Yahya
Düzenli
“Devlet
Şehirciliği”; steplerde sahip olduğu alışkanlıklarını gittiği yere taşıyan,
göçebe bir kültürden gelip yerleşik düzene kavuşsa, ayakları yerleşik olsa da kafası
hâlâ göçebe, bir zihniyetin tezahürü… Önüne gelene hâkim olma, dönüştürme
vehmiyle kudret gösterisinde bulunma…
“Reenkarnasyon”;
yeniden bedenlenme, tekrar vücut bulma, ete bürünme. Diğer bir karşılığı da ruhun
tekâmülü için “ruh göçü”. İslâm’da bu inanç küfürdür. Ancak, bu sapkın inanış,
bana şehirlerimizin bugün büründüğü hali hatırlattı.
Önce
“Kentsel Dönüşüm”, şimdilerde “Kentsel Yenileme” olarak sunulan şehir yıkımları
bir nebze reenkarnasyonu andırıyor. Tersine bir tekâmül… Öyle bir reenkarnasyon
ki; şehirlerimizin coğrafyasına saldırarak, üzerinde var olan son şehir
kalıntılarını da yok edip, yerine ‘reenkarne’ ettikleri tabutluklar… Başka bir
şey dememek için “insan barınağı” diyebileceğimiz türden mekânlar… Eski şehrin
can çekişmesini seyredip adeta ‘niçin ölmüyor’ dercesine ona indirilen son darbe
ile katledilip yerine dikilen “TOKİ siloları”yla varlığı devam ettirilen şehirler…
Yazımızın
başlığındaki “Devlet Şehirciliği” kavramı batılı bir felsefeci’nin (H. Lefebre) sanki bizi (TOKİ’yi) tarif
ediyorcasına kullandığı bir kavram. Felsefeci, bu kavramın işaret ettiği
şehirciliği “empoze edilen düzenin altındaki tam bir kaostur” şeklinde
ifade ediyor.
Aynı
felsefeci, “kentsel dönüşüm” veya “kentsel yenileme” adıyla güya şehirlerimizi
‘yaşanılır’ hale getirme iddiasındaki TOKİ ve şehircilik uygulamalarını
hatırlatırcasına devam ediyor: “Şehirci bazen kendisini bir toplumsal
hastalığı, patolojik bir mekanı tedavi ediyor ve iyileştiriyor gibi düşünür.
Ona göre, önce kullanılabilir bir boşluk gibi soyut olarak düşünülen, daha
sonra da kısmi içeriklere bölünen mekân hastalıkları vardır. Mekân hastadır ve
sağlığını ona geri vermek için onunla ilgilenmek gerekir. Şehircilik
yanılsamasının sonu, sayıklama halidir. Mekân ve mekân düşüncesi, düşünen
kişiyi ölümcül bir yola götürür. Kişiyi şizofrenleştirir ve aslında kendi
hastalığını, mekân hastalığını, zihinsel sersemlemesini ortaya koyar…”
Şehirlerimiz
işte böylesi bir patolojik reenkarnasyonla yüz yüzedir. Buna aldırış eden kimse
yok. Ne siyasiler, ne yerel yönetimler, ne mimar odaları, ne üniversitelerin
mimarlık bölümü hocaları, ne de ilgili STÖ’ler... Hiç kimse… Herkes böyle bir “felix
culpa: mesut cinayet”e ortak olmuş durumda.
Şehirlerimizin
bu patolojik reenkarnasyonu hızla devam ediyor. Özellikle büyük metropollerden
başlanarak girişilen bu seferberliğe getirilen itirazlar da “gecekondulardan
temizlenen kentlerdeki yıkıntıları savunma” refleksi olarak görülüyor.
Öyle ya,
şehrin tekâmülüne birkaç yüz yıl yetmez. Yeniden bedenlenmesi, ruhunun göçüp
tekrar dünyaya gelmesi ve “TOKİ” adıyla şehirlikten çıkmış, başkalaşmış
mekânlarla varlığını sürdürmesi gerekir.
2000’li yıllardan
sonra olağanüstü bir hızla ve “güç zehirlenmesi”yle önü alınamaz
hale gelen ‘kentsel yıkım’lar, ‘bize mahsus’ devlet şehirciliğinin
emsalsiz numuneleri olarak şehir ve mimarî tarihimizde yerini alacaktır.
Evet,
şehirlerimizin yatağı kaydı, hatta kayboldu.
Şehre bir
şeyler oluyor…
Şehre çok
şeyler oluyor…
Şehre çok
şeyler oldu…
Şehre bir
şeyler olduğunun “fark”ına varılamayınca bu süreç, bir volkandan sızan lâvların
önce önemsiz zannedilmesi, sonra eteğindeki şehre doğru kalın damarlar halinde
akması, daha sonra şehre yayılması ve nihayetinde şehri yutması şeklinde
tezahür ediyor. Adeta kanserojen bir etki gibi bünyeyi istilâ ediyor ve şehir
yok oluyor…
Üstelik şehirlerimiz
mutasyona uğramış gibi, üzerine gelen lâvlarla değil de, kendisinden koparılan
parçaların yeni şekiller almasıyla yok oluyor…
Öyle müthiş
telkin altındayız ki; yok olana ağlamaktan geçtik, reenkarne edilenlere inanacak hale
getirildik. Bu hal insan ve şehrin helâkinden bir tezahür olsa gerek…
Gelelim,
şehirlerimizin helâkinde önemli payı olan bir eski Bakana …
Geleceğin
şehir tarihçilerinin “TOKİ Cinayetleri” veya “TOKİ Tabutlukları” başlığıyla ele
alacaklarını düşündüğüm şehir yıkımlarının faillerinden birisi daha (Çevre ve
Şehircilik Bakanı) hesabını vermeden çekip gitti. Uzun süre devletin “konut aygıtı
TOKİ”nin başında bulunmuş ve yaptıkları tabutlukları “100 bin nüfuslu 23 şehir” olarak ilân etmiş bir Bakan, ne yazık ki
hem TOKİ’de, hem de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nda (ölmemek için son
çırpınışlarını yaşayan) şehirlerimizin genlerini nasıl bozduğunun, bugünü ve
yarınına nasıl bir hançer sapladığının hesabını vermeden, hesap sorulamadan
gitti. Tabii bir zamanlar içerisinde bulunduğu siyasal iktidarın açtığı yolda.
O, açılan yolda sadece önemli bir aktör, etkin bir fail idi.
Konumuz
şehir, mimarî, medeniyet, gibi ontolojik idrak isteyen meseleleri
yabancı bir galaksiden gelmiş gibi algılayan, şehri “yüksek fiyatlı arsa”
olarak gören “emlakçi zihniyetliler” veya arsacı fail”ler, yahut da eski
bakanlar değil, işin felsefesi… Ancak,
tüm şehirlerimiz medeniyet idrak ve tasavvurundan yoksun, bunları duyunca
yüzüne sigara dumanı üflenmiş kediler gibi tiksinip kaçan “kifayetsiz muhteris”lere teslim edilirse bu halin sonu da helâkten
başka bir şey olmayacaktır.
Yaşadıklarımız
bize gösterdi ki, her öne gelen kalastan, keresteden siyasî ve şehir yöneticisi
olamayacağı gibi, şehir dönüşümleri, yenilemeleri gibi cinayetlerden de
şehirler âbâd olmaz. Şehri reenkarne olmaya zorlayan ve gen tahribinden başka
bir işe yaramayan bu şehir katliamlarından vazgeçmenin zamanı gelmedi mi?
Ülkenin
Çevre ve Şehircilik işlerinden sorumlu hazır yeni bir bakan göreve gelmişken,
yepyeni bir anlayışla, yepyeni bir sayfa açmanın zamanı değil mi?
Temenni
ediyoruz ama asla umutlu değiliz! Çünkü idrak yolları iltihaplı, şehir ve
medeniyet damarları tıkalı olanların öncelikle “hasta oldukları”nın farkına
varmaları gerekiyor. Görülen o ki “güç
vehmi” böyle bir genetik hastalığı göremeyecek durumda…