29 Ekim 2013 Salı

AHMET REFİK’İN KALEMİNDEN YÜZ YIL ÖNCEKİ TRABZON -III-

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

I.Dünya Savaşı yıllarında Rus işgal, talan ve katliamına rağmen coğrafyasının müthiş direnişine şahit olduğumuz ve yıkım içinde bile güzelliklerini görebildiğimiz Trabzon’un, 95 yıl sonra bugün ne yazık ki coğrafyası bile direnemez halde mecalsiz, takatsiz bir durumda. Çünkü önce şehir imarı, bugün ise kentsel dönüşüm adına adeta bir insanın vücudunun doğranıp, tabii organlarının koparılarak yerlerine protez yerleştirilmek suretiyle varlığının sürdürülmesine benzer biçimde Trabzon tahrip edildi/ediliyor.


Belki insaf ve vicdan merkezleri harekete geçer de “bu şehre ihanet mi ediyoruz, ihya mı ediyoruz?” sorusunu soran ve “bu medeniyet şehrine kıyılır mı?” diye kalbî rezonansları harekete geçen bir siyasi ve şehir yöneticisi çıkar diye Trabzon’un 95 yıl önceki hazin halini Ahmet Refik’ten (“Kafkas Yollarında” adlı eserindeki 25 Nisan 1918 tarihli notlarından) dehşet ve acılar içinde okumaya devam ediyoruz:

“…Trabzon’a döndüğümüz zaman görülüyor ki, bir gün evvel gördüğümüz refah ve saadet beldesiyle, şimdi gördüğümüz fakr u sefalet şehri arasında büyük bir fark var.

Trabzon’un mazisini, Batum’un hâliyle karşılaştırmak, insanın kalbini sızlatıyor. Trabzon, bir zamanlar medenî bir imparatorluğun merkeziydi. Anadolu’nun bir ucunda İstanbul, öbür ucunda Trabzon, Kahraman Fatih’in zafer yollarına diktiği çiçekler ve güllerle donanmış iki zarif âbide idi. Hakîm Sinanlar, Trabzon’da Yavuz Sultan Selim’in Bizans surları içindeki muhteşem sarayında, edebiyat toplantıları düzenlerken, Rusya’da müthiş bir çar, Rus kavmini vahşetten kurtarmaya çalışıyordu. Karadeniz’de ticaret için Yavuz’un huzuruna elçiler gönderen, yalvararak mektuplar takdim eden çarların halkı, şimdi Osmanlılığın dört asırlık fütuhat sahâlarını çiğnemişler, muazzam bir beldeyi harabeye çevirmişler, Yavuz’un muhterem annesinin bile mezarını yerle bir etmişler! Oh! Bu dayanılmaz, unutulmaz, onulmaz bir yara.

Trabzon’dan çıktığımız hâlde hâlâ müthiş bir istilânın enkazı görülüyor. Yol kenarlarında kamıştan çadırlar, araba parçaları, boş mermi kovanları, at kafaları, müthiş bir fil gibi, yolun üzerine devrilmiş yol makineleri kalbe elem veriyor. Bu sıkıntıyı bir dereceye kadar hafifleten bir şey varsa, tabiatın güzelliği. Değirmendere vadisi cidden latif. Yeşil otlar, sarı çiçekler arasında kurbağaların keskin avazı işitiliyor. İki taraf kayalarla çevrili. Bahar her tarafı yeşillendirmiş; dikilmemiş, ekilmemiş hiçbir yer yok. Fındık ağaçlarının körpe yeşillikleri, henüz tomurcuklanan çalılar arasından derenin çağıltısı, kalbin hüznünü olsun siliyor. Yol kenarındaki köyler bütünüyle yıkılmış.

Uzaklarda, kara çamların beyaz ve levent gövdeleri altında çıplak ve siyah pencereleriyle evler görülüyor. Ruslar bu evlerin camlarına varıncaya kadar götürmüşler.

Bütün vadi, Trabzonluların gayret ve faaliyetine parlak bir nişane. Kayalara çarpan, çağlayan, akan, köpüren derenin üstünde, insan duramayacak derecede dik meyillerde, kadın, çoluk çocuk, çıplak ve perişan, ellerinde beller, düzenli hareketlerle tarlalarını belliyorlar. Bu çalışan, ekmeğini topraktan çıkaran, evlâtlarını aziz vatanın savunması için sınırlara gönderen halk, görseniz, ne perişan! Ayaklar çıplak, elbiseler lime lime, yüzler yanmış, eller insan eli olmaktan çıkmış. Göğüs bağır açık, karınlar aç, durmadan, ara vermeden çalışıyorlar. Tarlalarda genç ve dinç hiçbir erkek yok. Bir müthiş istilâdan sonra, harap kulübelerine dönen bedbaht köylüler bile ağarmış sakallarıyla, bükülmüş vücutlarıyla torunlarının cansız ve kansız vücutlarını omuzlarına almışlar, güya yaşamak, mes’ut olmak için yurtlarına dönüyorlar. Bazen yol kenarlarındaki yangın yerlerinde, felâketten kurtulan duvarlar üzerine yeni kerestelerden çatılar kuran köylüler görülüyor.

Ruslar, bu harabeler ortasında, Cevizlik (Maçka)’e kadar muntazam bir dekovil -(küçük demiryolu) yapmışlar. Hattın geçtiği köprüler gayet muntazam. Dere, köprüler altında köpükler  saçıyor, çağlaya çağlaya akıyor. Yol gittikçe yükseliyor, çağıltı gittikçe uzaklaşıyor. Yolun kenarı beyaz ve eflâtun menekşeler, karabaşlar, sarı kır çiçekleriyle dolu. Hava daima bulutlu; güneşin bereketli ışıkları bir türlü kendini göstermek istemiyor. Aşağıda, köpükler saçan, daima çağlayan ve uğuldayan bir dere. Karşıda, yamaçlarına karaçamlar tırmanan yüksek dağlar. Sonra uzun süren bir sessizlik. Bu sessizliği ancak çalılara gizlenmiş bir kuşun, ara sıra gönülleri şenlendiren tîz ve tatlı sedası bozuyor. Cevizlik harap. Bütün köy yangın yerinden başka bir şey değil.
……
Köylüler tarlalarında çalışıyorlar. Kiliselerin kapıları sımsıkı kilitlenmiş. Ekserisi taştan, ufak bir kapı ile bir iki penceresi bulunan kiliseler, eski Bizans hayatını hatırlatıyor. Bu güzel ve bereketli topraklarda, halk aç ve sefil...”

Ahmet Refik, o güzel üslubuyla tabiatı ve iklim şartlarını anlattığı notlarına Zigana’yla devam ediyor:

“ Zigana bir şiir. Yeşillikten, çamlıktan, çağıltıdan oluşmuş bir levha. Sislerin içinden, çamların yeşil derinliklerinden tatlı bir uğultu geliyor. İspinozların bülbül gibi ötüşleri, sisler arasından işitiliyor.

Bakışlarımız hiçbir güzelliğe nüfuz edemiyor. Güya geçtiğimiz saat, Zigana, aşk perilerinin zevk ve şenlik zamanıdır. Ormanların âhenkli yeşillikleri üstüne sislerden, bulutlardan bir perde çekmişler. Bu cennet bahçesinin yeşil çağlayanları, kuşlarının terennümleri, çiçeklerin bahar renkleri karşısında zevk ve safa ediyorlar. İçeride bir âhenk var. Biz de bu âhengi dışarıdan bir yabancı gibi dinliyoruz. Bazen güneş, bir projektör gibi, sol taraftaki sarı yayla çiçeklerinin ıslak yaprakları üzerinden uçurumun sislerine doğru ışıklar saçıyor. O zaman kısa bir an içinde, yeşil, zümrüt gibi yeşil bir derinlik, koyu yeşil çamlar, açık yeşil filizler, açık yeşil renginde beyaz köpüklü dereler, sarı, eflâtun ve beyaz çiçekler görülüyor. Gözler bu cazip güzelliğe doymadan, ruh, bu tabiî güzellikler karşısında bol şiir ve hayalle dinlenmeden, güneşin ışıkları birdenbire kesiliyor, yağmur başlıyor, kar yağıyor, çamlar, ağaçlar her şey kayboluyor.

Mütemadiyen yükseliyoruz. Hiçbir karlı tepe görülmüyor. Bir zaman oldu ki bu zevk ve sevinç sahnesinin üstünde cazip ve tatlı iki mavi göz göründü. Bu, aşkın lezzetlerini görmüş, sarı, altın gibi sarı saçlarını omuzlarına dökmüş; başında beyaz bir tül, güzelliğin bütün cazibelerine sahip bir kadın gibiydi. Aşağıda kuşların terennümlerini, derelerin çağıltısını zevk ve sevinç âhengini bırakmış, sislerin üstünden bizi gözetliyor. Dikkat ettim: Karlı bir dağın kenarından, mavi bir sema parçası meydana çıkmış, üzerine beyaz bir bulut çökmüş. Artık Zigana’nın tepesine doğru yaklaşıyoruz. Bir zamanlar soğuk suyu, kalbin hararetlerini söndüren çeşmesiyle meşhur olan bu tepe, şimdi harap ordugâh malzemesinden geriye çamurlardan, enkazdan ve gübrelerden başka bir şeyi ihtiva etmiyor.

Zigana’da yol genişletilmiş. Çamlardan birçoğu telgraf direği, dekovil traversi için kesilmiş. Keçi çıkamayacak derecede yüksek tepelerden yontulup bırakılmış çamlar sırtlarda küme küme yatıyor. Yollarda Rusların yaptıkları kereste fabrikalarına, harap yol makinelerine tesadüf olunuyor.

Bu imar arzusuna karşılık, harap edilmemiş hiçbir Müslüman köyü yok. Yollarda ve köylerde hiçbir adam görülmüyor. Ziganalardan inildikçe, karlı dağlar ve tepeler arasında kafile kafile kadınlara  tesadüf olunuyor. Zigana hanları bomboş. Fakir birkaç genç, evlerden birine sığınmışlar, yolculara Ruslardan kalma çayları pişiriyorlar, beş on para kazanıyorlar. Biraz ötede, Rus yer altı barınakları görülüyor.

……Yol döne döne iniyor. Bütün köyler harap. Halk vatanlarını, evlerini, ata ocaklarını bırakmışlar, kim bilir nerelere gitmişler, nerelerde ölmüşler! Bu güzel Anadolu böyle miydi? Bir zamanlar bu ocaklardan da dumanlar tüter, bu ovalarda da sürüler otlar, bu evlerde de mes’ut aileler kanaatle, fakat saadetle yaşarlardı. Şimdi her köşe bir mezar, her yer bir viranelik...”

Daha sonra Torul’a geçen Ahmet Refik ve heyet, orada da Rusların tahribatından, toplu insan katliamlarından, Ermenilerin mezalimlerinden, cami ve medreselerin ahıra çevrildiğinden, mezarlıkların tahrip edildiğinden kalbine dehşet geldiğini anlatır. Hatta o kadar ki “İnsan bir fener direği görse, darağacı zannediyor” der.

Evet, yüz yıl önce Ahmet Refik’in gördüğü Rus işgali sonrası Trabzon’un manzarası bu.

Şehri imha cinnetinin imar zannedildiği, şehrin topoğrafyasına musallat olmuş netameli çabalara “kentsel dönüşüm” denildiği bir zamanda yaşamak ne kadar ürkütücü…

Rus işgalinde bile Rusların (bir daha gitmeyecekleri ümidiyle) şehirde yaptıkları imar ve inşa çalışmaları belki de yerlilerin imar ve inşalarıyla şehrin dokusunu, siluetini, mekanlarını, coğrafyasını bozmalarından çok daha insaflıdır.

Zamanla işgalin adı ve muhtevası da değişti. Şehrin kıyameti ha yabancı işgaliyle ha yerli kentsel dönüşümle olsun fark etmiyor! Neticede şehrimizi kaybettik!
    

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder