Son devir Osmanlı tarihçilerinden Ahmet
Refik (Altınay) “Kafkas Yollarında” isimli eserinde, I. Dünya Savaşı’nın sona
ermesi üzerine Alman ve Avusturyalı gazetecilerden oluşan bir heyetle
Trabzon’dan başlayıp Gümüşhane, Erzincan, Erzurum, Kars, Ardahan ve Artvin’i
dolaşarak Batum’a kadar yaptığı seyahatini anlatır. Ahmet Refik heyetle
birlikte Dünya Savaşı sonrası, 17 Nisan-20 Mayıs 1918 tarihleri arasında
dolaştığı Osmanlı şehirlerini harap bir halde buldu. İnsanlar son derece
bitkin, yoksul ve savaşın tesirleri üzerlerindedir.
Günümüzden 95 yıl önce Ahmet Refik’in
anlattığı Trabzon’dan bugüne ne yazık ki hiçbir şey kalmamış gibidir. Ahmet
Refik’in resmettiği Trabzon’dan bugünkü Trabzon’a baktığımızda; (savaşın
bıraktığı yıkım ve dram hariç) yüz yıl içinde coğrafyası müthiş bir talana uğrayan,
güzelliklerinden eser kalmayan, çirkinleştirilen ve kendisini tanıyamaz hale getirilen
bir şehir görüyoruz.
Siyasetçisinden şehir yöneticisine,
bürokratından sanatçısına, kültür adamlarından mimarlarına kadar şehrinden
sorumlu olması gerekenler adeta şehrin bu hale gelmesini sadist bir zevkle seyretmişlerdir.
Bu yazımızda, yaklaşık iki yıl Rus
işgali altında kalan (18 Nisan 1916-24 Şubat 1918) Trabzon’un bu dönemde
yaşadığı korkunç manzaralara rağmen acılar içinde bile nasıl bir güzelliğe
sahip olduğuna Ahmet Refik’in kaleminden kesitler halinde ayna tutacağız. Ne
yazık ki işgal yıllarında Rusların bıraktığı yerden başlayarak şehir
katliamları tüm siyasi devirler boyunca (bugün de kentsel dönüşüm adı altında)
Trabzon’a reva görülmüş, radyasyon yağmuru gibi şehrimizin/şehirlerimizin
üzerine yağdırılmıştır.
Ahmet Refik “Kafkas Yollarında” adlı
eserinde seyahat ettiği şehirlerde yapılan Ermeni zulümleri yanında; şehirlerin
tarih, coğrafya, kültür-sanat ve edebiyatı ile folkloruna dair de önemli
bilgiler veriyor. Biz şehrimiz Trabzon’daki şehir katliamlarını ve şehir adına
duyduğumuz acıyı kalp ve zihnimizde mahfuz tutarak 17 Nisan 1918’de Ahmet
Refik’i okuyoruz:
“… Trabzon uzaktan
görünüyor. Karadeniz’in mavi
suları, sâkin bir nisan güneşinin pembelikleri altında uyanıyor gibi. Şehrin
beyaz evleri ışıklar içinde. Sahilde muntazam ve zarif binalar, yeşil çayırlar
ortasında küme küme serviler, narin ve zarif minareler, tepelere doğru henüz
çiçeklenmiş erik ve şeftali ağaçları görülüyor. Trabzon,
bir görüşte kalbi teshir edecek, binaları, ağaçları, çayırları, yüksek
tepeleri, yeşil sırtlar ortasında kırmızı kışlalarıyla kendini derhâl
sevdirecek bir güzelliği kendinde toplamış. Evliya Çelebi’nin hakkı varmış: “Burası gül ve reyhan ve erguvan
açar”
bir belde. Daha doğrusu, Karadeniz’in sâkin suları kenarında, yeşil bir dağın eteğinde,
çimenler arasına uzanmış, başında baharın en parlak renkli çiçeklerinden
yapılmış bir taç, güzel ve zarif bir kızı andırıyor. Bahar, şehrin simasını da
şenlendirmiş.
Aylarca Moskof istilâsı altında kalan, aylarca ana vatandan
uzakta yaşayan bu belde şimdi bahar çiçekleriyle süslenmiş, pürneşe ve sevinç,
toplarıyla, güler yüzlülüğü ile kendisini hasret çekerek, hürmetle ziyarete
gelenleri selâmlıyor. Fakat bu güler yüzde yaralı ve perişan bir kalbin acı
tebessümleri duyuluyor.
Trabzon yaralanmış, Trabzon perişan, Trabzon mânen ve maddeten bir harabezâr. Başında zarif çiçeklerle
görünen bu kız, güzel ve câzip simasını ancak taçlar içinde mütebessim gösteriyor.
Fakat bilseniz, içini bilseniz, vücudunu görseniz, mermilerden, katil ellerden,
kan dökücü parmaklardan ne yaralar almış, ne darbeler yemiş, ne felâketler
görmüş...
Perişan kıyafetli
halk, büyük ve fecî bir yangından sonra sönen ocaklarını, yanan evlerini
görmeye gelen, çocukluk hâtıralarını muhafaza eden köşelerin mahvolduğunu acı
bir tebessümle seyreden insanlar vaziyetinde. Ötede, önünde bir çuval fındık,
fakir bir ihtiyar, duvar diplerinde düşünüyor. Beride ufak, sarışın, yalın ayak
çocuklar kirli yüzleriyle sokağın çamurları arasında koşuşuyor. Pejmürde
kıyafetli yüzlerini sımsıkı örtmüş kadınlar, mini mini çarşaflı kızların
ellerinden tutmuşlar, yokuşlardan bitkin bir hâlde çıkıyorlar. Kurtulan pek az
bina var. Şehrin en muntazam, en el değmemiş binaları, kayaların dibinde Rum
kilisesi, Rum mektebi, Rum mezarlığı ve ekser Rum evleri.
Eski Trabzon, Kahraman
Yavuz’un gençlik zamanlarına şahit olan mahalleler, Bizans ve Osmanlı
surlarının içi kâmilen tahrip edilmiş. Bu harabeler içinde denize muvazi iki
uzun yolun açılmış ve genişletilmiş olduğu görülüyor. Deniz kenarındaki
mendirekle harabeler ortasında açılan yoldan başka yeni yapılmış bir şey yok.
Her şey, her köşe, her ev, her sokak, her türbe tahrip edilmiş.
Bu fecî yangın enkazı ortasında camiler çıplak minareleri;
mezarlıklar kâmilen kırılmış taşları, arabalıklara çevrilmiş meydanlarıyla
kalbe elem veriyor. Sokaklar teneke, eşya, abâ, çizme, Rus kalpakları, araba
tekerlekleri, hayvan ölüleri, kiremit yığınlarıyla dolu. Bir zamanlar mes’ud
ailelerin pürneşe ve sevinçle yaşadıkları bahçeler, şimdi yıkılmış enkaz
ortasında çıplak kalmış, duvarlarında yabanî otlar çıkıyor. Bahar bu harabenin
ortasına da çiçeklerini serpmiş. Kâh Debbağhane deresinin, sarmaşıklar, sarı
çiçekler, yüksek kayalar arasından, uğuldaya uğuldaya gelen sedası, kâh harabeler
ortasında beyaz çiçekleriyle gülen bir erik ağacının yeşil tomurcuklu dalları
üzerinde, bir kuşun hazin avazı işitiliyor.
Hiçbir evde ahşap kısım bırakılmamış. Bazen bir çatının
tahtaları yarı sökülmüş, bazen bir evin çinkoları bütünüyle sökülmek istenirken
bırakılmış. Sokaklarda iri iri fareler aç ve mütereddit dolaşıyor. Koyu neftî
dingilleri havaya dikilmiş cephane arabaları yolları kapıyor.
Camiler elîm bir hâlde. Hemen hepsi de ahıra çevrilmiş.
İçlerine dört beş parmak kalınlığında gübre serilmiş. Mihrapları minberleri,
ahşap kısımları tamamen yıkılmış. Kelime-i tevhîdler parçalanmış. Duvarlara
yazılan Rusça yazılarla beraber yapılan resimler pek utanç verici... Bu
resimlerle Türk kadınlığı küçük düşürülüyor. Minarelerden bazıları kırılmış,
bazılarının çok kıymetli oymalı şerefeleri parçalanmış.
İçkale Camii ahırdan başka bir şey değil. Yanındaki susuz ve
kırık çeşme üzerinde şu satırlar okunuyor: “Es-Sultanu’l-âzam es-Sultan İbni
Sultan Süleyman İbni Selim Han Bin Bâyezid Hanhalledallahu mülkehü- Sene 935” (Sultanların
en büyüğü, Sultanoğlu Sultan Süleyman, Beyazıt Han oğlu, Selim Han oğlu, Allah
mülkünü bâki kılsın/Sene: 1528).
Ne yazık ki Trabzon’da nasıl bir
“urbisit:şehir katliamı” yapıldığına şahit olan gözün gözyaşlarını bir asır
sonra hatırlayamıyoruz bile.
Ahmet Refik’in
gözünden 1918 yılı Trabzon’una bir sonraki yazımızda devam edeceğiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder