Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
İnsanoğlu, adeta mitolojik
yaratıklar gibi kendisiyle ve çevresiyle savaşarak yeryüzündeki ömrünü tüketmek
ve yaptığı tahribatlarla kendisine biçilen süreyi hızlandırmak, bir an önce
sonlandırmak için isyan ve intihar arasında gidip geliyor.
Bu bağlamda, şehir
yazılarımızda, antik dönemlerin nekropollerinin modern zaman metropollerinden
tek farkının; birisinde ölülerin, diğerinde ise kendisini diri zanneden ölülerin bulunduğuna dair vurgu yapmıştık. Hz.
Mevlâna’nın “zindanda gece, mahkûmlar
uykuda. Sarayda gece, sultanlar uykuda!” dediği hal tam da bu trajediyi
ifade ediyor.
Geçtiğimiz günlerde, antik
dönemlerden kalma eserlere dair bir haber dikkatimi çekti. O haber;
Antalya/Kumluca'da yürütülen antik Likya dönemine ait kazı çalışmalarında çok
katlı mezarlar bulunduğuna dairdi. Rhodiapolis Antik Kenti’nde ortaya çıkarılan
iki ve üç katlı mezarlar, o dönemdeki ölü definlerine ilişkin önemli ipuçları
veriyordu.
Konuyla ilgili kazı çalışmalarını
yürüten arkeolog bilim adamı yaptığı açıklamada şunları söylüyor: ''Bu
mezarlara o dönemde önce ölen bir kişinin defnedildiğini, üzerinin ve ön
kısmının bir bölümünün kapatıldığını, mimari detaylardan anlamaktayız. Daha
sonra ölen bir başka kişinin tekrar aynı mezara defnedildiğini ve tekrar
üzerinin ve önünün kapatıldığını, daha sonra bir kez daha aynı işlemin
yapıldığını düşünüyoruz. Önlerinin açık olduğunu tespit ettiğimiz bu mezarların
üstünde tuğla ile örülmüş kemerli bir çatı bulunuyor. Bu özelliklerin de
Pisidya Bölgesinin Likya Bölgesine olan kültürel etkisinden kaynaklandığını
düşünüyoruz.''
Ölülerini bile ruhsuz bedenleriyle yaşatmaya çalışan
bir antik felsefe, giderek modern zaman metropollerinde insanları ruhsuzlaştırarak
gökdelen mezarlıklarında istif eden bir felsefeye dönüşüyor… Nasıl mı?
Bazı Belediye Başkanları
ölen insanlara mezar yeri sıkıntısı çektiklerini ve böyle giderse mezarlıkların
antik dönemdeki gibi çok katlı yapılması gerektiğini söylüyorlar ve bu yönde
“çok katlı mezarlık” uygulamasına geçileceğini/geçildiğini duyuyoruz. Böylece ölülerini
üst üste mezarlara koyan anlayış ülkemizde yeniden canlanıyor sanki.
İşin inanç, dünya görüşü
gibi ölçülendiriliş tarafı bir yana, arazisi geniş bir Türkiye’de mezarlık
sıkıntısı çekilmesi de tuhaf. Bu gidişle, özellikle büyük şehirlerimizde çok katlı mezar uygulamasının
yaygınlaşması yakın olsa gerek. Öyle ya; insanın dirisine değer verilmeyen bir
ülkede ölüsünün kıymeti mi olur? Zaten modern zaman gökdelenleri de çok katlı
mezarlar gibi değil mi?
Bu meyanda biz de bir
teklifte (!) bulunalım: Her ne kadar gökdelenler şehirlerimizi işgal ve istilâ
etmeye başlamışsa da muhtemel arsa sıkıntılarına (!) karşı şehirlerimizdeki
mezarlıkların tamamını kaldıralım. Tek katlı evlerin (eğer kaldı ise) tamamını
yıkıp kentsel dönüşüm imkân ve
avantajlarıyla(!) yerlerine en az 20’şer katlı gökdelenler dikelim. Böylece hem
önünde büyülenmişçe hayran olunan paganist-putperest antik dönemler 2 bin 300
yıl sonra yeni versiyonlarıyla diriltilmiş, hem de neo-paganist bir yaşam
biçimiyle insanları toplu ve çok katlı mezarlarda yaşamaya alıştırmış oluruz
(!)
Zaten metropollerin nekropollere dönüştüğü ölüler şehrinin
nesneleri haline getirilmedik mi?
Buyurun, betonla insanın muhteşem
harmonisi gökdelen nekropollerine!
Sezai Karakoç’un “Balkon”
şiirinde söylediği “Gelecek zamanlarda,
Ölüleri balkonlara gömecekler, İnsan rahat etmeyecek, Öldükten sonra da.” mısralarının
gerçeğe dönüştüğü/döküldüğü şehrin kıyametini yaşıyoruz.
Rahmetli muhakkik mimar
Turgut Cansever Ortaçağ şehirlerinden bahsederken “kararsız şehirler bunlar” diyor. Şehirlerimizin tümörleşen/urlaşan
halini görünce siyasî irade tarafından
buyruk verilmiş “kararlı şehirler”
diyoruz. Urlaşmaya karar vermiş/verilmiş şehirler yâni…
Gelecek nesillerin “insanca”
yaşayacakları bir dünyayı ellerinden alan, şehirlerin geleceğini şimdiden harcayan,
yok eden bir zihniyet şehirlerimizi talana devam ediyor.
Bir böcek gibi çok katlı
mezarlarda ruhsuz yaratıklara mahsus bir biçimde yaşamaya mahkûm edilmekten
mazoşist bir zevk de duyuyoruz.
Varlık ve insan telâkkisinin
olmadığı, şehir idrakinin kalmadığı bir ülkede Cansever’in 1991 yılında yaptığı
şu ikazları kim dinleyebilir, kim anlayabilir ki?
“Bugünden 2020 yılına
kadar bu 60 milyon nüfusa her türlü ihtiyacı karşılayabilecek güzel evler
yapabilirsek 30 sene sonra Türkiye bir cennet olur. Türkiye bunu yapacak güce
sahiptir. Ancak bunun bir aslî vazife olduğunun bilinmesi lazımdır.
Bunun için bütün meslekî potansiyelin harekete geçirilmesi gerekecektir. Öte
yandan, yapı sektörünün bugün uygulamakta olduğu, binaları yıkıp yeniden yapma
yöntemi büyük israfa neden olmaktadır. Türkiye, bu israftan kurtulmak için
bugünkü mevcut şehirlerdeki büyümeyi durdurmalı, yeni nüfus için yeni
şehirler oluşturmalıdır…”
Cansever’in 23 yıl önce
yaptığı bu ikazların bugün hiçbir olumlu karşılığı yok. Aksine sanki Cansever’e
inat olsun diye veya Cansever’den intikam alırcasına şehirlerimizin nasıl
gökdelen mezarlığına çevrildiğini görüyoruz. Eğer 23 yıl önce Cansever’in yaptığı
ikazlar dikkate alınsaydı şehirlerimiz böylesine tahrip edilmezdi.
Kontrol edilemeyen
ihtiraslarıyla -gene Cansever'in ifadesiyle-“gökdelenlerin
deliğinde, mağarasında yaşamaya mahkûm edilen insan” çok katlı mezarlıklarda
istif edilmeye devam edecek gibi görünüyor.
Çünkü halinden pek de
şikâyeti yok! Tabii, hâlinin şuuruna varabilse...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder