Yahya Düzenli
Başlık, geçtiğimiz yüzyılın önemli
edebiyatçılarından Stefan Zweig'e ait. Gezip gördüğü yerleri “İnsanlar, Kentler,
Kitaplar” alt başlığıyla anlattığı “Buluşmalar” kitabında Belçika’nın, I. Dünya Savaşı'nda tahrip olmuş Ypern şehrine
“geçmişi hüzünlü” der ve Ypern’i
“yüreği koparılmış kent” şeklinde tanımlar.
Zweig’in yüreği
koparılmış şehrini daha iyi anlamak için parantez açıp birkaç soru
soralım:
Bir şehrin yüreği olur mu?
Bir şehrin yüreği neresidir?
Yüreksiz şehir nasıl olur?
Yürek, eski Türkçe’de “kalp” demek. Kelime olarak
bile derin bir etkiye, ihtizaza sahip. Yürekli insan ne ise, yürekli
şehir de o. Aynı şekilde yüreği koparılmış insan ne ise yüreği
koparılmış şehir de o.
Yürek ruhun, imanın, vicdanın, aşkın, şuurun,
kemalin…. İnsana dair her şeyin irade ve karar mahalli, merkezi.
Ehl-i tahkike göre yürek “bütün kuvvetlerin,
hislerin mebdei” denilen organ. Sadece kan dolaşımını sağlayan et
parçası değil. Ruhun dolaşımının da merkezi. Ehl-i marifet “bedendeki kalbin misali, havadaki kandilin misali gibidir. Kalpte
bulunan dille ifade edilir” der.
Şehir de bu yürekliliğin dile gelişidir.
Şehirler, içinde barındırdıkları, kendisine ruh
üfüren mekânlarla öne çıkarlar, bir diğerinden ayrılırlar. Bakın Mekke’ye,
Medine’ye, Kudüs’e, Bağdat’a, Şam’a, Kurtuba’ya, Buhara’ya, Semerkand’a;
İstanbul’a, Konya’ya, Amasya’ya, Trabzon’a ve daha birçok kadim şehre… Onların
yüreğini göreceksiniz. Yürekleri sizi kendine çekecek.
Kadîm şehirlerimizde şehrin yüreği niteliğinde
mekânlar vardı. Onlar şehrin ruh dolaşımını
sağlarlardı. Şehir onlarla hayat bulurdu.
Her biri döneminin kemale ulaşmış mimarî üslubunu
yansıtan eserlerden Peygamber makamları, velîler ve âriflerin kabirleri şehre
“öte”lerden ruh üfleyen tarihî mekânlardı. Ayrıca camiler, medreseler,
kervansaraylar, çarşılar, bedestenler, saraylar; ilim, kültür ve sanat eserleri
şehrin yüreğinden taşan parçalardı. Şehre bu mekânlardan bakılır, şehir bu
mekânlardan ses verir. Çünkü, şehre can veren bu yapıların maddî varlık ve
tasavvurdan öte, mekân olmayı aşan bir manası vardır. Bu mekânlar, temsil ve
ihtar ettikleri manalarla insana fena içinde bekâyı hatırlatırlar.
Ölümü hatırlatan her şeyi hayatın dışına
çıkaran modern zaman şehirlerinde, her ölümde ‘şok’ yaşanmasına rağmen; hayatla
ölümün iç içe olduğu gerçeğini her an hissettirip ‘öte’ye yol gösteren bir
mekan olarak sergilenen mezarlıklar da, tezyin edilmiş bir dekor şekline
büründürülerek fonksiyon kaybına uğratılmış; bu fonksiyonları onlardan
çalınmıştır.
Modern dünyanın şehirlerinde maalesef yürek yok. Yürek yerine aynı fabrikadan
çıkmışçasına ortalığa saçılmış AVM’ler, rezidans’lar, iş kuleleri, gökdelenler,
güvenlikli siteler var. Beton nekropollere dönüşen şehirlerin yüreği olmaz!
Çünkü makineleşmeye bağlı, fabrikasyon üretimi hazır beton nekropollerine dönüşen şehirlerde yüreğe ve
ruhaniliğe yer olmaz.
Üstad Necip Fazıl’ın;
“Nur yolunu
tıkıyor yüzbir katlı gökdelen.
Bir küçük iğne yok mu, şehrin kalbini delen?” dediği hal bu olsa gerek.
Bir küçük iğne yok mu, şehrin kalbini delen?” dediği hal bu olsa gerek.
Antik nekropoller, “yüreği
koparılmış şehirden geriye kalan benim” dercesine adeta modern zaman şehirlerinde dile geliyor ama
dinleyen, anlayan yok. Herhalde günümüzün yüreksiz şehirleri de geleceğe şöyle
seslenecek: “Yüreği koparılmış şehrin
akıbeti işte benim yaşadığım bu haldir!”
Gene de anlaşılamayacak, anlayamayacağız; çünkü
şehrin yüreği kopunca, insanın da yüreği koptu. Bu kopuşla birlikte tarihten,
coğrafyadan ve şehirlerimizden de koptuk.
Bu kopuştan sonra geçmişin o yürekli şehirlerinden
geriye bize ne kaldıysa, onu da modern zamanların donuk ve ruhsuz müze
malzemeleri haline getirerek metalaştırdık.
Şimdi soralım: Hangi şehrimizin ruhu kaldı ki yüreği
olsun?
Bu cümle –yüreği
koparılmış şehir- artık “şehir olmayan” şehirlerimizin halini ve akıbetini
anlatmada başka bir cümleye ihtiyaç hissettirmeyecek derinlikte, şehirlerimizin
trajedisini ifade eden muhteşem bir cümle. Cümlenin korkunçluğu çağrışımından
geliyor. Yürek atışlarının durması değil, yüreğin koparılmasıdır trajik olan.
Tekrar Zweig’e dönecek olursak…
Zweig, “Yüreksiz Kent” olarak nitelediği Ypern’e
doğru yol alırken gördüklerini şöyle resmediyor: “Hızla yola devam ediyorum,
Ypern’e doğru. Yolun sağında-solunda biçilmeyi bekleyen buğday tarlaları.
Hissediyor insan, doğada her şey ölülerden yaşıyor. Hasta ormanlar da
görüyorum, yaprakları hasta, zehirden sarımsı, dallarını yardım çığlığı atar
gibi gençlere uzatıyorlar. Sağda solda ikide bir mezarlıklar uzanıyor. Dört
yıllık savaş burada hâlâ yakın. Putlar, putlar, putlar, taş putlardan ordular,
tertemiz, pırıl pırıl, güllerle süslü her taşın altında bir insanın yattığını
düşünmek ürpertici. O yılların çılgınlığı olmasaydı bugün kırk-elli yaşında
olacak, yaşamın ortasında yetişkin, sağlıklı ve dinç duracaklardı. Kafasında
böyle düşünceler olmasaydı, bomboş topraklarda uzanan, Avustralya, Kanada,
Belçika, Fransa ve İngiltere insanlarının taştan ölüler ormancığı hoşa bile
gidebilirdi.”
Tekrar soralım: Yüreği koparılmış şehir nasıl bir
yerdir? Veya şehrin yüreksiz kalması nasıl bir şeydir?
Kadavraya ‘insan’ denilebiliyorsa kalbi sökülmüş bir
şehre de “şehir” denilebilir.
Şehrin yüreksiz olmasının belirtisi nedir?
Ypern’in merkezinde her şey eskisi gibi durmasına
rağmen büyük kent toplantı salonu yoktur. (Zweig’in benzetmesiyle) “kent
evlerinin bir zamanlar tavuğun yanından ayrılmayan civcivler gibi çevresini
sardığı yapı” yok edilmişti. Yâni şehrin kalbi sökülmüştü. Şehre can veren,
şehrin sembolü olan yapının yerinde “hastalıklı dişleri andıran birkaç kara
ve kırık taş sütun” duruyordu.
Yaşadığınız şehre uzaktan bir bakın. Zweig’ın “taştan ölüler ormancığı” dediği bir
beton ormanından farkını görebilecek misiniz? Veya toplu mezarlıklardan bir
farkı var mı?
Sun’i yüreklerle şehirler yaşayamıyor. Hızla ölüme
doğru koşuyor.
Biz de yüreksiz şehirlerde kitleler halinde ölümü
bekleyen cüzzamlılar gibi mazoşist bir zevk ile kıvranarak vademizin dolmasını
bekliyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder