz yıl önceki Trabzon’a bakarak ibret alması gereken şehir yöneticilerinin yazık ki ne şehrin tarihinden, ne yakın dönem yaşadıklarından, ne tarihî varlıklarından, ne de katledilenlerden ve kaybedilenlerden haberleri var.

Üstad Necip Fazıl’ın ifadeleriyle “işgalcilerin bile yapamayacağı bir cinayetle” şehirlerimizin “kentsel dönüşüm” adı verilen “kutsal uygulama”lar adına tedrîcen katledilip edilmediğini görebiliyor, düşünebiliyor muyuz?

Yazımızı, Ahmet Refik’in yukarıya aldığımız gözlemlerinden bir paragrafı tekrarlayarak ve günümüzün şehir yöneticilerine şiddetle hatırlatarak ve de bu paragrafın sanki bugünün Trabzon’u için yazıldığını not düşerek bitirelim:

“Trabzon yaralanmış, Trabzon perişan, Trabzon mânen ve maddeten bir viranelik. Başında zarif çiçekleriyle görünen bu kız, güzel ve câzip simasını ancak taçlar içinde mütebessim gösteriyor. Fakat bilseniz, içini bilseniz, vücudunu görseniz, mermilerden, katil ellerden, kan dökücü parmaklardan ne yaralar almış, ne darbeler yemiş, ne felâketler görmüş...”

Ahmet Refik 95 yıl önce kime sesleniyor ve hangi Trabzon’u resmediyor dersiniz? Bizce bugünün Trabzon’unu şehir sorumlularına gösteriyor ve onları ikaz ediyor! Ancak ne okuyan, ne duyan ve dinleyen ne de aldırış eden var!

Hz. Mevlâna’nın dediği gibi: “Zindanda gece, mahkûmlar habersiz. Sarayda gece, sultanlar habersiz!” İşte böylesine bir idrak tutulması içerisindeyiz!

Siz hâlâ “Bize her yer Trabzon” ve “Futbol Trabzon’un kimliğidir!” kompleksleriyle bilinçaltınızı rahatlatın, sinirlerinizi teskin edin, gününüzü gün etmeye devam edin! Bu iki “evrâd ve ezkâr”ı Trabzon’un üzerinden bir ‘kutsal nüsha” gibi eksik etmeyin!


14 Ekim 2013 Pazartesi

AHMET REFİK’İN KALEMİNDEN YÜZ YIL ÖNCEKİ TRABZON –I-


 Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Son devir Osmanlı tarihçilerinden Ahmet Refik (Altınay) “Kafkas Yollarında” isimli eserinde, I. Dünya Savaşı’nın sona ermesi üzerine Alman ve Avusturyalı gazetecilerden oluşan bir heyetle Trabzon’dan başlayıp Gümüşhane, Erzincan, Erzurum, Kars, Ardahan ve Artvin’i dolaşarak Batum’a kadar yaptığı seyahatini anlatır. Ahmet Refik heyetle birlikte Dünya Savaşı sonrası, 17 Nisan-20 Mayıs 1918 tarihleri arasında dolaştığı Osmanlı şehirlerini harap bir halde buldu. İnsanlar son derece bitkin, yoksul ve savaşın tesirleri üzerlerindedir.

Günümüzden 95 yıl önce Ahmet Refik’in anlattığı Trabzon’dan bugüne ne yazık ki hiçbir şey kalmamış gibidir. Ahmet Refik’in resmettiği Trabzon’dan bugünkü Trabzon’a baktığımızda; (savaşın bıraktığı yıkım ve dram hariç) yüz yıl içinde coğrafyası müthiş bir talana uğrayan, güzelliklerinden eser kalmayan, çirkinleştirilen ve kendisini tanıyamaz hale getirilen bir şehir görüyoruz.

Siyasetçisinden şehir yöneticisine, bürokratından sanatçısına, kültür adamlarından mimarlarına kadar şehrinden sorumlu olması gerekenler adeta şehrin bu hale gelmesini sadist bir zevkle seyretmişlerdir.  

Bu yazımızda, yaklaşık iki yıl Rus işgali altında kalan (18 Nisan 1916-24 Şubat 1918) Trabzon’un bu dönemde yaşadığı korkunç manzaralara rağmen acılar içinde bile nasıl bir güzelliğe sahip olduğuna Ahmet Refik’in kaleminden kesitler halinde ayna tutacağız. Ne yazık ki işgal yıllarında Rusların bıraktığı yerden başlayarak şehir katliamları tüm siyasi devirler boyunca (bugün de kentsel dönüşüm adı altında) Trabzon’a reva görülmüş, radyasyon yağmuru gibi şehrimizin/şehirlerimizin üzerine yağdırılmıştır.

Ahmet Refik “Kafkas Yollarında” adlı eserinde seyahat ettiği şehirlerde yapılan Ermeni zulümleri yanında; şehirlerin tarih, coğrafya, kültür-sanat ve edebiyatı ile folkloruna dair de önemli bilgiler veriyor. Biz şehrimiz Trabzon’daki şehir katliamlarını ve şehir adına duyduğumuz acıyı kalp ve zihnimizde mahfuz tutarak 17 Nisan 1918’de Ahmet Refik’i okuyoruz:  

“…  Trabzon uzaktan görünüyor. Karadeniz’in mavi suları, sâkin bir nisan güneşinin pembelikleri altında uyanıyor gibi. Şehrin beyaz evleri ışıklar içinde. Sahilde muntazam ve zarif binalar, yeşil çayırlar ortasında küme küme serviler, narin ve zarif minareler, tepelere doğru henüz çiçeklenmiş erik ve şeftali ağaçları görülüyor. Trabzon, bir görüşte kalbi teshir edecek, binaları, ağaçları, çayırları, yüksek tepeleri, yeşil sırtlar ortasında kırmızı kışlalarıyla kendini derhâl sevdirecek bir güzelliği kendinde toplamış. Evliya Çelebi’nin hakkı varmış: “Burası gül ve reyhan ve erguvan açar” bir belde. Daha doğrusu, Karadeniz’in sâkin suları kenarında, yeşil bir dağın eteğinde, çimenler arasına uzanmış, başında baharın en parlak renkli çiçeklerinden yapılmış bir taç, güzel ve zarif bir kızı andırıyor. Bahar, şehrin simasını da şenlendirmiş.

Aylarca Moskof istilâsı altında kalan, aylarca ana vatandan uzakta yaşayan bu belde şimdi bahar çiçekleriyle süslenmiş, pürneşe ve sevinç, toplarıyla, güler yüzlülüğü ile kendisini hasret çekerek, hürmetle ziyarete gelenleri selâmlıyor. Fakat bu güler yüzde yaralı ve perişan bir kalbin acı tebessümleri duyuluyor.

Trabzon yaralanmış, Trabzon perişan, Trabzon mânen ve maddeten bir harabezâr. Başında zarif çiçeklerle görünen bu kız, güzel ve câzip simasını ancak taçlar içinde mütebessim gösteriyor. Fakat bilseniz, içini bilseniz, vücudunu görseniz, mermilerden, katil ellerden, kan dökücü parmaklardan ne yaralar almış, ne darbeler yemiş, ne felâketler görmüş...

 Perişan kıyafetli halk, büyük ve fecî bir yangından sonra sönen ocaklarını, yanan evlerini görmeye gelen, çocukluk hâtıralarını muhafaza eden köşelerin mahvolduğunu acı bir tebessümle seyreden insanlar vaziyetinde. Ötede, önünde bir çuval fındık, fakir bir ihtiyar, duvar diplerinde düşünüyor. Beride ufak, sarışın, yalın ayak çocuklar kirli yüzleriyle sokağın çamurları arasında koşuşuyor. Pejmürde kıyafetli yüzlerini sımsıkı örtmüş kadınlar, mini mini çarşaflı kızların ellerinden tutmuşlar, yokuşlardan bitkin bir hâlde çıkıyorlar. Kurtulan pek az bina var. Şehrin en muntazam, en el değmemiş binaları, kayaların dibinde Rum kilisesi, Rum mektebi, Rum mezarlığı ve ekser Rum evleri.

Eski Trabzon, Kahraman Yavuz’un gençlik zamanlarına şahit olan mahalleler, Bizans ve Osmanlı surlarının içi kâmilen tahrip edilmiş. Bu harabeler içinde denize muvazi iki uzun yolun açılmış ve genişletilmiş olduğu görülüyor. Deniz kenarındaki mendirekle harabeler ortasında açılan yoldan başka yeni yapılmış bir şey yok. Her şey, her köşe, her ev, her sokak, her türbe tahrip edilmiş.

Bu fecî yangın enkazı ortasında camiler çıplak minareleri; mezarlıklar kâmilen kırılmış taşları, arabalıklara çevrilmiş meydanlarıyla kalbe elem veriyor. Sokaklar teneke, eşya, abâ, çizme, Rus kalpakları, araba tekerlekleri, hayvan ölüleri, kiremit yığınlarıyla dolu. Bir zamanlar mes’ud ailelerin pürneşe ve sevinçle yaşadıkları bahçeler, şimdi yıkılmış enkaz ortasında çıplak kalmış, duvarlarında yabanî otlar çıkıyor. Bahar bu harabenin ortasına da çiçeklerini serpmiş. Kâh Debbağhane deresinin, sarmaşıklar, sarı çiçekler, yüksek kayalar arasından, uğuldaya uğuldaya gelen sedası, kâh harabeler ortasında beyaz çiçekleriyle gülen bir erik ağacının yeşil tomurcuklu dalları üzerinde, bir kuşun hazin avazı işitiliyor.

Hiçbir evde ahşap kısım bırakılmamış. Bazen bir çatının tahtaları yarı sökülmüş, bazen bir evin çinkoları bütünüyle sökülmek istenirken bırakılmış. Sokaklarda iri iri fareler aç ve mütereddit dolaşıyor. Koyu neftî dingilleri havaya dikilmiş cephane arabaları yolları kapıyor.

Camiler elîm bir hâlde. Hemen hepsi de ahıra çevrilmiş. İçlerine dört beş parmak kalınlığında gübre serilmiş. Mihrapları minberleri, ahşap kısımları tamamen yıkılmış. Kelime-i tevhîdler parçalanmış. Duvarlara yazılan Rusça yazılarla beraber yapılan resimler pek utanç verici... Bu resimlerle Türk kadınlığı küçük düşürülüyor. Minarelerden bazıları kırılmış, bazılarının çok kıymetli oymalı şerefeleri parçalanmış.

İçkale Camii ahırdan başka bir şey değil. Yanındaki susuz ve kırık çeşme üzerinde şu satırlar okunuyor: “Es-Sultanu’l-âzam es-Sultan İbni Sultan Süleyman İbni Selim Han Bin Bâyezid Hanhalledallahu mülkehü- Sene 935” (Sultanların en büyüğü, Sultanoğlu Sultan Süleyman, Beyazıt Han oğlu, Selim Han oğlu, Allah mülkünü bâki kılsın/Sene: 1528).

Ne yazık ki Trabzon’da nasıl bir “urbisit:şehir katliamı” yapıldığına şahit olan gözün gözyaşlarını bir asır sonra hatırlayamıyoruz bile.

Ahmet Refik’in gözünden 1918 yılı Trabzon’una bir sonraki yazımızda devam edeceğiz.


7 Ekim 2013 Pazartesi

CAN ÇEKİŞEN MODERN ZAMAN ŞEHİRLERİNDE ÖLÜMÜ BEKLEMEK...


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

‘Şehir ve tarih’ ilişkisi neredeyse modern zamanların ve disiplinlerinin konusu olmaktan çıktı. Çünkü modern zaman şehirleri artık tarihselliklerini yâni varoluşunu sürekli kılma şartlarını kaybetti. Böylece adeta tarihin dışına itilen şehir, tarihsellikten yoksun bir biçimde ölümü bekleyen ve bir an önce ölmek isteyen hastalar halinde varlığını sürdürüyor. Böylesine can çekişen modern zaman şehirlerinde ölümü beklemek, ölümden daha trajik bir hal ve gerçeklik olsa gerek. 

Tarih refleksi insan zihninin doğrudan geçmişe gitmesine ve hâfızasını yoklamasına sebep olsa da, aynı zamanda hadiselerin oluş sürecinin gerçekleştiği zaman dilimini ifade eder. Yaşanan şey, ‘vakit ve an’ bizi tarih içinde yürüyüşe çıkarıyor. İnsanın şehirle ilişkisi de ‘vakit’li bir ilişkidir.  

Tarih mi hızlı akıyor yoksa modern zamanlar insanının tarih algısı mı kayboldu veya bağlamını mı kaybetti? Şöyle de sorabiliriz: Tarih mi şehirleri hızla eskitiyor/ yok ediyor yoksa şehirler mi tarih içinde hızla kendisini yok ediyor? Oysa ki tarihin akışı aynı. Sadece birim zamana düşen olay sayısı çok fazla.

Tarihin insan, olay ve eşya ile belki de kendisini ‘yaşatılır’ kılan en önemli malzemesi şehirlerdir. Şehirler ve mekânların sürekliliği bir anlamda tarihin sürekliliğidir. Çünkü tarih yazımı, olayların şahidi olan yer ve mekânlara muhtaçtır. Onun için kadîm şehirlerin kendilerini ‘yenileyerek devamlılığı’ tarihin en önemli malzemesidir.  Bu bakımdan tarih şehre bağımlıdır. Şehir de tarihe muhtaçtır. Eğer bugün ‘hâlâ’ Mekke, Medine, Kudüs, Roma, Bağdat, Şam, Buhara, Semerkand, İstanbul, Trabzon’dan bahsediliyor ve bu kadîm şehirler hala hayatlarını sürdürüyorlarsa, kuruluşlarındaki iradenin isabetinden ve (her türlü tahribata rağmen) kendilerini sürekli kılan özelliklerini muhafaza ediyor olmalarındandır. Bu şehirlerin “farklı” olmaları sadece tarihsel köklerinin çok eski zamanlara gitmesine değil, büyük ölçüde tarihî sürekliliklerinden gelmektedir.  

Ülkemiz de içinde olmak üzere modern zamanlarda kendini geleceğin tarihine taşıyacak yeni şehirlerin kurulamaması, modern zihnin parçalı, kopuk, kesik, sadece hız ve hazdan ibaret hafızasız niteliğinden kaynaklanıyor olsa gerek. Modern zamanların insanı müthiş malzeme, imkân, birikim, tecrübe ve çeşitliliğe rağmen bunları heba ediyor, kendine has vasıfları olan yeni şehirler kuramıyor. Kurdukları (daha doğrusu eklemledikleri) ise eski şehirlerin gettosu halinde, adeta onlara ‘gecekondu eklemeleri’ şeklinde, varlıklarını onlara borçlu olarak inşa ediliyorlar. İnşa edilmiyor, sadece ilave ediliyorlar. Yâni kimlikleri yok, kendi varoluşlarını anlamlı kılamıyorlar.

Ülkemize bakalım…

Aslında şehirlere musallat olmuş, coğrafyaya baktığında ‘kent ve rant’tan başka bir şey göremeyen “iktidar sahipleri”nin idraklerinin almayacağı “tarih ve şehir” ilişkisi kimbilir belki de geleceğin tarihinde kendisini bekleyenlerce hakikatiyle ele alınır. Görünen o ki; tıpkı erken Cumhuriyet dönemi tarihçi, şehirci ve mimarlarla iktidar ilişkilerinin ‘emir-komuta’ içinde gerçekleşmesi gibi, geç dönem Cumhuriyet dönemi iktidarında da ne yazık ki tarihçi, şehirci ve mimarlar da “emret iktidarım”a kilitlenmiş durumda. Böylece de şehri şehircilerin-mimarların değil, iktidar sahiplerinin iradeleri şekillendiriyor ve ortaya ‘yaşanabilir’ olmaktan uzaklaşmış şehirlerin ‘kent ve rant’ akrabalığı çıkıyor.

Ülkemizin son yıllarda hızla “kentsel dönüşüm” adına seferber ettiği kaynak ve imkânların ortaya nasıl bir şehir tablosu çıkaracağını hayal etmeye gerek yok. TOKİ’nin terminatörlüğünde (zaten şehir vasfı kaybolmuş) şehirlerimizin nasıl ifsat edildiğine bakmak ve üst üste yığılmış beton tabutluklara bakmak yeterli. ‘Yaptıkları yapacaklarının göstergesi’  olan bir totaliter zihniyetin şehir idraki ne yazık ki tabutluklardan ve ‘yaşanmaya değer’ mekânlar yerine ‘malzeme siloları’ndan ibarettir.

Bu zihniyet geleceğin “şehir tarihçileri” tarafından herhalde “şehirlere üşüştüler, mahvettiler, gittiler!” mottosuyla simgeleştirecektir!

Bu bağlamda, bir de ülkemizin dışına göz atarak modern zaman şehirleri ve Kent Kültürü ile ilgili önemli çalışmaları bulunan R. Sennett’e kulak verelim. Sennett, “Ten ve Taş” isimli kitabında modern zamanların ‘binaların toplamı’ndan ibaret şehirleriyle ilgili “Modern binaların çoğunu lanetlenmiş gibi görünen duyusal yoksunluk, kent ortamını sakatlayan sıkıcılık, monotonluk ve elle tutulur kısırlık.” diyor. Daha sonra da modern zaman şehirlerinin sembolü olan New York’u konu edinerek şunları söylüyor:

“Çok yakın tarihlere kadar, New York’taki son derece kalıcı binalar, aynen ortaya çıkışlarındaki düzenlilikle ortadan kaybolmuşlardır. Mesela altmış yıl içinde, Beşinci Cadde boyunca, Greenwich Village’dan Central Park’ın tepesine kadar millerce uzanan büyük malikaneler inşa edilmiş, insanlar bunlara yerleşmiş ve daha sonra bunlar yıkılıp yerlerini daha yüksek binalara bırakmışlardır. Tarihsellik kaygısı güdülen günümüzde bile, elli yıl ayakta kalacak yeni New York gökdelenleri planlanmakta ve finansmanları ona göre yapılmaktadır. Halbuki yeni mühendislik imkanlarıyla çok daha uzun süre ayakta kalacak gökdelenler yapılabilir. Dünyanın bütün şehirleri arasında, büyümek için kendi kendini en çok yıkmış olan şehir New York’tur.  Bundan yüz yıl sonra insanlar Hadrianus’un Roma’sı hakkında, fiber-optik New York hakkında olduğundan daha çok elle tutulur veriye sahip olacaklardır.”

Sennett, modern zaman şehirciliğinin önemli simge ve göstergelerinden olan ‘gökdelen’lerin bile tarihsellik kaygısıyla inşa edilmesi gereğine vurgu yapar ve bunlarda duygusallık ararken, bizim şehirlerimizin kopyacı, klonlanmış, insanı bir timsah gibi yutan gökdelenlerini nasıl anlamlandırmalı? Zorlama da olsa böyle bir anlam dünyaları var mı?

Şehircilik idraki dumura uğramış, medeniyet idraki felç olmuş bir zihniyetin kutsal mızrağı olan ‘kentsel dönüşüm’le ağır ağır can çekişerek -ruhen- öleceğiz!

Galiba Üstad Necip Fazıl’ın “Zindandan Mehmed’e Mektup şiirindeki şu mısralar tam da bugünkü şehirlerimizin insanın karşısına dikilmesi ve yutmasını anlatıyor:

“Duvar katil duvar, yolumu biçtin!
Kanla dolu sünger... beynimi içtin!
……
Düşün mü, konuş mu, sus mu, unut mu?
Buradan insan mı çıkar tabut mu?”

İktidar sahiplerini ‘kentsel dönüşüm’ muharebesinde tarihe, medeniyete, coğrafyaya, insafa, vicdana davet etmenin zamanı geçti mi dersiniz?

2 Ekim 2013 Çarşamba

ZİYA HURŞİT GERÇEĞİ, İZMİR SUİKASTİ VE İSTİKLAL MAHKEMESİ...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Geçtiğimiz hafta “Lazistan Mebusu Ziya Hurşit, çarpıtılan tarih ve bir skandal!” başlığıyla I. Meclis’te Lazistan (Rize) milletvekili olan ve 17 Haziran 1926 tarihinde İzmir’e gelecek olan Mustafa Kemal’e suikast suçlamasıyla tutuklanıp idam edilen Ziya Hurşit’i konu edinmiştik. Bu yazımızda da Ziya Hurşit’e devam ediyoruz.


Rize Atatürk Evi’nin duvarında I. Mecliste Lazistan Mebusu Dr. Abidin Beyin fotoğrafının altına yanlışlıkla ismi yazılan ‘Ziya Hurşit’in ismi Rize MHP İl Başkanı’nın vaveylacı işgüzarlığı ve Rize Valiliğinin hamaset ve ‘yüksek görev bilinci’yle kaldırılıyor ve bu “Atatürk Düşmanı” mebustan Rize kurtuluyor (!)

Üstad Necip Fazıl’ın “Bülbüllere emir var: Lisan öğren vakvaktan. Bahset tarih, balığın tırmandığı kavaktan!” mısraları, tarihin nasıl tersyüz edildiği,  egemenlerce yazılan tarih kitaplarında hainlerin kahraman kahramanların ise nasıl hain olarak pazarlandığına vurgu yapar. Mustafa Kemal’e yönelik organize edilen ve önceden ihbar edilen İzmir Suikasti de böylesine bir tarih saptırmasıyla bugüne kadar kullanılan bir propaganda malzemesidir. Henüz bütünüyle ortaya çıkarılmamış, üzeri örtülü bir şekilde günümüzün tarihçilerini bekleyen İzmir Suikasti’nin gerçek yüzüyle aydınlatılması yakın tarihin birçok karanlık noktasını da ortaya çıkaracaktır. Sadece Üstad Necip Fazıl’ın Menemen, Şeyh Said hadisesi gibi İzmir Suikasti’nin de yeni cumhuriyetin kök salması için organize edilmiş “büyük tertip”lerden birisi olduğuna dikkat çeken 1 Aralık 1950 tarihli Büyük Doğu’da Dedektif X Bir imzasıyla “Zulüm” başlıklı yazısındaki şu tespiti hem İzmir Suikasti hem de erken cumhuriyet dönemi sözkonusu olaylarının gerçek sebebini anlamada anahtar cümledir:

“Mürettep İzmir Suikastı yüzünden asılanlar, rejim Şefinin esrarını ve içyüzünü bildikleri için, vücutları yok edilmesi gereken kimselerdi. Bunun için yok edildiler.”

 İzmir Suikastı’ndan 24 yıl sonra olaya ilişkin bu müthiş tespiti yapabilmek gerçekten dehşet vericidir. Umulur ki bugünün ve yarının tarihçi ve siyasetçileri Üstad’ın bu tespitinden yola çıkarak olayı bütün yönleriyle ortaya koyarlar ve idam edilen 19 önemli insan için “iade-i itibar” talep ederler.

 İzmir Suikastı bahane edilerek evvelce kapatılan (5 Haziran 1926) Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasına mensup olan Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Cafer Tayyar Paşa ve Refet Paşa gibi hem milli mücadeleye katılan hem de milletvekili olan Paşaların da her türlü despotizm yetkisiyle donatılan İstiklal Mahkemesi denilen ‘İstibdat Mahkemesi’nce tutuklanmaları ve arkasından kendisinden tehlike sezilen ne kadar muhalif şahsiyet varsa derdest edilmesi Mahkemenin maksadını ortaya koymaya yetiyordu.

 Hayatı boyunca Mustafa Kemal’e bağlı kalmış, suikastla hiçbir alâkası olmayan bazı şahısların da “Ben Gazi’nin yirmi yıllık arkadaşıyım. Bana kağıt kalem verin, kendisine mektup yazayım” demelerine rağmen idam edilmeleri, İzmir Suikasti’nin nasıl büyük bir tertip olduğunu ve bunların bu tertipte nasıl kullanıldıklarını göstermektedir. Hatta tutuklanan Kazım Karabekir’in serbest bırakılması için yaptığı girişimler sebebiyle o zaman başbakan olan İsmet İnönü hakkında da İstiklal Mahkemesi’nce tutuklama emri verilmesi de işin bir başka ilginç yönüdür.

 Konumuz geniş manasıyla İzmir Suikastı değil, İzmir Suikastinin tertipçisi olduğu iddia edilen Lazistan (Rize) Mebusu Ziya Hurşit olduğu için Ziya Hurşit’in şahsiyeti ve I. Mecliste temsilcisi olduğu şehrinin, onun ölümünün üzerinden 87 yıl geçmesine rağmen hâlâ sessiz kalması, hatta onu neredeyse ‘hain’ ilan eden kimilerinin tutumuna ilişkindir.

I.Büyük Millet Meclisi tutanaklarını inceleyenler, Ziya Hurşit’in orada yaptığı konuşmalarda nasıl bir muhtevaya, cesarete, gözükaralığa ve muhalif bilince sahip olduğunu görürler. Onun II. Grup diye anılan ve başını Ali Şükrü Bey’in çektiği muhalefet cephesine mensup olması onu ülkenin o günkü ağır şartları göz önüne alındığında iktidar sahiplerince ‘tahammülü imkansız’ şahsiyetlerden birisi haline getirmiştir.

Ziya Hurşit, Trabzon Mebusu şehid-i muazzez Ali Şükrü Bey’in 27 Mart 1923’de hunharca bir cinayetle şehid edilmesi üzerine Meclis’te söz alanlardan ve cenazesini Trabzon’a getiren yakın arkadaşlarından birisiydi.

Görülüyor ki, o sıralarda Misak-ı Milli, Lozan, Adalar, Musul-Kerkük gibi büyük meselelerde verilen ‘gizli tavizler’e işaret ve itiraz eden, ayrıcı dönemin siyasi cinayet ve komploları ikinci grup milletvekillerinin ‘ne pahasına olursa olsun’ susturulmaları iktidarın adeta tek seçeneği gibidir. 

Bu meyanda; Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey, Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey, Mersin Mebusu Selahattin Bey, Lazistan (Rize) Mebusu Ziya Hurşit ‘susturulması gereken’lerin başında geliyordu.

Biz, Mustafa Kemal’in yakın arkadaşlarından, Milletvekili ve İzmir Suikasti için görevlendirilen İstiklal Mahkemesi üyesi Kılıç Ali’nin anıları ve idamları gerçekleştiren Cellat Ali’nin hatıralarından seçtiğimiz kesitlerle Ziya Hurşit’in şahsiyetini ortaya koymaya devam edelim.

İstiklal Mahkemesi üyesi Kılıç Ali İstiklal Mahkemesi’nin İzmir’e gidişini şöyle anlatıyor: “İstiklal Mahkemesi heyeti olarak İzmir’e varır varmaz olay ve failleri hakkında yerel ilgililerin başlattıkları soruşturmaya el koyduk….Öteden beri tasarlanan planla 17 Haziran 1926 günü İzmir’e gelecek olan Gazi’nin öldürülmek ve sonra da Bakanlar Kurulu kaldırılarak hükümetin devrilmek istendiği açık olarak ortaya çıktı…”

Kılıç Ali Ziya Hurşit’le ilgili şunları söylüyor: “Ziya Hurşit’e gelince… Ziya Hurşit, Birinci Meclis’te Rize Milletvekiliydi. 33 yaşını doldurmadığı halde Ulusal Bağımsızlık Mücadelesi’nin başlangıcında gösterdiği yararlık nedeniyle Meclis’e girmişti. Deniz subayıydı. Yakışıklı, atak ve girgin bir gençti. Ancak Ziya Hurşit maceraperest ruhluydu. Her şeye, her işe itiraz ve muhalefet ederdi… Ziya Hurşit’in Mustafa Kemal’e eskilere dayanan bir kini vardı. Mustafa Kemal, Sakarya Savaşını kazanmış, muzaffer bir kumandan olarak Ankara’ya dönmüştü. Ankara’da muazzam bir tezahüratla karşılanmıştı. Bütün milletvekilleri terasa çıkmış, Gazi’nin geçişini selamlıyor ve alkışlıyorlardı. Ziya Hurşit, Birinci Meclis’in ortasına konulmuş bir kara yazı tahtasının üzerine tebeşirle şunları yazdı:

“Bir millet putunu kendi yapar, kendi tapar.”

 Bu, çekememezliğin, hıncın, hırsın, kinin ifadesiydi… Ziya Hurşit’in Gazi’ye olan kini o kadar soysuzlaşmıştı ki, O’nu Meclis kürsüsünde vurmayı bile düşünmüştü. Bu amaçla Meclis’in çatı arasına çıkmış, orada bir budağı atarak delik açmış, o delikten atacağı kurşunla başarılı olup olamayacağını bile incelemişti. Bunu idamından sonra yakın arkadaşlarından biri bana anlattı. Ziya Hurşit o kadar gözü kara, o kadar cüretkâr bir adamdı.”

“..Sorgulanması ve yargılanması sırasında da gerçekten cesur hareket etti. Gerçekleri olduğu gibi söylemekten çekinmedi…”  Kılıç Ali, Ziya Hurşit’in savunmasından bir bölüm naklediyor:

“… Savcı beyin verilmesini istediği ceza beni ilgilendirmez. Bu madde bana uygulanamaz. Ben suikastı, yani cürmü yaptıktan sonra hükümeti devirmek, Meclisi görevden menetmek isteseydim, ülkeden bir yana ayrılmaz, burada kalırdım. Oysa siz de anladınız, ben Sakız Adasına kaçacaktım. Özetle, kanun açıktır. Kanunun açıklıkla cezalandırdığı fiillerden başka hiçbir şekilde ceza verilemez…”

 Kılıç Ali Ziya Hurşit için “herşeye itiraz ve muhalefet ederdi” diyor. Ziya Hurşit’te böyle bir halet-i ruhiye meydana getiren sebeplere ise asla değinmiyor. Yukarıda belirttiğimiz üzere İkinci Grub’un Misak-ı Milli, Lozan’da verilen tavizler, 12 Adalar, Musul-Kerkük, Batum gibi tarihî ve hayatî meseleler ile, birçok siyasi cinayet, tertip ve komplolar ‘muhalefet’in temel sebeplerini oluşturmaktaydı.

 Uzatmayalım… Mahkeme İdam Cezasını verdiği duruşmaya sanıkları getirtmemişti. Haklarında verilen kararlar kendilerine hücrelerinde tebliğ edildi. Ziya Hurşit de gardiyanlar tarafından hücresinde uyandırıldı ve Cezaevi Müdürünün odasına götürüldü. Savcı ve İmamı görünce idam kararı verildiğini anladı. Cebindeki iki yüz lirayı çıkarıp Cezaevi Müdürüne verdi ve şunları söyledi:

 “Bunu ağabeyim Faik’e verin. Kabrime, şerefime uygun bir mezar yaptırsın. Vasiyetim yerine getirilmezse karışmam! Öbür dünyada iki elim yakandadır müdür bey. Sana orada suikast yaparım, elimden kurtulamazsın!”

 Kılıç Ali devam ediyor: “Ziya Hurşit, Gazi’ye suikast yapmayı kararlaştırdığı Kemeraltı Camii’nin köşesinde kendisi için kurulan darağacının bulunduğu yere otomobille götürüldü. İdam sehpasını görünce alay etmeye başladı:

 -Ne mükemmel şey! Salıncağa benziyor. Yüksekliğine de diyecek yok. Yerde kalan insanlara yüksekten bakacağım.”

Ziya Hurşit’in cesedi sabah 10.00’a kadar sehpada teşhir edilir ve sonra Merkez Hastanesi’ne oradan da Kozluca mezarlığına götürülerek defnedilir.

Bugün mezarı bile belli olmayan bu şahsiyet sahibi Rize Milletvekilinin kemiklerini bile ne yazık ki Rize bağrına basamıyor. Fotoğrafına bile tahammül edilemeyen bir şahsiyetin kemiklerine tahammül edilmesi beklenebilir mi?

 Dönemin siyasî konjonktürü ve despotizmi o kadar dehşet vericidir ki, hiç kimse İktidar sahiplerine karşı ağzını açamıyor, itiraz edemiyordu. Ziya Hurşit’in ağabeyi, onun gibi II. Mecliste milletvekilliği yapmış Ahmet Faik Günday bile hatıralarının ‘Suikast Hadisesi’ bölümünde bu vahîm ‘cinayet’ ve komplolara değinemiyor, neredeyse kardeşi Ziya Hurşit’i İstiklal Mahkemesi gibi ‘mutlak suçlu’ gösteriyor. Hatta o kadar ileri gidiyor ki; kendisi de yargılanıp beraat ettikten sonra Cumhurreisi Mustafa Kemal’e  teşekkür telgrafı çekiyor ve Mustafa Kemal’den “Masumiyetinizin İstiklal Mahkemesi kararıyla tezahürüne memnun oldum. İzhar buyrulan hissiyata teşekkür ederim.” cevabını alıyor.

Ziya Hurşit’in ağabeyine “şerefime uygun kabir” vasiyetine rağmen Ahmet Faik Günday bile maalesef Ziya Hurşit’e mezar yaptırmamış/yaptıramamıştır.

Şimdi de Ziya Hurşit’in boynuna ipi geçiren Cellat Ali’nin Hatıraları’ndan, Ziya Hurşit’in idamı nasıl vakur şekilde karşıladığını ve kendisini ipe götürenlerle istihza edişini okuyalım:

 “Hapishane Müdürünün odasında kararı, hiç istifini bozmadan, sandalyesine kurulmuş dinledi. Sonra da:

-‘İdama mahkûm edilenler kimler?” diye sordu. Kendisiyle birlikte on üç olduğu cevabını alınca hayret eder gibi konuştu:

-‘Peki, ne oldu onlara?’

-‘Hepsi de asıldılar. Haklarında hükümler infaz edildi.’ Bu cevap hiç de hoşuna gitmemişti. Başını salladı, tebessüm ediyordu:

-‘Ben en sonraya kaldım demek?’

-‘Evet’

-‘Desenize bu işte de yine yaya kaldım. Hey gidi hey! Ölümde bile geç kalıyorum!’

Odada bulunan herkes, bu konuşmalar karşısında donmuş gibiydiler. Biraz hayret, biraz da şaşkınlıkla; karşılarında oturmuş bu genç adamın bir idam mahkûmu mu, yoksa bir ziyaretçi mi olduğunu adeta ayırt edemiyorlardı. Öylesine rahat, öylesine cüretkâr bir konuşma tarzı vardı. Bir müddet odayı korkunç bir sessizlik kapladı. Kimse konuşmuyordu. Nihayet:

-‘Bir vasiyetiniz varsa, söyleyin Hurşit Bey’

Bu söz sükûneti bozdu. Ziya Hurşit de cevap vermekte gecikmedi:

-‘Var tabii, dedi. Cebimdeki iki yüz lira ile kardeşim Faik Bey bana bir mezar yaptırsın. Nasıl yaptıracağını o bilir.’

………..

Açık açık alay ediyordu. Ölüme giderken bile şen ve neşeli idi.

 Hocanın telkinlerini dinleyip beyaz gömlek giydirilince de sesinin tonu değişmedi, alaylı konuşması durmadı:

-‘Ne giysem yakışır efendim, dedi! Bakın beyaz da yakıştı işte! Vatandaşlarımın huzuruna böyle ak-pak bir kılıkla çıkmak hiç de fena değil… Yalnız bir eksiğim var, daha doğrusu ben ihmal ettim. Bir sinek kaydı tıraş olamadım. Buna hayıflanıyorum.’

 Cellat Ali devam ediyor: “Başkalarını bilmem ama, benim fena halde asabım bozulmuştu. Ben ki bu kadar kimseyi astım ve yine yüzlercesinin çeşitli sözlerine muhatap oldum; fakat Ziya Hurşit gibisine rastlamadım. Konuşmaları bana öylesine tesir etti ki, nasıl böyle konuşabildiğine akıl erdiremiyordum, havsalam almıyordu bir türlü. Eğer vazifeli biri olmasaydım bu odayı derhal terk eder ve nispi bir sükûna kavuşurdum. Fakat, heyhat…

Cezaevindeki sohbet, formaliteler tamamlanıncaya kadar devam etti. Çıkarken de latifelerinden vazgeçmedi, gülücüklerini kimseden esirgemedi. Otomobile, gezintiye gidenlerin rahatlığı içinde bindi.

 Ziya Hurşit, Gazi’yi öldürmek istediği yerde asılacaktı. Araba, hareket ettiği zaman artık İzmir tamamen uyanmıştı, işçiler yollarda idi; meraklılar şimdi binleri aşıyordu. Yolda giderken, kendisinden evvel asılan arkadaşlarını da teker-teker seyrediyor ve gülerek hepsine birer isim bulup takıyordu. ..

 … İlk işi sehpaya bakmak oldu:

-‘Ne güzel bir şey, dedi. Fena bir salıncak olmasa gerek! Hem oraya asılınca, diğer insanlardan daha yüksekte olacağım, onlara tepeden bakacağım!’

 Bıkmadan, usanmadan hala alay ediyor, hala gülüyordu. Bir aralık durakladı ve sonra:

 -“Kılıç Ali nerede, diye sordu. Gözüme ilişir gibi oldu da”

-“Beni kim asacak?”

-“Ben asacağım Hurşit Bey.”

-“İp nasıl? İyi hazırladın mı? Sakın ben asılırken düğüm falan olmasın, kopmasın?”

-“Merak etmeyiniz, dedim. Hiçbir şey olmaz. Müsterih olabilirsiniz.”

-“Teşekkür ederim. İşte bu hoşuma gitti. Sen işinin ehli bir adama benziyorsun. Doğrusu ben böyle kimseleri takdir ederim. Çok güzel, fevkalade…”

Aman Allah’ım! Neler konuşuyordu bu adam? İyi ama işi ne zaman bitireceğiz? Buraya muhabbete gelmedik ki! Ziya Hurşit telaşımın sebebini anlamıştı:

-“Amma da yaptın ha, dedi. Canım ne oluyorsun böyle? Nedir bu acelen? Telaşa lüzum yok. Ölecek olan benim, siz değilsiniz ki… Elbette rahat ölmek isterim, bilerek…”


Sonra tekrar bana döndü, nasihat eder gibi:

-“Göreyim seni, dedi. Kendini göster, vazifeni hakkıyle yap ve bana eziyet çektirme.”

-“Merak etmeyiniz, dedim. En ufak bir acı bile duymayacaksınız. Bana itimat edebilirsiniz.”

-“Sana güveniyor ve inanıyorum, dedi. Haydi bakalım.”

İnsan asmıyor, sanki muhayyer bir mal satıyorduk! İyiliğini kötülüğünü münakaşa ediyorduk! Karşımdaki bir müşteri, ben de malımı beğendirmeye çalışan bir iş adamı pozunda idim. Kısaca ikimiz de saçmalıyorduk…

Ve nihayet Ziya Hurşit ölmeye karar vermişti! Asılma iznini vermişti bana; etrafındakilere seslendi:

-“Haydi beyler, dedi. Ahrete gidiyorum. İçinizde oradakilere mektup göndermek filan isteyen var mı? Varsa haber versin.”

 İp boynunda idi. Artık ölümün eşiğinde idi ve son sözleri şu oldu:

-“Oh, oh! Meğer asılmak ne güzel, ne eğlenceli şeymiş! Haydi cellad, ipi yavaş yavaş çek artık. Ben gidiyorum ve size de, benim gibi, böyle ipte can vermediğiniz için acıyorum. Hepiniz de çok zavallısınız!...”

Ölüme meydan okuyan ve kaprislerinin kurbanı olan Ziya Hurşit nihayet ölüme kavuşmuş ve akabinde de boynuna şu yafta yapıştırılmıştı: “Türk vatan ve namusunu kurtaran aziz Reisicumhurumuz Gazi Hazretlerine suikast icra ve heyeti vekileyi ıskat ve taklibi hükümet edeceği bir anda derdest edilip bilmuhakeme cürmiyeti sabit olan ve kanunun elli yedinci maddesinin fıkrasına mahsusen tevkifen selben idamına karar verilen Lazistan Mebusu Ziya Hurşit.”

Kimileri için son anlarında ‘çıldırmış’ görünse de ölümü böylesine tebessümle karşılayan Ziya Hurşit’i ne yazık ki hemşehrileri tebessümle karşılayamıyor. Halâ tarihin saptırmalarla dolu sayfalarının karartısı altında kendi vekillerine gereken itibarı gösteremiyor!

 Birinci Meclisin haysiyetli ve cesur milletvekilleri Ali Şükrü Bey ve Ziya Hurşit Bey’e şehirleri Trabzon ve Rize sahip çıkamıyor! Sahip çıkmak şöyle dursun, ürküyor, korkuyor, kaçıyor, ‘ademe mahkûm’ ediyor!

 Çok ilginçtir ki Doğu Karadeniz’den milli mücadeleye iştirak eden ve sonrasında siyasete atılan, I. Mecliste haysiyet sahibi olanların tamamı bir bahaneyle safdışı ediliyor, İstiklal Mahkemesince hesaba çekiliyor.

Üzeri ne kadar örtülürse örtülsün bu haysiyet sahibi insanların kan ve terlerinin ‘niçin aktığı’ bütün çıplaklığı ve gerçekliğiyle ortaya çıkacaktır.  Aynı davada idam edilen Trabzon Mebusu eski Adliye Vekili Hafız Mehmed’in çığlığını hatırlıyoruz: “Zulüm, zulüm, zulüm! Zulümle yapılan bina pâyidar olmaz!”

Biz diyoruz ki: Ali Şükrü ve Ziya Hurşit Beyler’e uzanan el ve dil Trabzon’a, Rize’ye tarihe, haysiyete uzanmıştır!

 İkisine de rahmet ve mağfiret…