2 Aralık 2013 Pazartesi

“BEN BU YURTLU DEGÜLEM, BUNDA DURUP NİDEREM”

 Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Büyük ârif Yunus Emre, insanın mâsivâ ve mâvera önündeki tavrını öylesine kelama döker ki, kelimeler onun dilinde adeta ete kemiğe bürünür canlanır ve işiteni ürpertir, hayret ve dehşete düşürür. Onun için de kalbe bir ok gibi saplanır. Onun mısraları içerisinden aldığımız “berceste”lerden şehre dair birisini daha hatırladık ki mânasına ve derinliğine değme idrak ulaşamaz.

Diyor ki Yunus: “Ben bu yurtlu degülem, bunda durup niderem.”

Aslında insanoğlunun yeryüzü macerasının, varlık ve fânilik idrakinin ifadesi olan bu mısranın aynasında biz de yaşadığımız şehri seyretmeyi deneyelim. Göreceğimiz odur ki, insanın ait olduğunu zannettiği şehir ne kadar muhteşem ve ‘yaşanmaya değer’ olursa olsun, son tahlilde “ötelerden haberci” bir işaret taşıdığını farkederiz.

Yunus’un bu mısrası, insanın şehrine, şehrin de insana nasıl yabancılaştığına işaret eder. Bu mısrayı ‘yaşamalar alemi’ne indirgediğimizde; yaşadığı şehre bakıp da “ben bu şehirli değilim” diyebilmek, öncelikle “ben idraki”ne sahip olmayı ve “şehre ait olmadığı” bilincine götürür insanı.

Yunus’un mısrası bir karşılaşma, kendini ve şehrini farketme ve tanımaya götürüyor insanı. “Ben bu yurtlu degülem” diyebilmek için şehrin insana gösterdiği yüzünde bir tanınmamışlık, yabancılaşma ve başkalaşma olması gerekir.

Modern zamanlar hem insanı hem de insanı kuşatan eşya, mekân, olay, vs.. her şeyi vahşi, zehirleyici ve öldürücü birer araç haline getiriyor. Şehirlerimiz “imar, inşa, ihya…” iddialarına rağmen böylesine bir vahşetle insana, insan da şehre saldırıyor. İnsan ve şehir birbirini yok etmek için savaşıyor.

“Kentsel dönüşüm” kelime-i mukaddesi adına şehre giren her iş makinası ölüm kusuyor. Onu tanınmaz ve yaşanamaz hale getiriyor. Kaybettiği kimlik ve şahsiyetini yeniden ona idrak ettirmek için inşa etmek yerine, ondan adeta ‘intikam almak’ için vahşet sergiliyor.

Üzerine şehrin inşa edildiği coğrafya tahrip ve tağyir ediliyor, toprak bile zehirleniyor. Betonun ve demirin modern zaman şehirlerini göğe tırmanan muhteris ‘babil kuleleri’yle istilâ etmeleri, insanın ‘yaratılışa müdahale’ ve isyanının tezahürleri olarak karşımıza çıkıyor.

Rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever, bu noktada, şehir ve mimari bağlamında  modern zaman fetişlerine ilişkin şunları söylüyor: “Açıktır ki, modern çağ, kendi fetişizmlerinin (şirklerinin) bile bilincinde olmayan bir trajik bilinçsizlik çağıdır. Teknolojik, iktisadî ve siyasî güçlerin kölesi olan bu çağ tarih boyunca yaşamış diğer tekâmül safhalarından çok daha geridedir ve hatta tapındıkları şeyin bilincinde olan fetişistik kültürlerden bile daha geridedir.”

Cansever, insanın varlık bilinci ve sorumluluğuna dair de, Yunus Emre’nin dile getirdiği ‘gurbet’ halini ve esrarını modern çağın kavrayamayacağı ve anlayamayacağına vurgu yapar:

“… Kaçınılmaz bir şekilde varlık bilincine ve sorumluluğuna uygun davranmak inanın varoluş sebebidir, şu halde, bu bilinçten yoksun bulunan bu çağın, İslâm mimarisini/şehrini kavrayamayacağı açıktır.”

Şunu da soralım: Bu bilinci Yunus’un yaşadığı iklimin insanları kavrayabilmiş midir ki modern dünya kavrayabilsin?

Devam ediyor Cansever:

“İnsana maddi kudretini büyük ölçüde artırma imkanı bağışlayan makineler onu tabiat ve varoluşa karşı savaşan birisi durumuna dönüştürmektedir. Öte yandan, teknolojik gelişme bu küstah savaşçının zaferini sembolize etmektedir. Bu savaşçının mimarisi ve çok daha ezici, çok daha gizemli makinemsi olan zaferi, bütün mevcudat tabakalarında “her şeyi kendi yerine koymayı” amaç edinen İslam mimarisinden açıkça farklıdır.”

Yunus söz konusu mısrasında yüzyıllar öncesinden bize işte bu bilinci hatırlatıyor.

İnsanoğlu ne zaman ki varlık nedeninden uzaklaştı, ilk tezahür olarak kendine ve şehrine yabancılaştı, kendini ve şehrini tahrip etmeye başladı. Onun için Yunus, aslında ‘künhüne vakıf’ olduğu için “Ben bu yurtlu degülem, bunda durup niderem.” diye feryâd ediyor.

Şehrine karşı sorumluluk taşıyanların onun bu feryâdını ihtar bilmek ve şehri yeniden idrak etmek gibi bir mükellefiyeti var.

Önümüzde böylesine yolumuzu aydınlatan kandiller olmasına rağmen halâ şehrimizi ve kendimizi yok etmek için çabalayıp duruyoruz. Bu modern zamanlara mahsus bir ruh halidir ve ‘cinnet geçirme’dir.

İnsanın şehirde yaşama ve yeryüzünde bulunmaya ilişkin varlık nedenini Yunus Emre bize ihtar ediyor ama biz idrak edebiliyor muyuz?

Yunus’un bu esrarlı mısrasındaki soruyu bir de şöyle soralım:  Yeryüzünde insanın ve şehrin anlamı ne? Burada niçin varız?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder