Yahya Düzenli
Medeniyet şehirlerinde sıradan
insanların göremedikleri, mekânlardan sızan mânâyı ve şehrin geleni bir
mıknatıs gibi içine çeken aurasını
ilim, sanat, kültür, tarih, felsefe adamları öyle bir görür ve kavrarlar ki,
bir cümle ile o şehrin ruhunu adeta resmederler.
Medeniyet dünyamızın ufuklarından İbn-i
Haldun da bu adamlardan birisidir. Gözlemlerini teyakkuz halindeki bir
gözlemcinin dikkat ve heyacanıyla aktarır. İbn-i Haldun, hayatını anlattığı “Et-Tâ’rîf” adlı eserinde, Hac niyetiyle
1392 yılı Şaban ayında yola çıktığı Tunus’tan İskenderiye’ye, oradan da
Kahire’ye gelir. “Hayallerin Ötesindeki Şehir” olarak vasıflandırdığı Kahire’yi
şöyle anlatır:
“Zilkade
ayı başında Kahire’ye geçtim. Dünya incisini, âlem bahçesini, milletler
mahşerini, karınca gibi insanları, İslâm’ın eyvanını ve iktidar koltuğunu
gördüm. Çevresinde köşkler ve konaklar görünüyordu. Ufuklarında hankâhlar ve
medreseler parıldıyordu. Bilginlerden oluşan dolunaylar ve yıldızlar ışıyordu.
Nil denizi kıyısı, cennet ırmağını ve gökyüzü sularının kopuş kaynağını
andırıyordu. Suyu, susuzunu ve hastasını suluyordu. Dalgaları, onlara meyvalar
ve hayırlar sağlıyordu. Kalabalıkları
yutan kent sokaklarında, nimetlerle dolu çarşılarında dolaştım.
Bu
beldeden, ileri bayındırlığından ve durumlarının geliştiğinden söz edip
dururduk. Hocalarımızdan ve arkadaşlarımızdan, ister hacı, ister tâcir olsun
görüştüklerimizin Kahire’siyle ilgili sözleri hep farklıydı.”
İbn-i Haldun’un gördüğü Kahire, dönemin
medeniyet merkezlerinden biri olarak cazibe odağı-çekim merkezi olmanın
ötesinde (bugünün moda deyimiyle) dünya kenti bir şehir
niteliğindeydi. Ancak, varoluşunun kemâl devrinde bu dünya kentinin, kimliksiz,
şahsiyetsiz, eklektik bir şehir olmadığını, aksine insan, şehir ve medeniyetin
sarmalandığı, taşın insanla konuştuğu, mekânların sizi dâvet ettiği bir şehir
olduğunu İbn-i Haldun’un gözlemlerinden anlıyoruz.
Öte yanda, müthiş bir savrulmuşluğun ve
kimliksizliğin verdiği bilinçaltı kompleksiyle, hiçbir “yeni şehir” kuramamış,
var olan şehirleri önce arabesk hale getirip tahrip etmiş, en sonunda da
“kentsel dönüşüm” heyulasıyla ‘kendisi’ olmaktan çıkarmış (siyasî rengi ne
olursa olsun) bir zihniyetin mahsulü
olan beton
ormanları, Kahire örneğindeki gibi “yaşanmaya
değer” yüzlerce şehirler kurmuş bir medeniyetin düştüğü sefaleti
sergiliyor. Bu modern zaman tabutlukları, duyamasak da sanki bize şunu
söylüyor: ”Ölçüyü kaybetmenin, zaman ve
mekânı tahrip ederek varoluş sebebini yok etmenin, kendine yabancılaşma ve
başkalaşmanın sonucu işte bu fecî haldir!”
İbn-i Haldun’un Kahire anlatımında,
şehrin sadece ‘mekânlardan ibaret olmadığı’, topyekûn varlığın anlamlı kılındığı
bir atmosfer oluşturduğunu görmek gerekiyor.
Bir de yüzyılımızın İslâm dünyasının
kaotik şehirlerine, özellikle de ülkemize bakalım. Göreceğimiz şey; dünyayı
imar, ihya ve inşa eden bir zihniyetin nasıl imhacı ve istilâcı hale dönüştüğüdür.
Akıl alır gibi değil!
Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle “kendisinden bir parça koparılınca ortada
kendisi kalmaz.” dediği varlığın bütünlüğüne dair bir duyarlılık,
ölçülendirme kalmayınca ortaya bu katliâm tablosu
çıkıyor!
Bu sadece şehirlerimizde gördüğümüz vahşet!
Ancak vahşeti göremeyecek kadar “his iptali” içindeyiz.
İbn-i Haldun’un Kahire’ye ilişkin tespit
ve gözlemlerine devam edelim…
İbn-i Haldun Kahire’de Başyargıç
El-Makarrî’ye: “Bu Kahire, nasıl bir
yerdir?” diye sorar. El-Makarrî ise “Kahire’yi
görmeyen İslâm’ın yüceliğini anlayamaz” cevabını verir. Bu soru ve cevap
şehirden yükselen medeniyet ruhunu
ortaya koyuyor.
İbn-i Haldun Kahire’yi öylesine
içselleştirmiştir ki; hocası büyük âlim Ebu’l-Abbas bin İdris’e aynı soruyu sorar ve şu cevabı alır: “Halkı hesaptan çıkmış gibi”. İbni Haldun bu cevabı yorumlarken “işaret ettiği milletlerinin çokluğu ve
geleceklerine duydukları güvendir” der.
İbn-i Haldun hatıralarında arkadaşı
Ebu’l Kasım el-Bercî’ye Mısır Hükümdarı’nın “Kahire’yi
sorduğu”nu ve onun da verdiği cevabı aktarır. Arkadaşı Hükümdara der ki: “İnsan bir hayal kurar, ama gördüğü, kurduğu
hayaldeki değildir. Çünkü hayal, hissedilenleri aşar. Ama Kahire hariç. Çünkü hayal edilebilecek her şeyin ötesinde.”
İbn-i Haldun Kahire’de kaldığı sürece “gurbeti
unuttuğu” nu da söyler.
Gurbeti unutturacak derecede şehrin
kendisini sardığı İbn-i Haldun’un Kahire gözlemleri oldukça önemli. Kahire bu taç şehirlerimizden sadece birisi
idi. Aynı yıllarda uzak doğudaki Buhara, Semerkand gibi şehirler de
medeniyetimizin zirve şehirleriydi…
Yeryüzünde tarihî şehir ve mimarî
birikimini aktif halden âtıl hale
getirmiş başka bir ülke var mıdır bilemiyorum. Tam aksine özellikle batıda ve başta Roma olmak üzere, antik
şehir kalıntılarını, ölü mekânları bile şehrin sadece dekoru olarak değil,
yaşayan bir değer olarak tarihî derinliğine ve canlılığına şahitlik eden birçok
şehir var.
Arka plânındaki şehir ve mimari
stoğundan habersiz, karşısına çıkanları da göremeyen, dinamiklerini harekete
geçiremeyen bir ülke ve toplumun bu hali nasıl izah edilebilir? Tuhaftır ki;
yeni şehir inşa edemeyenlerin şehir imha etmekteki maharetleri de dünya şehir
tarihine geçecek bize mahsus başarı(!)lardan birisi olsa gerek.
İbn-i Haldun’un 14. yüzyılda gördüğü Kahire, Osmanlı’nın o
yüzyıldaki iki taç şehri Edirne ve Bursa ile mukayese edilebilir,
karşılaştırılabilir. Henüz daha İstanbul, Konya, Trabzon gibi şehirler
fethedilmemiş, yeniden imar edilmemiştir. Her iki şehrimiz de batılı seyyahların
gözlerini kamaştıracak bir güzelliğe, büyüye sahiptir. Yukarıdaki deyimle bu
şehirlerde “hayal edilenler hissedilenleri aşar.”
Bir zamanlar “hayalin gerçeğe” değil de,
“gerçeğin hayale” dönüştüğü şehirlerimiz vardı. Şimdi ise hayalini
kuramadığımız gerçeğini bulamadığımız adına “şehir” denilen mezarlıklar…
Peki, şimdi niçin böylesine,
“seyredilmeye ve yaşanmaya değer” şehirler kuramıyoruz? Şehir kurucu irade ve
idrakimize ne oldu?
Bu soruya cevap olarak; hâlâ “göçebe”
olduğumuzu, yerleşik düzene geçemediğimizi, “çadırımızı sırtımızda
taşıdığımızı” mı, yoksa şehir tahrip gücümüzün giderek yükseldiğini mi söyleyelim?
Sonsuz hırs güdülerimizin bizi mahvettiği bir çağda bu sorunun cevabını
kendimizde aramaktan başka yolumuz yok.