Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
Ârifler ve
mutasavvıfların insanı ve onun fiillerini derinliğine anlatırken kullandıkları
en önemli metafor “şehir”dir. Özellikle insanın “ben idraki”nden tutunuz da
varlık, nefs, fena, bekâ gibi temel nitelemelerde insan bir sembol olarak şehre
benzetilir.
Bu anlamda ilk
hatırımıza gelenler…
·
Hacı Bayram
Veli’nin “Nâgehan ol şara vardum. Ol şarı
yapılur gördüm. Ben dahi bile yapıldum. Taş u toprak aresinde” dediği,
·
Yunus Emre’nin “Kasdım budur şehre varam; Feryad ü figan
koparam”dediği,
·
Niyazi Mısri’nin
“Var ol hakikat şehrine er anda hakikat
sırrına” dediği,
Mısralarda söz konusu
olan “şehir” insanın yeryüzü yolculuğundaki son durağı olan “hakikat”
mekânıdır. Ariflerin bu sembolizmi bizi “insan ve şehir”in hakikatine
çağırıyor.
Bu çağrışımlara
sebep olan önemli bir kitap geçtiğimiz ay (Kasım 2013) ehl-i irfan ve erbab-ı
hüner dostumuz Yusuf Turan Günaydın’ın nefis sadeleştirmesi, transliterasyonu
ve orijinal metni (tıpkıbasımı) bir arada “Nefsin Şehirleri” adıyla 1780
tarihli bir yazma nüshadan yayına hazırlanarak Büyüyen Ay yayınları tarafından yayınlandı.
Orijinal ismi: Risale-i Mahbûb olan eser,
XVIII. yy. mutasavvıflarından Muhammed Sâdık Erzincanî tarafından yazılmış
küçük bir risale.
Risale sahibi
Muhammed Sâdık, 1723’de Erzincan’da doğmuş, 1794’te İstanbul’da vefat etmiş
mutasavvıf âriflerden.
Yusuf Turan Günaydın
kitaba“Muhammed Sadık Erzincanî ve Eseri” ile ilgili uzunca bir giriş yazmış.
Ayrıca “Tasavvufta Şehir Sembolizmi ve Nefsin Mertebeleri” konulu “kitaplık
çapta” bir konuyu da Giriş’in sonunda özetlemiş.
Nefs tabakalarının
her birini (Emmare, Levvame, Mülhime, Mutmainne) “şehr” sembolüyle açıklayan
Muhammed Sadık Efendi ve eserine ilişkin irfanî derinlik ve muhteva gerektiren
bahislere girmeden Günaydın’dan kısa birkaç alıntıyla yetinelim:
“O, meseleyi daha anlaşılır ve görünür kılabilmek
için, emmareden mutmainneye kadar olan yolculuğu bir seferde kat edilmiş gibi
anlatmıştır. Elbette, Risâle-i Mahbûb’da anlatılan aşamalar gerçekte bir ömür
boyu gayretle geçilebilecek bir süreçtir. Bunları daha iyi anlatabilmek için
teşhis ve intak sanatına da başvurmuş, her nefis mertebesinde var olan akl-ı
meâş, akl-ı meâd ve zor anlarda ortaya çıkan hidâyet gibi kavramları
kişileştirmiştir. Nefsin mertebelerini de şehir
nitelemesiyle anlatmıştır. Fakat bu halleri yazıyla anlatmak isteyen bir
sûfî müellifin takip edeceği en güzel telif usulü, bütün bunları bir seferde
oluyormuş gibi ve kişileştirerek anlatmaktır. Esasen Sadık Efendi’nin de
vurguladığı gibi bu hâller ancak hâl ile kavranabilir; sözle aktarımı oldukça
zordur.”
Günaydın devamla; “Şeyh Sâdık Efendi’nin emmâre, levvâme,
mülhime ve mutmainne makamlarını iç içe birer şehre benzetmesi, yüzyıllardır
süregelen bir eğitim usulünün yansımasıdır. Çünkü kendisinden önce yola
girenler de aynı şehirlerde gezip dolaşmışlar, kendileri için takdir edildiği kadar
bu şehirlerde konaklamışlar…..” diyerek insanın içine doğru derin yolculuğundaki “seyr ü şehir”e işaret ediyor.
Biz, eserin
muhtevasına ve şerhine girmeden M. Sâdık Efendi’den kesitler ve Günaydın’ın
sadeleştirmesinden alıntılarla devam edelim.
Muhammed Sadık
Efendi, “Nefs-i Emmâre Şehri”ni şöyle niteliyor: “Ki sahrây-ı fenâda bir şehr-i azîme uğradım ki tûl ve arzını göz ihâta
etmez. Ve ol şehrin binâsı Şeddâd ve mâlı hâl-ı Kârûn ve mahlûku bir mertebe
kesrette ki hesâb olunmaz ve cümle ehâlisi mahlût-ı Arab ve Acem ve Türk ve
Kürd ve Rûm-ı şûm u kefere bulunmuştur. Seyr ü temâşâ edip hayrette hayrân olup
bir miktar onda ikâmet ettim.
Ol şehrin ortasında bir azîm şehirde kal’a vâki olmuş
ki burc-ı bârûsu felek-i kamere berâber ve hâric-i surda vâki şehirde bir
zulmet müşahede eyledim ki bir zulmete benzemez. Bildim ki bu şehirde tâ
ezelden şems-i hakikatten bir şûle düşmemiş ve düşmez.
Ve bu şehrin ahalisinin gönülleri dâr-ı zulmet ve
meşrebleri kilâb-âsâdır; bir lokma için birbirini yırtarlar. Ve az bahâne ile
birbirlerine hırlarlar. Ve şehvet ü gazabları gâlib ve tabiat-ı nâriyyeleri ziyâde
olmağla hemen birbirini katlederler…”
Sadeleştirmesini
okuyoruz: “Yokluk çölünde bir büyük şehre
uğradım ki enlem ve boylamına göz erişemez. Bu şehrin binaları Şeddâd isimli
kralın kurduğu yüksek binalar gibidir; malları zenginliğiyle ünlü Kârûn’un ben’ine
benzer ve içindeki canlılar öyle çok ki hesap olunamaz. Ahalisi Arap, Acem,
Türk, Kürd, uğursuz Rum ve kâfirler hep bir aradadır. Seyredip hayrette hayran
oldum ve bir miktar orada konakladım.
Şehrin ortasında oldukça büyük bir diğer şehrin kalesi
vardı ki duvarları adeta aya yükseliyordu. Fakat sur dışında bulunan şehirde
bir zulmet gözlemledim ki hiçbir zulmete benzemez. Bildim ki bu şehre ezelden
beri hakikat güneşinden bir ışıltı bile düşmemiş ve düşmez.
Bu şehrin ahalisinin gönülleri karanlıklar
yurdundandır ve yaratılışları köpek gibidir; bir lokma için birbirlerini
yırtarlar. Azıcık bir bahaneyle birbirlerine hırlarlar. Şehvet ve öfkelerine
yenilmişlerdir. Cehennemlik huyları/kızgın mizaçları baskın olduğu için hemen
birbirlerini öldürürler…”
Muhammed Sadık
Efendi, diğer nefs mertebelerinden Nefs-i Levvame ve Nefs-i Mülhime Şehri’ni de
anlatır.
“Mülhime Şehri”ni
anlatırken der ki; “O şehrin ahâlisi
gayet edîb ü zarîf çelebi ve selîmü’t-tab’ ve mükrim ü sahî ve gayet mahabbet-i
fukarâ ve zuafâ ve meclisleri tayyib ü tâhir ve sohbetleri leziz ü latif ü
zarîf, beynlerinde nizâ-ı kesîre yok, fitne ve fesâd u kibr ü gazab ve adâvet ü
buhl ü hased, tama’u hısset, nifâk yok. A’lâ ve ednâsı birbirlerine tazîm ü
tevkîr ve ihtirâm ve i’zâz u ikrâm ederler.”
Yâni; “O şehrin ahalisi oldukça edepli, zarif,
çelebi, yumuşak huylu, ikramı seven, cömert, fakirleri ve zayıfları kollayan,
meclisleri güzel ve temiz, sohbetleri tatlı, incelikli ve zarif, aralarında
şamata-tartışma görülmeyen, fitne-fesat, büyüklenme, öfke, düşmanlık, cimrilik,
tamah, çekememezlik, hasislik, ayrılıkçılık gibi huylardan arınmış kimselerdir.
Büyüğü-küçüğü birbirlerine saygı, ululama ve ihtiram ile davranır, izzet ve
ikram gösterirler…”
Risâle-i Mahbûb:
Nefsin Şehirleri’nin şehir
metaforuyla, insanın murakabe ve muhasebede seyr ve cehdini şehir metaforu ile
anlatması bakımından tasavvuf ve edebiyat tarihimizde kelâm kudretinin âriflerin
dilinde nerelere uzanabildiğine en güzel örneklerden.
Öncelikle eserin Erzurum’dan
Kafkaslar’a, oradan -muhtemeldir ki Trabzon’a da uğrayarak- deniz yoluyla
Balkanlar’a kadar birçok şehre uğrayarak uzun süre seyahat etmiş ve sonunda
İstanbul’da karar kılmış bulunan müellifi Muhammed Sâdık Efendiye rahmet
diliyoruz. (Trabzon Of’lu olan) Yusuf Turan Kardeşimi de bu nefis eser için,
Büyüyen Ay yayınevini bütün eserler gibi bu eseri de alanında ‘şaheser’
niteliğinde yayınladığı için tebrik ediyor, bu tür eserlerin devamını
bekliyoruz.
Yazımızı müellif M. Sâdık
Efendi’nin okuyanlardan isteğiyle bitirelim: “Vefatımdan sonra âşıklar, sadıklar, irfan sahipleri, dost yüzünün
talipleri, fenâ, kavuşma ve bekâ isteklileri baktıkça; bu Mahbûb Risâle’yi
okudukça içinde derlenen kelimelerde fayda bulurlarsa bu fakirin ruhunu bir
Fâtiha ile yâd buyursunlar…”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder