Yahya Düzenli
Kaybederek geliyoruz…
Kanuni’den sonra başlayan çöküş çığırımız, tedricî olarak Tanzimat ve
Meşrutiyetten sonra en büyük kırılma olan Cumhuriyetle kemâle ulaştı…
Kayıplarımızın fikrî ve fiili envanterini bile yapamıyoruz. Çünkü “nelere
sahip” olduğumuzu bilemediğimiz için “neleri kaybettiğimiz”e dair bir
temellendirme kabiliyetimiz de bulunmuyor. Bulmak, neyi kaybettiğimiz kadar,
nerede kaybettiğimizi hatırlamayı gerektirir. Onun için büyük yangında kül olan
varlığımıza dair hâfızamızı harekete geçiremiyoruz.
Ramazan ayının yaklaştığı şu günlerde “varlığı idrak” için bize
lûtfedilen bu ayın imkân ve bereketi, insan ve şehir ilişkisini de yeniden hatırlamak için bir fırsat…
Ancak ibadetin ruhunu kaybedip kabukta kalmanın hazin âkıbeti bizi böyle bir
idrake götürmüyor.
İnsanın kendisini muhasebe edeceği büyük Ramazan ayı da özünü, ruhunu
ve manâsını kaybetti. Birtakım mekanik, biyolojik ve sun’i ritüellerle onu
devam ettirmeye çalışıyoruz.
“Şehirde Ramazan” dan çocukluğumuzdaki cami mahyalarını, iftar ve sahur
heyecanlarını ve “âh bizim zamanımızdaki
ramazanlar yok mu….Nerde o eski
ramazanlar?” nostaljisini bir tarafa bırakarak söyleyelim ki; şehrin ruhu
kaybolunca o ruhun getirdiği iklim de şehri terkediyor.
Tarihî kültürümüzde şehirlerin vasıfları olduğu gibi ayların da
vasıfları var. Ramazan-ı Şerîf olarak nitelenen bu ay, her vasfın üzerinde bir
mânâsı var. Yaratıcı’nın rahmetinin yoğunlaştığı bu ayı gerçekten “rahmete
lâyık” kullar olarak idrak edebiliyor muyuz?
Ölçünün yerine alışkanlıkların, irfanın
yerine idmanın kaim olduğu bir
dünyada Ramazan iklimi ne ifade eder ki?
Kaybede kaybede gelenlerin zamanı kaybetmeleri, beraberinde mekân
kaybını da getirdi. En son kaybettiğimiz mekân: Şehir… Şehirle birlikte şehri
mânâlandıran ruh ve değerleri de kaybettik…
Hele de modern zaman şehirlerinde renk, ışık ve gürültüsü altında Ramazan’ın
metalik ve mekanik hale geldiğini gördükçe, insanoğluna muhasebe ve kurtuluş
vesilesi olarak sunulmuş muhteşem ramazan ayının geldiğini bile hissedemiyoruz.
Üstad Necip Fazıl’ın 1946 ve 1966 yıllarında “Ramazan” başlıklı iki
yazısında ifadesini bulan manasından çok uzağız:
“Ramazan… Allah’ın, teslim olmuş
kullarına, Müslümanlara ihsan ettiği rahmet ve gufran ayı…
..Ramazan… Bu ay müminlerindir; göklerde görünmez rahmet
oluklarından yalnız lütuf ve gufran süzülürken, güneşin doğuşu ve batışı
arasında Allah için aç ve susuz kalmayı sevenlerin…”
(Bakın şehrinize ve etrafınıza: Var mı böyle bir mânâ ve sahiplik?)
“….Evet böyle bir devirde, her
defa ilânı için bir güneşi kurban etsek az gelecek olan bu azizler azizi zaman
kuşağına ait, bu ne mahrem, ne mahcup, ne boynu bükük bir biliş ve bildiriş
tarzı!...”
(Bakın şehrinize, böyle bir farkındalık
görebiliyor musunuz?)
“Fakat ne çıkar?.. Bu ay
göklerdeki rahmet odaklarından yalnız lütuf ve gufran süzülürken, güneşin
doğuşu ve batışı arasında Allah için aç ve susuz kalmayı sevenlerindir dedik.
Bu ay şimdi beş hasse planında ve 1946 Türkiye'sinde rast geldiği belirsizliğe
karşılık, ötelerin sonsuz belirtisini, istiğna peçelerinin en kalını altında
sırdaşlarına fısıldamakta değil mi? Allah için aç ve susuz kalmayı sevenler,
yeis ve ümitsizliğe düşmeden beklemeyi bilirler.”
Bakın şehrinize, “Allah için aç ve susuz kalmayı seven”leri
görecek/misiniz?
Her ânı “eşref saat” olan böyle bir muazzez ayı eğlence ve yemeklerle hedonizm’in ‘bize mahsus’ ritüeli haline
getirmek, Ramazan’ı tahfif etmek ve en hafif deyimle bir cinayet…
Verilen iftar yemekleri de maksadını aşmış bir gösteri… Allah
Resulü’nün ölçüsü: “yemeklerin en şerlisi sadece zenginlerin çağrılıp
fakirlerin çağrılmadığı yemektir.”
Lüks otellerde “protokol”e mahsus iftarlarda işadamlarının ihale
konuştuğu, bürokratın siyasîlerle aynı masada oturup onların nazarlarına
erişmek için fırsat kolladığı, “sayın bakan”ların da ‘teşrifleriyle
onurlandırdığı”, ezan okunsa bile sayın devletlûlar gelmeden orucun açılmadığı,
hoparlörün beyinleri zonklatan tonuyla verilen Kur’an-ı Kerim’in de kahkahalar
arasına karışıp yok olduğu Ramazanlar Ramazanın
ruhunu değil, ruhunun kaybolduğunu, çığırından çıktığını gösteriyor.
Özellikle yerel yönetimlerin bu muazzez ayın ruhaniyetine ihanet
edercesine yaptıkları toplu gösteriler, eğlenceler ve etkinlikler, Ramazanı bir
festival ayı haline getirmektedir.
Ramazana birkaç gün kalmışken TV’lerde, şehri donatan ilanlar ve
billbordlarda bu muazzez ayın ‘oruç ve muhasebe’ şuurunu değil de, “Ramazan eğlenceleri” adıyla
bayağılaştırılması idrak sefaletimizin
ibadetlerimize kadar sirayet etmesini gösteriyor.
Görünen o ki, bu yıl da aynı ritüel
devam edecek! İftar havası ve
Ramazan ruhu olmayan ritüeller!
Üstad’ın “İnsan başını eşşek
kafasından ayırt eden biricik kaygıyı, ebediyet kaygısını besleyecek bir
heyecan…Mezardan ötesinin hesabını verecek bir heyecan… Ölmezliğimizi taahhüt
altına alacak bir heyecan…” cümlelerinde ifadesini bulan ruhani heyecanla
Ramazan’a girenlere ne mutlu!
Huzuru ‘huzurda olma’nın verdiği idrakle bulabilmek! Üstad’ın tabiriyle
“kalabalıklar içinde ulvî münzevi olmak”.. Mesele de bu!
“Şehrin Ramazanı”na ve “Ramazanın Şehri”ne erişenler, onlardır ki “Şehir
ve Uamazan idraki”ni taşırlar!
Mâsivâ’ya rağbetin ibadetlerin ruhunu kaybettirdiği bir dünyada “şehrin
Ramazanı”nı da “Ramazanın şehri”ni de anlayamıyoruz, tanımıyoruz.
Zâtıyla da delâletiyle de rahmet ayı olan Ramazan'ın bereketiyle
kendimizi muhasebeye dâvet edebilecek miyiz?
Umarız katledilmiş ruhumuz Ramazan’ın irfanıyla, şevkiyle bir nebze
kendine gelir ve hepimiz bir an olsun içimizdeki kendimizi, kayıp ruhumuzun
mağaralarında yankılanan gerçek sesimizi dinlemiş oluruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder