Yahya
Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
İtalyan
felsefeci G. Agamben “Batının siyasal
modeli şehir değil toplama kampıdır, Atina değil Auscwitz’dir” diyor. Bu cümle, Batı siyaset
felsefesinin genetik fotoğrafına dair bir çerçeve ve muhtevaya işaret ediyor.
Daha çok da zihnimizde bizim şehirlerimize dair çağrışımlar yapıyor. Bu tespiti
siyasi modelden ülkemizdeki şehirleşmeye (daha doğrusu yığılmaya/toplamaya) indirgediğimizde
karşılaşacağımız şey; şehirlerimizi kadîm dünya görüşü ve medeniyet havzasından
kopardığımız zamanlardan bu yana, artık şehirden bahsetsek de, zihnimizde şehri
değil toplama kampı’nı tasavvur ediyor oluşumuzdur. Çünkü ortada
zihnimize düşüreceğimiz bir şehir imajı dahi yok.
Bize mahsus modern zaman şehirlerini tanımlayıcı, en kapsamlı tabir
herhalde “toplama kampı” olsa gerektir. Şehirlerimizin toplama kampına
dönüşmesiyle birlikte, şehir insanı da istif edilebilen, tartılıp ölçülebilen,
sayılıp paketlenebilen yığınlar haline geldi.
Şehirle
toplama kampı arasındaki en önemli fark; insanın, toplama kampında iradesi
elinden alınmış bir mahkûm, şehirde ise irade gösterebilen bir varlık
olmasıdır. Ancak, günümüz şehirlerinde yaşayan insan için bunu söyleyebilmek dahi
zor.
Şehirle toplama kampı arasındaki en önemli fark; insanın, toplama
kampında iradesi elinden alınmış bir mahkûm, şehirde ise irade gösterebilen bir
varlık olmasıdır. Ancak, günümüz şehirlerinde yaşayan insan için bunu söyleyebilmek
dahi zor.
Biraz
geriye giderek bakacak olursak…
Tanzimat'la
yaşanan büyük zihniyet kırılması şehirlerimize de sirayet etmiş ve yaklaşık iki
yüz yıldır bozula bozula kendini kaybetmiş, başkasına da bütünüyle dönüşememiş
şehirlerimizi bugünkü kaosa sürüklemiştir.
Tanzimat-Meşrutiyet-Cumhuriyet devirleri boyunca süren şehir
yabancılaşması/şahsiyetsizliği, Cumhuriyet döneminde önce kendini inkârla işe
başlayıp imha harekâtına girişti. Sonra, gelen iktidarların gaflet ve ihmalleriyle,
en son da TOKİ ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve yerel Yönetimlerin
işbirliğiyle başlatılan “kentsel dönüşüm” kasırgasından bütün şehirlerimiz
nasibini aldı.
Özellikle
son dönemde devlet imkânlarının kendisine âmâde ve emanet edildiği TOKİ'nin,
estirdiği ‘toplu konut kasırgası’yla şehirlerimizin zaten bozulmuş olan genetik
ve dokusunu ne hale getirdiğini, ıslah yerine “ihya iddialı” nasıl bir “imha
harekâtı”na maruz bıraktığını dehşetle görüyoruz. Bu imhanın sonunda tutsak
edilen, iradesi ‘yok sayılan’ bir nesne olarak topluca toplama kamplarına
sürükleniyoruz.
Eski
deyimle sadece “sahib-i nazar” olanların görebileceği bu şehir katliamlarıyla
yaşadığımız mekânlar o hale getirildi ki, artık iradesi elinden alınmış bir
mahkûm gibi iyi inşa edilmiş, adeta bir nükleer depoya dönüştürülmüş,
güvenlikli ve akıllı toplama kamplarında “hayat
denilen zan”la yaşıyoruz.
Bir süre
önce “şehrin bozulan kimyası”na dair şöyle yazmıştım: “Yaşadığımız hayatın tecelli zemini olan şehir
‘yaşamamız gereken şehir midir, yoksa bizim yaşamaya mahkûm olduğumuz bir
yer-mekân mıdır?’ Modern zamanların
getirdiği büyük şehir kaoslarına rağmen yaşamaya devam etmek zorunda olduğumuza
göre, ‘mahkûm’lar olarak bu tip şehirlerde adeta bir ‘toplama kampı’ndayız. Yaşama
irademiz elimizde değil. O derece kuşatılmışız ki rüya ve hayallerimize bile el
konulmuş.”
“Bir arada
yaşama”yı ölçülendirmiş, yeryüzünün ilk şehrini kurmuş, medeniyetten şehir,
şehirden medeniyet çıkarmış bir dünyanın insanları olarak, tarihî birikim ve
tecrübemize ihanet edercesine şehirden ve hayattan kaçıyoruz. Giderek
hayatı atomizeleştirerek birbirimize yabancılaştık, böylece komşuluk duygusunu
kaybettik.
Şehirlerimizi
dönüştürdükçe, daha doğrusu ifsat ettikçe, şehirlerimizden uzaklaşıp toplama
kamplarından nasibimizi aldık. Sahibi olduğumuz şehirleri terkettik, icad
edilmiş bir rıza ile toplama kamplarına hapsolduk. Bu hayat(sızlığ)ı ister hale
geldik. Böylece kendimizi kaybederek
“kim olduğumuz”a dair soru bile soramadık, “nereden geldiğimizi” de
unuttuk.
Kapılarını
bize açan şehirlerimize yüzümüzü çevirir olduk. Toplama kamplarına alışıp
kanıksadıkça şehirlerden korktuk, ürkütücü gelmeye başladı. Çünkü onlara
yabancılaştık, onları tanıyamaz hale geldik.
Şehirlerimizde
artık insan-şehir münasebetinin sıcaklığı, kalbîliği yok. Yaşama alanlarını
dışardan yalıtarak bir toplama kampına dönüştüren toplu siteler, hayatımızın
vazgeçilmez bir parçası oldu. Toplama kampında kendimizi şehirde zannediyoruz.
Bu toplanma kamplarında kendimize ait olmayan bir hayatı yaşıyor, başkalarının
hayatlarına şartlanıyoruz.
Trajedi o kadar korkunç ki, toplama
kampında olduğumuzu bile hissedemiyoruz. Kamptaki mahkûmların sabah erken
kaldırılıp mecburi işe gönderilmesi gibi, bitkin ve huzursuz çehrelerle nereye
gittiğimizi bilmeden, nereye şartlandırılmışsak oralara doğru yürüyoruz. Akşam
da aynı şekilde “sayım ve istif” için kampa dönüyoruz.
Sadece şehrin hakikatini değil buna dair
tasavvur, duyuş ve anlayışı da kaybettik.
Bizde “fetih ve şehir” kavram olmanın ötesinde birbirinden ayrılmaz değerlerdi.
Fetih yani ‘kapıları açmak’. Şehrin kapılarını yürekle açmak. Bir zamanlar
şehrin anlamı, bize kapılarını yürekleriyle birlikte açanlarla yükselirdi. Bize bundan ne kaldı? Hiçbir şey!
Toplama kamplarından çıkmadığımız
müddetçe yaptığımız tek şey hapishanemizi/hücremizi süslemekten ibaret olacak.
Her bir adım bizi daha çok köle haline getirecek.
Temel soru da şu: Bu toplama kamplarından
nasıl çıkacağız? Kendi şehrimizi nasıl kuracağız? Kendi şehrimize nasıl
kavuşacağız?
Bakalım, “Bizim şehir tasavvurumuz, aynı zamanda
medeniyet tasavvurumuzdur. Şehir mirasımız, aynı zamanda medeniyet
birikimimizdir” diyen Davutoğlu’nun Başbakanlığındaki icra heyeti,
şehirlerimizi bu ‘ifsat ve ilhad’dan çekip çıkarabilecek, bu “büyük iddia”yı
sorumluluğa taşıyabilecek ve harekete geçebilecek mi?
Yoksa 62.
Hükümet Programındaki “Yaşanabilir Mekânlar ve Çevre” başlığı altındaki şu
ifadeler, hâlâ Kentsel Dönüşüm ve TOKİ uygulamalarının devam edeceğini mi gösteriyor:” Şehirlerimizi güzelleştirmek ve gecekondu
bölgelerini ıslah etmek için kentsel dönüşüm projelerini hayata geçirdik.
Kentsel dönüşümle, yapı stokumuzun yenilenmesi sağlanırken her türlü afete
karşı dayanıklı yaşam alanları geliştirdik… TOKİ ve yerel yönetimlerle müştereken,
2003-2014 döneminde, 90.653 konutluk gecekondu dönüşüm ve kentsel yenileme
uygulaması başlattık.”
TOKİ’nin
şehir ifsatları ortada iken “devlette
devamlılık esastır” kavlince kentsel dönüşüme “devam” işareti veren bu
ifadelerden endişe duyuyoruz. Hükümet Programındaki bu satırlardan sonra Çevre
ve Şehircilik Bakanlığı ile TOKİ ve yerel yönetimleri ıslah edebilecek ve
bahsedilen “şehir ve medeniyet tasavvuru”nu idrak ettirebilecek mi?
Çok zor
görünüyor. Çünkü bunun için yeni bir “okuma biçimi”, idraklerin iltihaplardan
temizlenmesi ve arazi-emlak-rant
mafyalarıyla hesaplaşma iradesi gerekiyor!
Bu, büyük
ârif Yunus Emre’nin “zehirle pişmiş aşı
yemek” dediği büyük misyona talip olmak demektir!
Olması
gereken de budur!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder