16 Aralık 2013 Pazartesi

“İNATÇI ŞEHİR” ve DÖNÜŞÜM BARBARLARI !

Yahya Düzenli

Başlık, büyük Rus romancısı Dostoyevski’ye ait. Kadîm bir dostum, onun “Yeraltından Notlar” kitabını okurken “inatçı şehir” deyimine rastlayınca bana hatırlattı. Ben de yıllar önce okuduğum kitaptaki bu önemli kavramı ancak şehir konusuna yoğunlaşınca yeniden anlamaya, yorumlamaya çalıştım. Dostoyevski, önemli ruh ve karakter tahlilleri yaptığı söz konusu eserinde “İnsana, gündelik hayatını sürdürmesi için gereken anlayışın yarısı, hatta dörtte biri dahi, yeryüzünün en soyut, en inatçı şehri olan Petersburg’ta oturmak gibi katmerli bir felakete uğramış, talihsiz on dokuzuncu yüzyıl aydınımıza yeterdi. Öyle ya, şehirlerin de inatçı olanları ve olmayanları vardır.der. Dostoyevski, hayatının uzun bir dönemini geçirdiği ve son nefesini verdiği Petersburg’dan bahsederken “inatçı şehir” deyimini kullanarak, orada yaşamanın özellikle de o devir aydınında nasıl bir tesir meydana getirdiğine vurgu yapıyor.  

Acaba romancımız şehirle aydın arasında görünmeyen bir mücadeleye ve şehrin direnişine mi işaret ediyor? Eğer öyle ise, şehirle aydın niçin böyle bir mücadeleye giriyor?  Şehir mi aydına direniyor yoksa aydın mı şehri anlayamadığı için felâkete uğramış bir talihsizdir?

Dostoyevski Petersburg için “yeryüzünün en soyut, en inatçı şehri” derken şehrin sahip olması gereken karakterindeki önemli bir özelliğe vurgu yapıyor. Dostoyevski bu tespitiyle, kendi çağı ile hesaplaşan bir aydın-romancı olarak şehri ‘nasıl gördüğü’nü de belirtiyor. Tarihî silueti, kimliği ve mimari dokusu ve mekânlarıyla adeta “heykel şehir” olan Petersburg’tan tüten, yükselen ruh, bir aydının gözünde onun “tecrit edilmiş: soyut” yüzünü ortaya çıkarıyor. Şehrin bu yüzünü görmek için belki de Dostoyevski çapında bir edebiyat adamını veya onun şehre bakışını anlamış olmak gerekiyor.

Öyledir… Bütün sancılı fikir adamlarının şehirleriyle böylesine organik bir ilişkisi vardır. Sıradan kalabalıkların göremediği, anlayamadığı ve bürünemediği şehir ruhu onlara sinmiştir.

Dostoyevski, sanki günümüzün modern zaman şehirlerine, özellikle de ülkemiz şehirlerinin arabeskliği de aşan bozulmalarına, hatta katliamlarına değiniyor. Diyor ki: “… siz hiç hastalıklarıyla övünen, hele bunlarla gösteriş yapmaya kalkışan birini gördünüz mü?” Devam ediyor:  “…illetleriyle pekala övünüyorlar…”

Yaşadığımız şehre bakın. ‘Hastalıklarıyla övünen’ patolojik bir şehir haline getirilmedi mi? Özellikle de Kentsel Dönüşüm ve TOKİ’nin toplu tabutluklarıyla şehirlerimizin çirkinliği de aşan bir felâkete maruz bırakıldığını görebiliyor muyuz? Toptancı bir genellemeyle söyleyelim ki TOKİ’nin yaptıkları; tarih, medeniyet, şehir, idrak ve inşa derdi olmayan bir zihniyetin “illetleriyle öğünme”sidir. Şehirlerimizin tarihî müktesebatı ve mimarî stoku halen günümüze taşınabilir/tartışılabilir potansiyel bir birikim olarak varlığını sürdürmesine rağmen bunu göremeyen ve kötü bir intihalle, hâlâ 19. Yüzyılın sanayi devrimiyle şehirlere yığılan ‘insan barınakları’nı örnek alan ‘gökdelen zihniyeti’ TOKİ’nin yegâne modelidir.

“İlletleriyle/hastalıklarıyla öğünen” şehir modeli sadece bize mahsus bir garabet ve trajedi haline geldi.

Buna rağmen bazı şehirlerimiz TOKİ’ye ve onun uygulamalarına teslim olmuş bir bitkinlikle yaşarken diğer bazı şehirlerimiz inatla varlığını sürdürmeye çalışıyor. Teslim olan şehirle inatçı şehir arasındaki fark; şahsiyetle şahsiyetsizlik arasındaki farktır.

İçinde yaşadığımız şehir, tarihinden ve coğrafyasından aldığı güçle ve tarihinin coğrafyasına inşa ettiği ruhla kendisine savaş açanlara, katletmeye çalışanlara karşı direniyor. Öyle ki tarihî süreçte üzerinde yaşayan insanların karakteri gibi baskın bir “inatçı” kişilikle tebarüz ediyor. İnatçı karakterini binyıllar boyunca tahkim ederek sürdüren şehir, direniyor gözükse de ne yazık ki bugün üzerinde inşa edildiği coğrafyasıyla da refleks gösteremiyor, inat edemiyor.

Buradaki inat; kendisine savaş açanlara başta coğrafyası olmak üzere tabii reflekslerini göstermesidir.

Belki de Trabzon’un  4 bin yıl öncesinde inşa edicileri, kendisine savaş açanlara karşı direnebilmesi için şehri böylesine muhteşem bir coğrafya üzerinde inşa ettiler. Dört bin yıldır tarihin hiçbir döneminde görülmeyen saldırılar, yıkımlar günümüzde, bu dönemde kendisine uygulanıyor. Ancak o gene de direnmeye devam ediyor.

Ancak, nereye kadar inat edecek? Nereye kadar direnebilir ki?

Şehir, binyıllar boyunca barbarların denizden ve karadan saldırılarına, istilâlarına karşı kendisini savundu ama günümüzün (bu sefer kendi içinden gelen) “dönüşüm” etiketli “şehir barbarları”na direnemiyor, inatçılığını ortaya koyamıyor.

Nasıl koysun ki? Her tarafı kuşatılmış, savunma mekanizmaları çökertilmiş durumda. “Yeniden diriltme” adına üzerine üşüşenler ‘yerli görünümlü’ barbarlar.  Bu barbarlar, adeta susuzluktan ölmek üzere olan bir insana su yerine içirilen zehir gibi “kentsel dönüşüm” adlı zehir kendisine içiriyor.

Çok mu nostaljik ve ütopik bakıyoruz şehrimize? Veya her yeniliğe karşı çıkan bir refleksle mi yaklaşıyoruz?

Ne adına yapılırsa yapılsın, özellikle son on yıllarda bütün şehirlerimize ve özellikle de yaşadığımız şehre yapılanlar “yenilik” değil “yenilgi”yi simgeliyor. Tarih önünde, coğrafya önünde, şehir ve medeniyet huzurunda bir yenilgi! Ancak bu yenilgiyi “zafer” diye ilân eden bir zihniyet var! Bu zihniyetin karar verici siyasî iradesi de ne yazık ki “şehri ihya etme” iddiasında!

Böyle olur! Şehrin sakinleri ve sahipleri tarih, şehir ve medeniyet hassaları felce uğramış, ayırt etme melekelerini kaybetmişlerse, şehir barbarlarını şehir ihyacıları olarak tazimle karşılar ve ağırlarlar. Halen işte bu trajik anestezi halini yaşıyoruz.

Bazı şeyleri o kadar kaybettik ki, Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi “yenisi ve aslı gelene kadar her şeye paydos!” deme zamanındayız! Ancak nasıl? Ne yeniyi, ne tarihî olanı ne de yarına taşınması gerekeni bilmiyoruz. Hafızamız silindi, idrakimizi kaybettik.

Şehirlerimiz/şehrimiz teslim mi olsun, inat mı etsin diye bir tercih hakkımız bile kalmadı. Öyle anlaşılıyor ki, şehriyle dertlenen irfan, idrak ve vicdan sahipleri için artık “direne direne mahkûm olmak”tan başka bir tercih hakkı da kalmadı!

Duamız: Allahım! İdrakimizi, irfanımızı ve can çekişen şehirlerimizi ‘dönüşüm barbarları’ndan koru!


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder