29 Eylül 2014 Pazartesi

“KAYBOLAN ŞEHİR”DE UNKAMA OLMAK…


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Şehrin kayboluşundan bahsetmek, şehrin varlığını idrak etmek ve “neyin kaybolduğu”nun şuurunu taşımak demektir. Bu mânâda, rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever 1998 yılında “Kaybolan Şehir” başlıklı yazısına bir Afrika masalıyla başlar: 

“Çocukluğumda okuduğum bir Afrika masalı şimdi gerçek oldu. Esrarengiz bir hayvanın peşine takılıp bilmediği bir kasabaya gelen, orada bir süre dolaştıktan sonra tekrar geri dönüp kendi köyüne varan çocuğun hikâyesi. Adı Unkama. Unkama köyüne döner; ama orada hiçbir tanıdığına rastlamaz, sokakların, evlerin bile çoğu değişmiştir. Birisine Unkama’ların evini soracak olur. “Unkama mı”, derler, “o bundan dört yüz sene evvel bir hayvanın peşinde köyden ayrılıp bir daha geri dönmeyen bir çocuğun masalıdır.”

Cansever bu masalı anlattıktan sonra “ Uzun yıllar Anadolu'da çalışırken yazları adeta bir teşehhüd mikdarı gelebildiğim İstanbul'a nihai dönüşümde kendimi Unkama kadar şaşkın hissettim. Sanki her rejim değişikliği bu nadide şehri yok etmek için planlanmış gibi, 1908'den, 1923'ten, 1950'den, 1960'tan.. sonra kademe kademe İstanbul'a kıyıldı. İstanbul bir kültür ve sanat şehriydi. Yalnız Osmanlı coğrafyasının ve Doğu'nun değil Avrupa'nın da en zarif ve medeni insanlarının yaşadığı bir başkentti. Nedim "Hep halkının etvarı pesendide vü makbul" mısraını laf olsun diye söylememiştir. Şimdi o güzel insanların o güzel atlara binip gittikleri gibi, sanki bütün bir şehir, medeniyeti, zarafeti kuşanmış insanlarıyla beraber kayboldu” der.

Şehirle birlikte sadece maddî müktesebat, mimarî, mekânlar, binalar, sokaklar kaybolmuyor, bunları ikame eden “şehirli” de kayboluyor, yok oluyor. 

Cansever’in anlattığı Afrika masalındaki Unkama gibi yaşadığı şehir İstanbul’u tanıyamaması aslında bütün şehirlerimizin ve insanlarımızın yaşadığı trajediyi anlatıyor. Şu farkla ki; kimileri çehresi, uzuvları ve karakteri değişen şehrinin kayboluşunun farkına varamıyor, kimileri de bu ‘değişim felâketi’ni iliklerine kadar hissediyor ve feryâd ediyor ama şehir olağanüstü bir hızla çürümeye, yok olmaya devam ediyor. 

Zamanın değişmesiyle eşya ve olayların tebeddülü inkâr olunamaz bir gerçek. Ancak, insanoğlunun elinde değişerek devam etme değil de değişerek yok olma sürecini yaşayan şehirlerimizin akıbeti; “kaim olan”ın “kayıp olan” bir şehir haline dönüşmesidir.

Şehirlerimizin yok oluşu öylesine hızlı gerçekleşiyor ki; tıpkı bir tekerlek hızla dönerken nasıl ki gözün yanıltıcılığıyla dönmüyor veya ters dönüyor görünüyorsa, yâni hakikat tersine inkılâb ediyorsa, yaşadığımız şehir de, yaşanan süratli yok oluş karşısında gözümüzün görme hassasının yanıltıcılığıyla sanki hâlâ varmış gibi görünüyor. 

Adına Kentsel dönüşüm denilen yıkım projesiyle topraklarımıza adeta bir mızrak gibi saplanan “bize ait olmayan” şehir ucube ve garabetleri varlığımızı öylesine çevreledi ki, bunun bir istilâ olduğunu da göremiyoruz ve istilâ altındaki büyük ykımı imar, inşa ve ihya zannediyoruz. Toz-toprak karmaşası, koparılan gürültüler insanımızın gözünü kör, kulağını sağır etti. Rezidans, gökdelen, AVM, iş kuleleri, güvenlikli siteler ‘bize ait’ şehrin –insana ve topluma dair hastalıklı değişme ve dönüşmelerin bir neticesi olarak- yok oluşunu küstahça haykırıyor!

Hepimiz yaşadığımız şehirde birer Afrika’lı Unkama’yız. Bir aylığına ayrılıp döndüğümüz şehrimizi tanıyamıyoruz. Şehri bıraktığımız haliyle bulamıyor, yabancı bir şehre gelmiş gibi oluyoruz.

İster abartılı deyin, ister gerçek… Bu korkunç trajediyi iliklerimize kadar hissediyoruz! Fakat kuşatma altında olduğumuzdan bu hali itiraf edemiyoruz veya bu yıkımdan medet umar hale geldik.

İnsan olduğumuzu, bu şehirde yaşadığımızı, bize ait bir tarihimiz olduğunu bize hatırlatan mekânlar, alanlar, coğrafyamızın tabii hali yok edildi ve ediliyor.

İnsana “emanet edilen” şehre ihanet eden hainlerin nesnesi haline geldik! Gafil veya hain fark etmiyor. Sonuçta şehrimiz, şehirlerimizde bize dair şeyler talan ediliyor, yok ediliyor!

Hem de sureti “yerli”, ruhu “yabancı” istilâcılar eliyle!

Tarih, medeniyet, şehir, mimari, kültür, ahlâk… Bu istilâcıların zihniyet metabolizmalarının kolayca sindirip, eritip yok ettiği garnitür malzemeleri !

Elveda şehir!
Elveda tarih!
Elveda hâtıralar!

Çünkü Afrika’lı Unkama şehrine döndü ama şehrini, sokaklarını, evlerini, insanlarını tanıyamadı, bıraktıklarını bulamadı. “Bunlar nerede, buralara ne oldu?” diye sorduğu herkes de “o bir masaldı” cevabını vermişti. Bizim trajedimiz şurada ki; biz şehrimize dönemiyoruz! Şehrimizi bize, bizi şehrimize yabancılaştırdılar!  

Ne yazık ki bizim bir masalımız bile olmayacak!

Cansever’in hatırlattığı Afrika’lı Unkama masalı bize gene Cansever’in aynı yazısında bahsettiği Üstad Necip Fazıl’ın “Dünyanın en güzel hikâyesi” dediği bir hadiseyi hatırlattı.
Birinci Dünya Harbi yıllarında bir süvari zabitinin Anadolu’da askerlik yaparken sık sık gittiği at yetiştiriciliğiyle meşhur bir köye, askerliğinden yıllar sonra merak edip gittiğinde, tek tek eskiden tanıdığı şahısları ve meşhur atları sorduğunda yaşlı bir zattan “yok, gitti, öldü!”, cevabını alıyor ve kahroluyor!  Ona bu cevapları veren zât son olarak diyor ki; “Senin anlayacağın, oğul, iyi insanlar, iyi atlara bindiler, gittiler!”

Cansever de teessürünü “bütün bir şehir, medeniyeti, zarafeti kuşanmış insanlarıyla beraber kayboldu” diyerek ifade ediyordu.

Üstad Necip Fazıl, “Ata Senfoni”nin sonunda anlattığı hikâyenin bitiminde “Bizse bu misali tersinden hayal etmeye meyilliyiz. Şöyle, ne kadar fikrî, bediî, içtimaî, idarî hasretimiz varsa, hepsinin birden yollarını kavuşturan meydanda durup kulağımızı nal seslerine vermek ve sonunda, sökün etmekteki ‘safkan’ları görünce nârayı basmak:

-İyi insanlar, iyi atlara bindiler, geldiler!”

Sebepler âleminde henüz işaret yok ama “her zevalin bir kemali vardır” ölçüsüyle artık şehir katliamları nihai noktasına ulaşmıştır, diye ümit ederek tarih ve medeniyet idrakiyle kendi şehrine dönen insanlara yol açılsın diye dua edelim!

Gelir mi dersiniz?

Ümitsiz değiliz!
  
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder