Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
‘Şehir ve tarih’
ilişkisi neredeyse modern zamanların ve disiplinlerinin konusu olmaktan çıktı.
Çünkü modern zaman şehirleri artık tarihselliklerini yâni varoluşunu sürekli
kılma şartlarını kaybetti. Böylece adeta tarihin dışına itilen şehir,
tarihsellikten yoksun bir biçimde ölümü bekleyen ve bir an önce ölmek isteyen hastalar
halinde varlığını sürdürüyor. Böylesine can çekişen modern zaman şehirlerinde
ölümü beklemek, ölümden daha trajik bir hal ve gerçeklik olsa gerek.
Tarih refleksi insan
zihninin doğrudan geçmişe gitmesine ve hâfızasını yoklamasına sebep olsa da,
aynı zamanda hadiselerin oluş sürecinin gerçekleştiği zaman dilimini ifade
eder. Yaşanan şey, ‘vakit ve an’ bizi tarih içinde yürüyüşe çıkarıyor. İnsanın
şehirle ilişkisi de ‘vakit’li bir ilişkidir.
Tarih mi hızlı
akıyor yoksa modern zamanlar insanının tarih algısı mı kayboldu veya bağlamını mı
kaybetti? Şöyle de sorabiliriz: Tarih mi şehirleri hızla eskitiyor/ yok ediyor
yoksa şehirler mi tarih içinde hızla kendisini yok ediyor? Oysa ki tarihin
akışı aynı. Sadece birim zamana düşen olay sayısı çok fazla.
Tarihin insan, olay
ve eşya ile belki de kendisini ‘yaşatılır’ kılan en önemli malzemesi şehirlerdir.
Şehirler ve mekânların sürekliliği bir anlamda tarihin sürekliliğidir. Çünkü
tarih yazımı, olayların şahidi olan yer ve mekânlara muhtaçtır. Onun için kadîm
şehirlerin kendilerini ‘yenileyerek devamlılığı’ tarihin en önemli
malzemesidir. Bu bakımdan tarih şehre
bağımlıdır. Şehir de tarihe muhtaçtır. Eğer bugün ‘hâlâ’ Mekke, Medine, Kudüs,
Roma, Bağdat, Şam, Buhara, Semerkand, İstanbul, Trabzon’dan bahsediliyor ve bu
kadîm şehirler hala hayatlarını sürdürüyorlarsa, kuruluşlarındaki iradenin
isabetinden ve (her türlü tahribata rağmen) kendilerini sürekli kılan
özelliklerini muhafaza ediyor olmalarındandır. Bu şehirlerin “farklı” olmaları
sadece tarihsel köklerinin çok eski zamanlara gitmesine değil, büyük ölçüde
tarihî sürekliliklerinden gelmektedir.
Ülkemiz de içinde
olmak üzere modern zamanlarda kendini geleceğin tarihine taşıyacak yeni
şehirlerin kurulamaması, modern zihnin parçalı, kopuk, kesik, sadece hız ve
hazdan ibaret hafızasız niteliğinden kaynaklanıyor olsa gerek. Modern
zamanların insanı müthiş malzeme, imkân, birikim, tecrübe ve çeşitliliğe rağmen
bunları heba ediyor, kendine has vasıfları olan yeni şehirler kuramıyor.
Kurdukları (daha doğrusu eklemledikleri) ise eski şehirlerin gettosu halinde,
adeta onlara ‘gecekondu eklemeleri’ şeklinde, varlıklarını onlara borçlu olarak
inşa ediliyorlar. İnşa edilmiyor, sadece ilave ediliyorlar. Yâni kimlikleri
yok, kendi varoluşlarını anlamlı kılamıyorlar.
Ülkemize bakalım…
Aslında şehirlere
musallat olmuş, coğrafyaya baktığında ‘kent ve rant’tan başka bir şey göremeyen
“iktidar sahipleri”nin idraklerinin almayacağı “tarih ve şehir” ilişkisi
kimbilir belki de geleceğin tarihinde kendisini bekleyenlerce hakikatiyle ele
alınır. Görünen o ki; tıpkı erken Cumhuriyet dönemi tarihçi, şehirci ve
mimarlarla iktidar ilişkilerinin ‘emir-komuta’ içinde gerçekleşmesi gibi, geç
dönem Cumhuriyet dönemi iktidarında da ne yazık ki tarihçi, şehirci ve mimarlar
da “emret iktidarım”a kilitlenmiş durumda. Böylece de şehri
şehircilerin-mimarların değil, iktidar sahiplerinin iradeleri şekillendiriyor
ve ortaya ‘yaşanabilir’ olmaktan uzaklaşmış şehirlerin ‘kent ve rant’ akrabalığı
çıkıyor.
Ülkemizin son
yıllarda hızla “kentsel dönüşüm” adına seferber ettiği kaynak ve imkânların
ortaya nasıl bir şehir tablosu çıkaracağını hayal etmeye gerek yok. TOKİ’nin
terminatörlüğünde (zaten şehir vasfı kaybolmuş) şehirlerimizin nasıl ifsat
edildiğine bakmak ve üst üste yığılmış beton tabutluklara bakmak yeterli. ‘Yaptıkları yapacaklarının göstergesi’ olan bir totaliter zihniyetin şehir idraki ne
yazık ki tabutluklardan ve ‘yaşanmaya değer’ mekânlar yerine ‘malzeme
siloları’ndan ibarettir.
Bu zihniyet geleceğin
“şehir tarihçileri” tarafından herhalde “şehirlere
üşüştüler, mahvettiler, gittiler!” mottosuyla simgeleştirecektir!
Bu bağlamda, bir de
ülkemizin dışına göz atarak modern zaman şehirleri ve Kent Kültürü ile ilgili
önemli çalışmaları bulunan R. Sennett’e kulak verelim. Sennett, “Ten ve Taş”
isimli kitabında modern zamanların ‘binaların toplamı’ndan ibaret şehirleriyle
ilgili “Modern binaların çoğunu
lanetlenmiş gibi görünen duyusal yoksunluk, kent ortamını sakatlayan sıkıcılık,
monotonluk ve elle tutulur kısırlık.” diyor. Daha sonra da modern zaman
şehirlerinin sembolü olan New York’u konu edinerek şunları söylüyor:
“Çok yakın tarihlere kadar, New York’taki son derece
kalıcı binalar, aynen ortaya çıkışlarındaki düzenlilikle ortadan
kaybolmuşlardır. Mesela altmış yıl içinde, Beşinci Cadde boyunca, Greenwich
Village’dan Central Park’ın tepesine kadar millerce uzanan büyük malikaneler
inşa edilmiş, insanlar bunlara yerleşmiş ve daha sonra bunlar yıkılıp yerlerini
daha yüksek binalara bırakmışlardır. Tarihsellik kaygısı güdülen günümüzde
bile, elli yıl ayakta kalacak yeni New York gökdelenleri planlanmakta ve
finansmanları ona göre yapılmaktadır. Halbuki yeni mühendislik imkanlarıyla çok
daha uzun süre ayakta kalacak gökdelenler yapılabilir. Dünyanın bütün şehirleri
arasında, büyümek için kendi kendini en çok yıkmış olan şehir New
York’tur. Bundan yüz yıl sonra insanlar
Hadrianus’un Roma’sı hakkında, fiber-optik New York hakkında olduğundan daha
çok elle tutulur veriye sahip olacaklardır.”
Sennett, modern
zaman şehirciliğinin önemli simge ve göstergelerinden olan ‘gökdelen’lerin bile
tarihsellik kaygısıyla inşa edilmesi gereğine vurgu yapar ve bunlarda
duygusallık ararken, bizim şehirlerimizin kopyacı, klonlanmış, insanı bir
timsah gibi yutan gökdelenlerini nasıl anlamlandırmalı? Zorlama da olsa böyle
bir anlam dünyaları var mı?
Şehircilik idraki
dumura uğramış, medeniyet idraki felç olmuş bir zihniyetin kutsal mızrağı olan
‘kentsel dönüşüm’le ağır ağır can çekişerek -ruhen- öleceğiz!
Galiba Üstad Necip
Fazıl’ın “Zindandan Mehmed’e Mektup şiirindeki şu mısralar tam da bugünkü
şehirlerimizin insanın karşısına dikilmesi ve yutmasını anlatıyor:
“Duvar katil duvar, yolumu biçtin!
Kanla dolu sünger... beynimi içtin!
……Kanla dolu sünger... beynimi içtin!
Düşün mü, konuş mu, sus mu, unut mu?
Buradan insan mı çıkar tabut mu?”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder