Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
Şehirlerimizin nasıl köklerine
yabancılaştırıldığı ve orijinalliklerinin giderek nasıl imha edildiğine şahit
arıyorsanız sokakları gösterebilirsiniz. Tabii kaldıysa. Artık sokak diye
insanî bir şehir mekânı yok. Rezidans, yap-sat apartman, güvenlikli site, AVM,
iş kuleleri ve gökdelenlerin istilâ ettiği modern zaman şehirlerinde ‘ev’
kalmadığı için kadîm şehirlerimizin bir gerçeği olan sokak da tarihe hapsoldu.
Önce şehri, sonra mahalleyi, daha sonra
evi, caddeyi ve sokağı kaybettik. Daha doğrusu bunlar zamanla katledildi. Sinsice
şehre şehre sokulan yukarıdaki virüslerle
şehrin bünyesi enfekte oldu, enfeksiyon giderek yayıldı ve organizmayı
çökertti. Bugün kendine ait olmayan protez organlardan ibaret toplama
yığınların bütününe şehir denilmeye başlandı. Öyle ki canlı bir organizmadaki
kılcal damarlar şeklinde bütün bir şehri saran, şehre nefes veren sokaklarımızı
artık hatırlayamayacağız bile. Her şehrin topoğrafyasına uygun olarak suyun
yatağında akışı gibi kıvrılan sokaklarımız artık yok.
Osmanlı’nın hakim olduğu coğrafyalarda
(özellikle Balkanlarda) katliamlara ve zamanın tahribatına rağmen bugün bile
varlığını hâlâ sürdüren şehirlerin sokaklarında yürüdüğünüzde insanı huşuya,
huzura davet eden havayı teneffüs edebilirsiniz.
Modern zaman şehirlerinin kaosundan,
kasvetinden kaçıp eski şehirlerin nostaljisine mi sığınıyoruz? Hayır! Sadece
yeni zaman ve mekân şartlarında sürdürülmesi gereken geleneğe ve “şehrin
ruhu”nu kaybetmemesi gerektiğine işaret ediyoruz.
Değişmek, yok olmak değil var olmaya
devam etmek demektir. Oysa değişen değil yok olan bir şehir vakıası var:
Mahalle, ev, cadde ve sokaklarımız yok oldu.
Sokak şehrin iffetiydi; evlerin
şahsiyetini ortaya çıkaran, mahremiyetini koruyan bir uzvuydu; şehrin kalbine
doğru kıvrılarak, insanları şehrin merkezine yönlendirirdi. İnsanlar da “kalbi
olan” bir şehirde yaşadıklarını hissederlerdi. “Şehirli” olmak için epeyce
sokak adımlamak, sokağın iffetine bürünmek gerekirdi.
Sokağı kaybetmekle şehri ve insanı
kaybettik.
Şehrin organizması değişince protez
organlar takılmaya başladı. Böylece eski şehrin sokakları hayattan çekilir
oldu.
Şimdi mahallemiz, evimiz, sokağımız yok.
Dolayısıyla ‘şehirli’ kimliğimiz de yok. Kozmopolit bir metropolün şahsiyetsiz
bulvarları, gökdelenleri, vs. var.
Rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever,
“insan ölçekli” Osmanlı şehrinden tümör
kayalıklarına dönüşen kaotik şehirlerimizdeki faciaya dikkat çekiyor:
“Böyle eline cetvel alıp,
Osmanlı'nın insan ölçeğindeki sokaklarını
kargacık burgacık diye tarif eden kişiler, onların üzerine çizgi çizip, geniş
yollar yapıp, üzerinde arabaların hızla gittikleri, arabaların altlarında
çocukların ezildikleri, insanların arabaların dumanından kanser oldukları,
annelerin çocuklarını sokağa çıkarmaktan korktukları bugünkü şehirleri imar
ettiler.”
Üstad Necip Fazıl da 41 yıl önce
“Dünyamızdan Çizgiler” (Ev ve Sokak) başlığıyla yazdığı bir yazıda bugünlere,
evimizin, sokağımızın hazin geleceğine işaret ediyordu:
“Bugünün
apartman denilen sefertası biçiminde evleri, her birinin nefes kokusunu duyacak
kadar insanları burun buruna getirmekle, aşırı yakınlık yüzünden öyle bir
uzaklık doğurmuştur ki, Avrupalı bir muharririn de dikkat ettiği gibi, komşuluk
denilen aziz mânayı tam kökünden kurutmuştur. Bugün apartman isimli mahkûm hücrelerinde insanlar,
birbirlerinin gözü önünde birbirlerine yabancı kalmanın felâketini
misallendirmişler, mıncık mıncık bir arada yoğurulurken birbirlerinden bütün
bütüne kopmuşlardır.
İşte
belli başlı bir madde mesafe ayarıyla ve karşılıklı huzur ve mahremiyet şartlarıyla
gerçekleşmesi kabil komşuluk keyfiyetinin, o mânaya denk olmayan bir sıkışıklık
içinde güme gidişinden ve İslâm ruhunun unutuluşundan ileri gelme bir hal!
Bugünün
şehir sokağı, birbirini iten, kakan, ezen, sıkıştıran, her biri yalnız kendi
nefsaniyetine yol açmaya çalışan ve ona engel gibi gördüğü insanları çiğneyen
savuran kalabalıklar kanalizasyonu… Köy sokakları da, her şeyden önce toprağa
ve alın terine küsmüş, kahve, köşelerinde şehre yeni bir baskın plânlamakla
meşgul köylülerin arada bir ölgün ve bezgin hayaletlerini sürüklediği bomboş
geçitler…
Ve
dünyamızda sokak, ister şehirlerdeki çapulcu kalabalığı ve ister köylerdeki
acıklı tenhalığıyla, olanca aşk ve mânevi dayanağını kaybetmiş bir toplumun
kötü oluş veya hiç olamayış halinden mecralar…”
Üstad bunları yazarken henüz şehir
tahribatlarının bütünüyle katliama dönüşmediği yıllardı. Ortada ev ve sokak
diyebileceğimiz, bahsettiği sebeplerden dolayı kasvete bürünmüş mekânlar vardı.
Islahı mümkün olabilecek şehrin mekânları öyle bir imha edildi ki artık gelecek
nesiller, ev ve sokak diye bir şeyi ancak masallarda bulabilecek. Tabii masallar
konu edinirse!
Sokaklarımız, kendilerini manalı kılan
ve kendilerinin de mana kattığı ‘ev’lerle birlikte kentsel dönüşüm kasırgasıyla iş
makinalarının paletlerinde artık bir daha kavuşamayacak şekilde lif lif
doğrandı.
İstilâcılar, hızla şehre saldırıyor! Evimiz
haramilerce talan edildi! Sığınacağımız son şehir kalesi olarak “sokak da
düştü!”
Kaldırımlar şiirindeki bir mısraında “Erimiş ruhlarımız bir derdin potasında” diye
seslenen Üstad’ın idrak ve tahassüsünü anlayabilseydik sokağı da kaldırımları
da anlayabilirdik:
“Uzanıverse
gövdem, taşlara boydan boya;
Alsa buz
gibi taşlar alnımdan bu ateşi.
Dalıp,
sokaklar kadar esrarlı bir uykuya,
Ölse,
kaldırımların kara sevdalı eşi...
……….
Başını bir gayeye satmış bir kahraman gibi,
Etinle, kemiğinle, sokakların malısın!
Kurulup şiltesine bir tahtaravan gibi,
Sonsuz mesafelerin üstünden aşmalısın!”
Etinle, kemiğinle, sokakların malısın!
Kurulup şiltesine bir tahtaravan gibi,
Sonsuz mesafelerin üstünden aşmalısın!”
Demek ki, Üstad Necip Fazıl’ın insanı
saran, büyüleyen Kaldırımlar şiirinden
tüten, çoktandır kaybettiğimiz mânâyı artık bir daha hissedemeyeceğiz!
Kalbi olanlar müstesna!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder