Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
Şehrin kayboluşundan bahsetmek, şehrin varlığını idrak etmek ve “neyin
kaybolduğu”nun şuurunu taşımak demektir. Bu mânâda, rahmetli muhakkik mimar
Turgut Cansever 1998 yılında “Kaybolan Şehir” başlıklı yazısına bir Afrika
masalıyla başlar:
“Çocukluğumda okuduğum bir Afrika masalı
şimdi gerçek oldu. Esrarengiz bir hayvanın peşine takılıp bilmediği bir
kasabaya gelen, orada bir süre dolaştıktan sonra tekrar geri dönüp kendi köyüne
varan çocuğun hikâyesi. Adı Unkama. Unkama köyüne döner; ama orada hiçbir
tanıdığına rastlamaz, sokakların, evlerin bile çoğu değişmiştir. Birisine
Unkama’ların evini soracak olur. “Unkama mı”, derler, “o bundan dört yüz sene
evvel bir hayvanın peşinde köyden ayrılıp bir daha geri dönmeyen bir çocuğun
masalıdır.”
Cansever bu masalı anlattıktan
sonra “ Uzun yıllar Anadolu'da çalışırken
yazları adeta bir teşehhüd mikdarı gelebildiğim İstanbul'a nihai dönüşümde
kendimi Unkama kadar şaşkın hissettim. Sanki her rejim değişikliği bu nadide
şehri yok etmek için planlanmış gibi, 1908'den, 1923'ten, 1950'den, 1960'tan..
sonra kademe kademe İstanbul'a kıyıldı. İstanbul bir kültür ve sanat şehriydi.
Yalnız Osmanlı coğrafyasının ve Doğu'nun değil Avrupa'nın da en zarif ve medeni
insanlarının yaşadığı bir başkentti. Nedim "Hep halkının etvarı pesendide
vü makbul" mısraını laf olsun diye söylememiştir. Şimdi o güzel insanların
o güzel atlara binip gittikleri gibi, sanki bütün bir şehir, medeniyeti,
zarafeti kuşanmış insanlarıyla beraber kayboldu” der.
Şehirle birlikte sadece maddî
müktesebat, mimarî, mekânlar, binalar, sokaklar kaybolmuyor, bunları ikame eden
“şehirli” de kayboluyor, yok oluyor.
Cansever’in anlattığı Afrika
masalındaki Unkama gibi yaşadığı şehir İstanbul’u tanıyamaması aslında bütün
şehirlerimizin ve insanlarımızın yaşadığı trajediyi anlatıyor. Şu farkla ki; kimileri
çehresi, uzuvları ve karakteri değişen şehrinin kayboluşunun farkına varamıyor,
kimileri de bu ‘değişim felâketi’ni
iliklerine kadar hissediyor ve feryâd ediyor ama şehir olağanüstü bir hızla çürümeye,
yok olmaya devam ediyor.
Zamanın
değişmesiyle eşya ve olayların tebeddülü
inkâr olunamaz bir gerçek. Ancak, insanoğlunun elinde değişerek devam etme değil de değişerek
yok olma sürecini yaşayan şehirlerimizin akıbeti; “kaim olan”ın “kayıp
olan” bir şehir haline dönüşmesidir.
Şehirlerimizin
yok oluşu öylesine hızlı gerçekleşiyor ki; tıpkı bir tekerlek hızla dönerken nasıl
ki gözün yanıltıcılığıyla dönmüyor veya ters dönüyor görünüyorsa, yâni hakikat
tersine inkılâb ediyorsa, yaşadığımız şehir de, yaşanan süratli yok oluş karşısında
gözümüzün görme hassasının yanıltıcılığıyla
sanki hâlâ varmış gibi görünüyor.
Adına Kentsel dönüşüm denilen
yıkım projesiyle topraklarımıza adeta bir mızrak gibi saplanan “bize ait
olmayan” şehir ucube ve garabetleri varlığımızı öylesine çevreledi ki, bunun
bir istilâ olduğunu da göremiyoruz ve istilâ altındaki büyük ykımı imar, inşa
ve ihya zannediyoruz. Toz-toprak karmaşası, koparılan gürültüler insanımızın
gözünü kör, kulağını sağır etti. Rezidans, gökdelen, AVM, iş kuleleri, güvenlikli
siteler ‘bize ait’ şehrin –insana ve topluma dair hastalıklı değişme ve
dönüşmelerin bir neticesi olarak- yok oluşunu küstahça haykırıyor!
Hepimiz yaşadığımız şehirde birer Afrika’lı Unkama’yız. Bir aylığına
ayrılıp döndüğümüz şehrimizi tanıyamıyoruz. Şehri bıraktığımız haliyle
bulamıyor, yabancı bir şehre gelmiş gibi oluyoruz.
İster abartılı deyin, ister gerçek… Bu korkunç trajediyi iliklerimize
kadar hissediyoruz! Fakat kuşatma altında olduğumuzdan bu hali itiraf
edemiyoruz veya bu yıkımdan medet umar hale geldik.
İnsan olduğumuzu, bu şehirde yaşadığımızı, bize ait bir tarihimiz olduğunu
bize hatırlatan mekânlar, alanlar, coğrafyamızın tabii hali yok edildi ve ediliyor.
İnsana “emanet edilen” şehre ihanet eden hainlerin nesnesi haline geldik!
Gafil veya hain fark etmiyor. Sonuçta şehrimiz, şehirlerimizde bize dair şeyler
talan ediliyor, yok ediliyor!
Hem de sureti “yerli”, ruhu “yabancı” istilâcılar eliyle!
Tarih, medeniyet, şehir, mimari, kültür, ahlâk… Bu istilâcıların zihniyet
metabolizmalarının kolayca sindirip, eritip yok ettiği garnitür malzemeleri !
Elveda şehir!
Elveda tarih!
Elveda
hâtıralar!
Çünkü Afrika’lı Unkama şehrine döndü ama şehrini, sokaklarını, evlerini,
insanlarını tanıyamadı, bıraktıklarını bulamadı. “Bunlar nerede, buralara ne oldu?” diye sorduğu herkes de “o bir masaldı” cevabını vermişti. Bizim
trajedimiz şurada ki; biz şehrimize dönemiyoruz! Şehrimizi bize, bizi
şehrimize yabancılaştırdılar!
Ne
yazık ki bizim bir masalımız bile olmayacak!
Cansever’in hatırlattığı Afrika’lı Unkama masalı bize gene Cansever’in
aynı yazısında bahsettiği Üstad Necip Fazıl’ın “Dünyanın en güzel hikâyesi”
dediği bir hadiseyi hatırlattı.
Birinci Dünya Harbi yıllarında bir süvari zabitinin Anadolu’da askerlik
yaparken sık sık gittiği at yetiştiriciliğiyle meşhur bir köye, askerliğinden
yıllar sonra merak edip gittiğinde, tek tek eskiden tanıdığı şahısları ve meşhur
atları sorduğunda yaşlı bir zattan “yok, gitti, öldü!”, cevabını alıyor ve
kahroluyor! Ona bu cevapları veren zât
son olarak diyor ki; “Senin
anlayacağın, oğul, iyi insanlar, iyi atlara bindiler, gittiler!”
Cansever de
teessürünü “bütün bir şehir, medeniyeti,
zarafeti kuşanmış insanlarıyla beraber kayboldu” diyerek ifade ediyordu.
Üstad Necip Fazıl, “Ata Senfoni”nin sonunda anlattığı hikâyenin bitiminde
“Bizse bu misali tersinden hayal etmeye
meyilliyiz. Şöyle, ne kadar fikrî, bediî, içtimaî, idarî hasretimiz varsa,
hepsinin birden yollarını kavuşturan meydanda durup kulağımızı nal seslerine
vermek ve sonunda, sökün etmekteki ‘safkan’ları görünce nârayı basmak:
-İyi
insanlar, iyi atlara bindiler, geldiler!”
Sebepler âleminde henüz işaret yok ama “her zevalin bir kemali vardır” ölçüsüyle artık şehir katliamları nihai
noktasına ulaşmıştır, diye ümit ederek tarih
ve medeniyet idrakiyle kendi şehrine dönen insanlara yol açılsın diye
dua edelim!
Gelir mi dersiniz?
Ümitsiz değiliz!