duzenliyahya@gmail.com
Son dönem
Osmanlı tarihçisi Ahmet Refik’in 17 Nisan-20 Mayıs 1918 tarihleri arasında
Alman ve Avusturya’lı gazetecilerle birlikte çıktığı Doğu illeri seyahatini
anlattığı “Kafkas Yollarında” isimli eserinde önemli bir yer ayırdığı Trabzon’a
dair gözlemlerine/notlarına devam ediyoruz.
Ahmet Refik’in gayet
etkileyici üslubuyla anlattığı 95 yıl önceki Trabzon’un bugün büründüğü şehir
siluetine bakınca şöyle düşünmekten kendimizi alamıyoruz: Sanki Ruslar’ın yıkım
ve katliamda yarım bıraktıklarını, yerli siyasî iktidarlar ve şehir
yöneticileri “şehir planlaması” ve “kentsel dönüşüm” adı altında devam
ettirmişlerdir. Ve bugüne intikal eden Trabzon şehir bakiyesi ile Ahmet
Refik’in anlattığı Trabzon arasında adından başka hiçbir benzerlik kalmamıştır.
Yüz yıl önceki Trabzon’la bugünkü Trabzon’u yüzleştirseler birbirini tanıyamaz
iki şehir ortaya çıkacaktır. Her ikisi de birbirine bakıp “bu ben değilim!” diyecektir.
Ahmet Refik’in
yıkıntılar içinde dolaştığı ve acı içinde anlattığı 1918 Trabzon’u, millet
hafızasında “Seferberlik” adı verilen ve birçok ailenin oldukça hüzünlü
“Seferberlik Hikayeleri” bulunan Birinci dünya savaşı sonrası Trabzon’udur.
Şehrin bugünkü haline bakınca görüyoruz ki; Rus işgalciler tarafından tahrip
edilip yıkılmasaydı da yüz yıl önceki şahsiyeti ve güzelliğinden bugün pek bir
şey kalmayacaktı.
Ahmet Refik’ten
okumaya devam ediyoruz:
“…İskele yanındaki mezarlık dümdüz. İçine büyük bir tiyatro
yapılmış. Belediye bahçesi –büyük bir araba merkezi. Çarşı ıssız ve karanlık.
Mağazalar bomboş. Bazılarının kilitleri kırılmış, kasaları süngülerle
parçalanmış. Her köşede elem ve haydutluk eseri var. Deniz kenarındaki kalede
üç dört Osmanlı topu kalın tunç namlularıyla uzanmış duruyor. Ruslar burada üç
dört sahil topu bırakmışlar. Onların da kamalarını almışlar.
Bu tahribat, mezarlıklar ortasındaki mühim türbelere kadar
yayılmış.
Bu türbelerden biri de Gülbahar Sultan Türbesi. Gülbahar Sultan, Yavuz Sultan Selim’in validesidir.
Şehzade Selim, babası vüzera elinde baziçe olduğu sıralarda, burada valilik
ediyordu.
Komninosların çiçekli beldesi, latif seması, yeşil tepeleri,
Soğuksu mesiresi, mavi deniziyle
Yavuz’un şâir ruhunu kendine bağlamıştı. Oğlu Sultan Süleyman da Osmanlı
tahtına oturduktan sonra, validesini Trabzon’a
göndermiş, Trabzon’un nüfusunu
tahrir etmiş, Batum sancağını Trabzon’a ilhak eylemişti.
Yavuz’un zevcesi bu güzel beldeyi pek sevdiği için oğlunun
padişahlık zamanında bile Trabzon’da
ömür sürmeyi tercih eylemişti. Validesi Gülbahar Sultan, I. Selim’in tahta
çıkmasından yedi sene evvel Trabzon’da
vefat etmiş, İmaret Camiinin koyu servileri altına gömülmüştü. Üzerine yapılan
türbe sekiz köşeli zarif bir bina. Kapısının üzerine yazılan Farsça kitabenin
son beyti şudur:
“Rahmet-i dâim boved nâzil ço şod ez feyz-i Hak
Geşt târih-i vefateş rahmet-i dâim berû”
(Madem
ki Hakk’ın feyzinden daima rahmet inmektedir; işte onun vefat tarihi de “Onun
üzerine Hakk’ın rahmeti daim olsun.”)
Türbenin duvarları zarif resimlerle işlenmiş. Üst kısmına
bir baştan öbür başa kadar, “Allahu Lâ ilâhe illâ hû...” yazılmış. Türbe tamir olundukça badanalanmış. Nakış
çiçeklerin üzeri bu suretle kapatılmış. Son tahribattan bu türbe de müteessir
olmuş. Türbenin pencereleri, mihrap mahalli tamamen parçalanmış. Duvarları
kurşunlarla delinmiş, pencerelerinin tel kafesleri kaldırılmış. Avizelerin ve kandillerin
çıplak zincirleri hazin bir hâlde sarkıyor. Hatta mezarda bir define saklı
zannetmişler, Yavuz’un muhterem validesinin mezarını bile alt üst etmekten geri
durmamışlar.
Her yer harap. Bu harabeler ortasında yetişen çimenler
arasında, bazen duvar diplerinde, üstü başı temiz kadınlar, çocuklarıyla
beraber yiyecek arıyorlar. Ellerinde bıçaklar ot topluyorlar, gıdalarını
süprüntüler içinde bulmaya çalışıyorlar….
Ahmet Refik,
Rus ordusundaki Ermenilerin Trabzon’da yaptıkları zulümlere de değindiği
notlarına şöyle devam ediyor:
“…İşte o zaman
Ermeniler serbest kalmışlar. Komünistliğe meyleden Rus askerleriyle birlikte
yağmacılığa ve bilhassa Türklere zulmetmeğe, ortalığı tahrip eylemeye
koyulmuşlar. Osmanlı ordusu yetişinceye kadar her tarafı yakmışlar, yıkmışlar.
Ordunun yaklaştığını hisseder etmez, ellerine geçen İslâmları fecî bir surette
öldürmüşler. En güzel beldeleri viraneye
çevirmişler. Trabzon, bu
tahribatın Karadeniz sahilinde
fecî bir örneği. Sokaklarda görülen Rusça yazılar, kahredici bir istilânın
acıklı kitabeleri gibi duruyor.
Trabzon’da sönük bir hayat var. Belediye bahçesinin çıplaklığı
karşısında, yalnız bir
kahvehane var. Burası halkın ve subayların merkezi. Bir
tarafta halk kendi kendilerine dertleşiyor, diğer tarafta esaretten kurtulmuş
bir Macar ve Avusturya askeri, Kafkasya’da
olup bitenler hakkında bilgi veriyor…..
Trabzon, muhtelif lisanlara merkez olmuş. Orada Türkçe, Rusça,
Almanca, Macarca kullanılıyor…
Trabzon’da sefaletten ve harabeden başka bir şey görülmüyor.
Caddelerde, hatta kapı önlerinde at ölüleri var. Ufak çocuklar, başlarında,
sokaklarda bulunmuş Rus papakları, ayaklarında, Rusların yarı bellerine kadar
çıkan abâ çizmeleri, çayırlarda oynuyorlar. Sefaletten habersiz, harabeler
ortasında uçurtma uçuruyorlar...”
Tarihçi Ahmet Refik’in kaleminden
1918’de bir hafta kaldığı Trabzon’a ait bazı trajik kesitler bunlar. 1918’in
Trabzon’undan bu güne 95 yılda şehirde ne inşa edildi, ne imha edildi? İnşada
değil, imhada süreklilik yaşanıyor dersek, hiç de abartmamış oluruz.
Yüz yıl önceki Trabzon’a bakarak ibret
alması gereken şehir yöneticilerinin yazık ki ne şehrin tarihinden, ne yakın
dönem yaşadıklarından, ne tarihî varlıklarından, ne de katledilenlerden ve
kaybedilenlerden haberleri var.
Üstad Necip Fazıl’ın ifadeleriyle “işgalcilerin bile yapamayacağı bir
cinayetle” şehirlerimizin “kentsel dönüşüm” adı verilen “kutsal
uygulama”lar adına tedrîcen katledilip edilmediğini görebiliyor, düşünebiliyor
muyuz?
Yazımızı, Ahmet Refik’in yukarıya
aldığımız gözlemlerinden bir paragrafı tekrarlayarak ve günümüzün şehir
yöneticilerine şiddetle hatırlatarak ve de bu paragrafın sanki bugünün
Trabzon’u için yazıldığını not düşerek bitirelim:
“Trabzon yaralanmış, Trabzon perişan, Trabzon mânen ve maddeten bir viranelik.
Başında zarif çiçekleriyle görünen bu kız, güzel ve câzip simasını ancak taçlar
içinde mütebessim gösteriyor. Fakat bilseniz, içini bilseniz, vücudunu
görseniz, mermilerden, katil ellerden, kan dökücü parmaklardan ne yaralar
almış, ne darbeler yemiş, ne felâketler görmüş...”
Ahmet Refik 95
yıl önce kime sesleniyor ve hangi Trabzon’u resmediyor dersiniz? Bizce bugünün
Trabzon’unu şehir sorumlularına gösteriyor ve onları ikaz ediyor! Ancak ne
okuyan, ne duyan ve dinleyen ne de aldırış eden var!
Hz. Mevlâna’nın
dediği gibi: “Zindanda gece, mahkûmlar
habersiz. Sarayda gece, sultanlar habersiz!” İşte böylesine bir idrak
tutulması içerisindeyiz!
Siz hâlâ “Bize her yer Trabzon” ve “Futbol Trabzon’un kimliğidir!”
kompleksleriyle bilinçaltınızı rahatlatın, sinirlerinizi teskin edin, gününüzü
gün etmeye devam edin! Bu iki “evrâd ve ezkâr”ı Trabzon’un üzerinden bir
‘kutsal nüsha” gibi eksik etmeyin!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder