Yahya Düzenli
Başlık, büyük Rus
romancısı Dostoyevski’ye ait. Kadîm bir dostum, onun “Yeraltından Notlar”
kitabını okurken “inatçı şehir” deyimine rastlayınca bana hatırlattı. Ben de
yıllar önce okuduğum kitaptaki bu önemli kavramı ancak şehir konusuna
yoğunlaşınca yeniden anlamaya, yorumlamaya çalıştım. Dostoyevski, önemli ruh ve
karakter tahlilleri yaptığı söz konusu eserinde “İnsana, gündelik hayatını sürdürmesi için gereken anlayışın yarısı,
hatta dörtte biri dahi, yeryüzünün en soyut, en inatçı şehri olan Petersburg’ta
oturmak gibi katmerli bir felakete uğramış, talihsiz on dokuzuncu yüzyıl
aydınımıza yeterdi. Öyle ya, şehirlerin
de inatçı olanları ve olmayanları vardır.” der. Dostoyevski, hayatının
uzun bir dönemini geçirdiği ve son nefesini verdiği Petersburg’dan bahsederken
“inatçı şehir” deyimini kullanarak, orada yaşamanın özellikle de o devir aydınında
nasıl bir tesir meydana getirdiğine vurgu yapıyor.
Acaba romancımız
şehirle aydın arasında görünmeyen bir mücadeleye ve şehrin direnişine mi işaret
ediyor? Eğer öyle ise, şehirle aydın niçin böyle bir mücadeleye giriyor? Şehir mi aydına direniyor yoksa aydın mı
şehri anlayamadığı için felâkete uğramış bir talihsizdir?
Dostoyevski
Petersburg için “yeryüzünün en soyut, en
inatçı şehri” derken şehrin sahip olması gereken karakterindeki önemli bir
özelliğe vurgu yapıyor. Dostoyevski bu tespitiyle, kendi çağı ile hesaplaşan
bir aydın-romancı olarak şehri ‘nasıl gördüğü’nü de belirtiyor. Tarihî silueti,
kimliği ve mimari dokusu ve mekânlarıyla adeta “heykel şehir” olan
Petersburg’tan tüten, yükselen ruh, bir aydının gözünde onun “tecrit edilmiş:
soyut” yüzünü ortaya çıkarıyor. Şehrin bu yüzünü görmek için belki de
Dostoyevski çapında bir edebiyat adamını veya onun şehre bakışını anlamış olmak
gerekiyor.
Öyledir… Bütün
sancılı fikir adamlarının şehirleriyle böylesine organik bir ilişkisi vardır. Sıradan
kalabalıkların göremediği, anlayamadığı ve bürünemediği şehir ruhu onlara sinmiştir.
Dostoyevski, sanki
günümüzün modern zaman şehirlerine, özellikle de ülkemiz şehirlerinin
arabeskliği de aşan bozulmalarına, hatta katliamlarına
değiniyor. Diyor ki: “… siz hiç hastalıklarıyla
övünen, hele bunlarla gösteriş yapmaya kalkışan birini gördünüz mü?” Devam
ediyor: “…illetleriyle pekala övünüyorlar…”
Yaşadığımız şehre
bakın. ‘Hastalıklarıyla övünen’ patolojik
bir şehir haline getirilmedi mi? Özellikle de Kentsel Dönüşüm ve TOKİ’nin
toplu tabutluklarıyla şehirlerimizin çirkinliği de aşan bir felâkete maruz
bırakıldığını görebiliyor muyuz? Toptancı bir genellemeyle söyleyelim ki
TOKİ’nin yaptıkları; tarih, medeniyet, şehir, idrak ve inşa derdi olmayan bir
zihniyetin “illetleriyle öğünme”sidir. Şehirlerimizin tarihî müktesebatı ve
mimarî stoku halen günümüze taşınabilir/tartışılabilir potansiyel bir birikim
olarak varlığını sürdürmesine rağmen bunu göremeyen ve kötü bir intihalle, hâlâ
19. Yüzyılın sanayi devrimiyle şehirlere yığılan ‘insan barınakları’nı örnek
alan ‘gökdelen zihniyeti’ TOKİ’nin yegâne modelidir.
“İlletleriyle/hastalıklarıyla
öğünen” şehir modeli sadece bize mahsus bir garabet ve trajedi haline geldi.
Buna rağmen bazı şehirlerimiz TOKİ’ye ve
onun uygulamalarına teslim olmuş bir bitkinlikle yaşarken diğer bazı şehirlerimiz
inatla varlığını sürdürmeye çalışıyor. Teslim
olan şehirle inatçı şehir arasındaki fark; şahsiyetle şahsiyetsizlik arasındaki
farktır.
İçinde yaşadığımız şehir, tarihinden ve
coğrafyasından aldığı güçle ve tarihinin coğrafyasına inşa ettiği ruhla
kendisine savaş açanlara, katletmeye çalışanlara karşı direniyor. Öyle ki
tarihî süreçte üzerinde yaşayan insanların karakteri gibi baskın bir “inatçı”
kişilikle tebarüz ediyor. İnatçı karakterini binyıllar boyunca tahkim ederek sürdüren
şehir, direniyor gözükse de ne yazık ki bugün üzerinde inşa edildiği coğrafyasıyla
da refleks gösteremiyor, inat edemiyor.
Buradaki inat; kendisine savaş açanlara
başta coğrafyası olmak üzere tabii reflekslerini göstermesidir.
Belki de Trabzon’un 4 bin yıl öncesinde inşa edicileri, kendisine
savaş açanlara karşı direnebilmesi için şehri böylesine muhteşem bir coğrafya
üzerinde inşa ettiler. Dört bin yıldır tarihin hiçbir döneminde görülmeyen
saldırılar, yıkımlar günümüzde, bu dönemde kendisine uygulanıyor. Ancak o gene de
direnmeye devam ediyor.
Ancak, nereye kadar inat edecek? Nereye
kadar direnebilir ki?
Şehir, binyıllar boyunca barbarların
denizden ve karadan saldırılarına, istilâlarına karşı kendisini savundu ama
günümüzün (bu sefer kendi içinden gelen) “dönüşüm” etiketli “şehir barbarları”na
direnemiyor, inatçılığını ortaya koyamıyor.
Nasıl koysun ki? Her tarafı kuşatılmış,
savunma mekanizmaları çökertilmiş durumda. “Yeniden diriltme” adına üzerine
üşüşenler ‘yerli görünümlü’ barbarlar. Bu barbarlar, adeta susuzluktan ölmek üzere
olan bir insana su yerine içirilen zehir gibi “kentsel dönüşüm” adlı zehir kendisine
içiriyor.
Çok mu nostaljik ve ütopik bakıyoruz
şehrimize? Veya her yeniliğe karşı çıkan bir refleksle mi yaklaşıyoruz?
Ne adına yapılırsa yapılsın, özellikle
son on yıllarda bütün şehirlerimize ve özellikle de yaşadığımız şehre
yapılanlar “yenilik” değil “yenilgi”yi simgeliyor. Tarih önünde, coğrafya
önünde, şehir ve medeniyet huzurunda bir yenilgi! Ancak bu yenilgiyi “zafer”
diye ilân eden bir zihniyet var! Bu zihniyetin karar verici siyasî iradesi de
ne yazık ki “şehri ihya etme” iddiasında!
Böyle olur! Şehrin sakinleri ve
sahipleri tarih, şehir ve medeniyet hassaları felce uğramış, ayırt etme
melekelerini kaybetmişlerse, şehir barbarlarını şehir ihyacıları olarak tazimle
karşılar ve ağırlarlar. Halen işte bu trajik anestezi halini yaşıyoruz.
Bazı şeyleri o kadar kaybettik ki, Üstad
Necip Fazıl’ın dediği gibi “yenisi ve aslı gelene kadar her şeye
paydos!” deme zamanındayız! Ancak nasıl? Ne yeniyi, ne tarihî olanı ne
de yarına taşınması gerekeni bilmiyoruz. Hafızamız silindi, idrakimizi
kaybettik.
Şehirlerimiz/şehrimiz teslim mi olsun,
inat mı etsin diye bir tercih hakkımız bile kalmadı. Öyle anlaşılıyor ki,
şehriyle dertlenen irfan, idrak ve vicdan sahipleri için artık “direne
direne mahkûm olmak”tan başka bir tercih hakkı da kalmadı!
Duamız: Allahım! İdrakimizi, irfanımızı
ve can çekişen şehirlerimizi ‘dönüşüm barbarları’ndan koru!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder