27 Kasım 2014 Perşembe

BİR MEKÂN OKUMASI OLARAK “YENİ TÜRKİYE”NİN “AK SARAY”I…

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Tartışmaların sıkça bağlamından koptuğu, kopunca da “neyin niçin tartışıldığı” anlaşılamayan tuhaf bir siyasî gündemimiz var. Türkiye gibi yağmurun yağışında bile siyasî bir sebep arayan siyasetçi ve medya yorumcularının mebzûl miktarda bulunduğu bir ülkede neyi tartışırsanız tartışın, tartışılan şeyden uzaklaşıyor, sonuçta anlamsız bir finalle “neyi niçin taştıştığınız”ın hesabını veremiyorsunuz. Belki de bütün bu tartışmalar, tartışılan konuları anlamsızlaştırmak içindir, kim bilir?

Böyle bir genellemeyi niçin yaptık?

Son haftaların en popüler konusu haline gelen Ak Saray veya nâm-ı diğer Cumhurbaşkanlığı Sarayı tartışmalarına baktığımızda körün fil tarifine benzer bir tartışma zemini görüyoruz. Kim hangi yanıyla ele alıyorsa, peşin hükmüne uygun bir sonuca varıyor.

Önce İktidar partisinin adına izafeten “Ak Saray”, bugünlerde ise “Cumhurbaşkanlığı Sarayı” olarak adlandırılan yapının, resmî söylemlerde “Cumhurbaşkanlığı”, siyasî söylemlerde ise “Ak Saray” şeklinde yerleşeceği anlaşılıyor. Halen üzerinde yoğun spekülâsyonların yapıldığı Saray’ın gerekli olup olmadığından maliyetine; inşa edildiği Atatürk Orman Çiftliği arazisinin statüsünden mimarîsine kadar birçok yorum yapıldı, yapılıyor. İsminden yola çıkılarak yorumlar daha da çeşitlendirilip çeşnilendirilerek ABD Beyaz Sarayı’yla, Timur’un Semerkand’daki Ak Saray’ıyla ilişkilendirilmiştir.

İşin bu tarafı bir toz bulutu yoğunlaşması gibi önümüzü görmemizi engelleyeceğinden, daha anlaşılır kılınmasına yardımcı olmak için konuyu  tarihî bağlamda ele almayı daha yararlı görüyorum. Ki, asıl değinilmesi gereken husus da budur. Osmanlı’nın ihtişam devri olan XV. Yüzyılda (1478) Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan Topkapı ve XIX. Yüzyılda (1856) Sultan Abdulmecit tarafından yaptırılan Dolmabahçe sarayları üzerinden bir okumanın uygun olacağını düşünüyoruz. Semboller üzerinden bir okumanın bazı zihniyet kodlarını ele vereceğini biliyoruz.

Çünkü Topkapı şahsiyet ve yükselme devrinin, Dolmabahçe çözülme ve yabancılaşma devrinin ürünü olup, dönemlerinin devlet idaresi “konsept”lerinin mekâna yansıması olarak inşa edilmiştir.

Necip Fazıl’ın “içine kapanık, sağır, derinliğine manalı ve en asîl vakar çizgileriyle mühürlü şahsiyet âbidesi” dediği Topkapı Sarayı’na mukabil Dolmabahçe; “inhitat tarihimizin İstanbul ve şehir kadrosunda en parlak tezahürüdür. Kışır üstü Avrupalılaşma fekaletinin ilk eseri..” olarak halen fiziki varlığıyla İstanbul’un antik eşya stokunda bulunuyor.

Peki XXI. Yüzyılın Türkiye’sinde, 2023 hedeflerinden bahseden Ak Parti’nin Yeni Türkiye’sinin ilk ve en önemli sembollerinden olan Ak Saray neyi temsil etmekte, hangi mesajı vermektedir? Veya gerçekten bu mekân üzerinden bir mesaj verilmek istenmekte midir?

Kimi ağızlarca burasının devletin prestijini, itibarını artırıcı bir mekân olarak yapıldığının söylenmesi, hâlâ “Dolmabahçe dönemi” kompleksleriyle malûl bir bilinçaltının kendisini eklektik bir kamu binasıyla ortaya koyma çabası mıdır?

Öyle anlaşılıyor ki, uzun süredir düşük yoğunluklu olarak zaman zaman gündeme gelen Başkanlık Sistemi tartışmaları önümüzdeki dönemde de sürecek ve yapılan Ak Saray’ın Yeni Türkiye’nin Başkanlık Sarayı olarak hazırlandığı söylenecektir.

Ancak, şehir ve mimarîde dudak tiryakiliğini aşamamış Osmanlı ve Selçuklu söylemlerini sık sık müşahede ettiğimiz iktidarın, ne yazık ki Yeni Türkiye’nin sembol kamu binasında mimarîde tarihsel sürekliliği devam ettirici bir üslûba, muhtevaya ve bakış açısına sahip olmadığı anlaşılıyor. Eğer olsaydı, 12 yıllık tek parti iktidarının imkân ve fırsatları TOKİ eliyle heder edilmez ve Türkiye yeni yüzyılda şehir ve mimarîde örnek bir model ortaya koyabilirdi. Bu konuda samimi ve şuurlu bir niyetin olmadığının bir karinesi rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever’in ortaya koyduğu mimarî eserler, yapılar ve kitapları maalesef göz ardı edilmiş, bu büyük hazineden yararlanılmamış olmasıdır.

Söylemlerinde –vurgulu biçiminde- sürekli tarih ve coğrafyanın yüklediği sorumluluklara gönderme yapan, tarihî mimarîden söz eden iktidarın, mimarî tasarım olarak Ak Saray konusunda tarihî sürekliliğini ima eden bir çizgi izlediği söylenebilir mi? Hayır! Çünkü ne bu yönde bir hazırlığı, ne de kendi tarihî şehir birikiminin genetiği üzerinde kafa yoran kadroları var.

Biraz geriye gidelim…

Tanzimatla başlayan tarihî kırılma ve yabancılaşma şehir ve mimarîde Batının barok ve rokoko üslubuyla kendini gösteriyordu. Osmanlı’nın son döneminde arabesk bir biçimde kopyalanan (batının bile içselleştirmediği) bu tarz, Cumhuriyetin erken dönemlerinde batılı mimarların İstanbul ve Ankara’yı adeta bir mimarî lâboratuvar olarak kullanmalarıyla birlikte yerini başka arayışlara, daha doğrusu eklektik kopyalamaya bıraktı.

Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti, yeni bir şehir ve mimari felsefesi ortaya koyamadı. İlginçtir ki; bugünküne benzer şekilde, Erken cumhuriyet döneminde de Yeni Türkiye söyleminin sık sık kullanıldığını görüyoruz.

Ak Saray vesilesiyle söyleyelim ki, özellikle kamu binaları konusunda tarihî şehir ve mimarî birikimimize rağmen bu birikimi irdeleyen, araştıran, yeni üslup geliştiren bir arayış göremiyoruz. Halbuki sadece son dönemde Turgut Cansever’in teklif ve uyarıları bile Yeni Türkiye’nin sembol kamu binalarında bir başlangıç olabilirdi. Ancak sağlığındaki görmezlik tavrı, vefatından sonra da eserlerini görmezlik olarak devam etti/ediyor.

Bu vahim görememe zaafını Ak Parti adına bir talihsizlik olarak not etmek gerekiyor.

Yeni Türkiye vurgularına rağmen, Ak Saray yeni bir mimari üsluba sahip değildir. Bu toprakların tarihinden gelen bir aşıyı göremediğimiz için bir Osmanlı tarzı değildir, bir Selçuklu tarzı da yoktur. Dolayısıyla bu yapı da her ne kadar nesne olarak yeni olsa da fikir olarak muhtevasız, mimarîde üslupsuz Türkiye’nin yansıması, söylemden öteye geçmeyen bir iddia, özetle büyük bir heyuladır.

Ak Saray’ın Selçuklu "saraylarıyla" mukayese edilmesi ve onlara benzetilmesi bir garabettir. Geç dönem bir kamu binası, tarihte mukayese edilecek “örneği bulunmayan” Selçuklu Sarayı’na benzetilmesi “ancak tahsil ile olur bu kadar cehalet” türünden bir tarihe yabancılıktır. 

Selçuklu'da saray diye bir mekânın olmadığını gerek Selçuklu kronikleri gerekse de Selçuklu’yu konu edinen kültür tarihçileri ifade etmektedirler. Bunun temel sebebi; Asya steplerinden kitleler halinde kopup gelen Türk toplulukları ilk defa yerleşik düzene geçtikleri bir dönemde saray diye bir kamu binasına ihtiyaç duymamışlardır. Selçuklu’da saraylar değil, kervansaraylar öne çıkmaktadır ve kervansaraylar da devlet işlerinin görüldüğü, yabancı heyetlerin ağırlandığı, hakan veya padişahlara mahsus kamu binaları değil, adından da anlaşılacağı üzere yolcuların konaklamaları için yol güzergâhlarında inşa edilmiş sosyal kurumlardır.

Tarihî gerçeklik ortaya koyuyor ki; büyük göç dalgalarının yaşandığı, Moğol ve Haçlı baskılarının yoğun olduğu bir dönemde şehirleşmeden ne kadar bahsedilebilirse saraylardan da o kadar bahsedilebilir. Ak Saray’ı Selçuklu tarzı diye pazarlayanların “Selçuklu tarzı”ndan anladıkları; Günümüze kadar gelebilmiş Selçuklu yapılarındaki (kümbet, mescit, kervansaray, vs.) bazı geometrik motiflerin eklektik-arabesk yapılara yapıştırılması olsa gerektir.

Her ne kadar Cumhurbaşkanı Erdoğan tarihi mimarî geleneğinin bir uzantısı olarak inşa ettirmeyi amaçlasa da, projenin devâsalığına ve şaşaasına rağmen iddialı 2023 Türkiye’sine dair bir mimarî anlayışı ortaya konulamamış, eklektik bir yapı ortaya çıkmıştır. 

Şehir mekânlarının mimarî mukayeseleri mimarlık tarihinde önemli bir konudur. Gündeme hiç getirilmedi ama Ak Saray (Cumhurbaşkanlığı sarayı) ın bugün Ankara Ulus’ta bulunan Kurtuluş Savaşı Müzesi (Birinci TBMM binası)’nın büyük ölçekli bir kopyası olduğunu düşünüyorum. Önce 1915 yılında Enver Paşa’nın emriyle İttihat ve Terakki Fırkası’nın Ankara merkez binası olarak temelleri atılan, daha sonra ilk TBMM binasına dönüştürülen yapı ile Ak Saray’ı mukayese ettiğimizde, tarz olarak ilk TBMM’nin büyük ölçekli bir kopyası olduğunu söylemek çok da abartılı olmaz sanıyorum. Ak Saray’ı tasarlayan mimar/mimarlar böyle bir benzetme veya ilhamdan yola çıkarak mı Ak Saray’ı inşa etmişlerdir, bilemiyoruz. Ancak dikkatle bakıldığında çatıdan temellere kadar -fizikî görünümü biraz modernize ederek- böyle bir benzerliği ortaya koymaktadır. Acaba bu yapı birinci meclis ruhunun sirayet edeceği bir yapı olarak mı düşünülmüştür?

Bu iki yapıdan yola çıkarak şöyle bir benzerlik bulabiliriz: Birinci TBMM binası “Birinci milli mimarlık dönemi üslubu”nun yeni Cumhuriyet Türkiye’sinin ilk örneklerindendir. Ak Saray da 2023 Türkiye’sinin mimarî üslubunun örneği midir dersiniz? Yukarıda değindiğimiz gibi, keşke Turgut Cansever’in tarihî mimarînin günümüze yansımalarına ilişkin uyarılarına kulak verilse ve O’nun gösterdiği istikamette bir saray inşa edilseydi. Böyle bir yapı, oldukça iddialı “Yeni Türkiye” söylemlerine uygun düşebilecek bir dönemde, gerçeklik ötesi bir imaj olarak zihinlerde yer edebilirdi. Ancak Devletin şehir ve mimarî aygıtı TOKİ marifetiyle gerçekleştirdiği uygulamalar, Yeni Türkiye’nin bir mimarî perspektifi olmadığının da altını çiziyor.

Ak Saray konusunda öncelikle tartışılması gereken husus; maliyeti, büyüklüğü veya kaç odalı olduğu değil, tarihsel mimarî köklerinden beslenen yeni dallar halinde dünü bugüne taşıyan, bugünü yarına bağlayan bir mimarî vasfının olmamasıdır. Ak Saray, seçildiği yerin isabeti bir yana, Ankara’daki yüz yıllık mimarî üslupsuzluğun bir devamı niteliğindedir. 

Kamu binaları cesametiyle değil, cemaliyle mesaj taşırlar ve tarihe mal olurlar.

Tarihî pratiğimizden yola çıkarak bir de şunu söyleyebiliriz: Saraylar büyüdükçe devlet küçülür, devlet büyüdükçe saraylar küçülür. Yeni Türkiye’nin Başkanlık Sistemine geçişin leitmotifi olacağı iddia edilen Ak Saray’a bir de bu gözle bakalım…

http://www.aljazeera.com.tr/gorus/bir-mekan-okumasi-olarak-yeni-turkiyenin-ak-sarayi
(El Cezire Türk, Kasım 2014)


24 Kasım 2014 Pazartesi

TOKİ İCAD OLDU ŞEHİR BOZULDU…

Yahya Düzenli

Eskiden şehirler devlet veya krallar/padişahlar tarafından kurulur, inşa ve imar edilirdi. Şimdilerde devlet ve aygıtları tarafından yıkılıp, ifsat ve imha ediliyor. Niçin? Çünkü, eskilerin “şehir tasavvuru” vardı. Öncelikle tebaalarının/halklarının yaşayacakları ve kendilerini ait hissedecekleri, orada oldukları için kendisiyle iftihar edecekleri-övünecekleri, hatta şehre mânâ kazandıran değerlerle kendilerini diğer şehirlerden ve şehirlilerden üstün tutacakları bir “şehir aidiyetleri” bulunuyordu. Tarihten bugüne ulaşmış kadîm şehirler böylesine mensubiyet havzalarıydı.

İnşa ediliş felsefeleri, kuruluş referansları farklı da olsa mesela Roma, Kudüs, Bağdat, Buhara, İstanbul böyledir. Kibrin zirveye ulaştığı Roma vatandaşı için “Her yol Roma’ya çıkar”. Bizim kadîm medeniyet şehirlerimizin insanı için de “bütün öteki topraklardan daha çekici, yaşanmaya değer bir yer”dir ait oldukları şehir.

Şimdilerde ise insanoğlu “yer”ini kaybetti, ihtiraslarıyla yatağını imha etti. Hafızası işgal ve istilâya uğradı. Artık “yaşanmaya değer” şehir tasavvuru da yok.

Onun için de bugün, hayatiyeti/bütünlüğü yok edilmiş, son mekân kalıntılarıyla can çekişen kadîm şehirlerimizin derin sessizliğinin dilini anlayamıyor, onları yeniden hayata döndürecek, mekânlarıyla yenileyecek ve “zamanın ruhu”yla ahenkli şehirler kuramıyoruz.

Şehir kurmakta mâhir bir ülke ve toplumun bütün şehir damarlarının kurutulması nasıl izah edilebilir?

Bu sorunun cevabı büyük ölçüde “idrak kanallarının iltihaplanması, tıkanması”  ve “gücün kullanımı” ile ilgili…

Bu konuda M.Ö. V. yy.da yaşayan Konfüçyüs’le ilgili şu hikâye meşhurdur. Konfüçyüs öğrencileriyle bir dağın eteğinde dolaşırken ağlayan bir kadın görür. Kadına yaklaşır ve “niçin ağladığı”nı sorar. Kadın: “Burada bir kaplan var. Önce kocamı, sonra kayınpederimi, sonra da oğlumu parçaladı, öldürdü” der. Bunun üzerine Konfüçyüs, “Peki niçin buradan başka bir yere gitmiyorsun?” deyince kadın şu cevabı verir: “Burada kaplandan daha tehlikeli olan devlet yok, ben devlet olan yere gitmem.” Bu cevap üzerine Konfüçyüs: “Görüyorsunuz. Devlet kaplandan daha tehlikeli olabiliyor, bunu unutmayın!” der.

Bu örneğin şehir kurma yahut yıkma ile ne alâkası var?

Devletin “konut üretme aygıtı” TOKİ eliyle şehirlerimizi ne hale getirdiğini ve şehir olmaktan ne kadar uzaklaştırıp beton mezarlıklarına çevirdiğini gördükçe yukarıdaki hikâyeyi hatırlamamak mümkün değil.

Önce bütün şehirleri istilâ eden gecekondulara ses çıkarmayarak ifsat eden, sonra da “kentsel dönüşüm” kasırgasıyla ıslah etmek için yola çıkan ama yıkıp süpüren devlet aygıtı TOKİ, yerlerine diktiği beton tabutluklar şeklindeki insan silolarıyla şehir diye bir şey bırakmadı. Kendisini kutsayan ve yaptıklarıyla övünen bir hükümet-devletin varlığı da hiçbir itiraza, eleştiriye tahammül edemeyen bir güç zehirlenmesine yol açtı.

Tıpkı bir vücuda enjekte edilen virüs’ün vücudun tamamını çökertmesi gibi, TOKİ’nin de coğrafyanın kalpleri olan şehirlerimizde yaptığı uygulamalar virüs etkisiyle tüm şehirlerimizin bünyesini çökertti. 

Devlet gücü, siyasî istikrar ve sahip olduğu imkân ve fırsatlarla TOKİ, şehirlerimizde yeni bir inşa ve ihya dönemi açabilecekken, ne acıdır ki ifsat ve imha döneminin açılmasına öncülük etti.  Öyle bir öncülük ki, TOKİ’nin şehir seyyiâtlarını görünce vahşi kapitalizmin yaşanmaya değer hayata zemin olmuş bu topraklarda bile “insansız evler” inşa ettiğini de hayretle görmüş olduk.

Hastahane morglarında dizili tabutlar gibi istif edilmiş beton silolarından ibaret “TOKİ’nin şehirleri”ni gördükçe edebiyatımızın efsanevî kahramanı Köroğlu’nun “tüfek icad oldu mertlik bozuldu” mısraını da hatırlıyoruz. 

Zihnimizde Köroğlu’nun bu meşhur mısraı yankılanadursun, buradan kendisine bir sitemde-serzenişte bulunalım:  “Eğer bu mısra-ı berceste’yi o gür sadâ ile âleme salmasaydın,
5 yüz yıl sonra kendimizi ‘yaşanmaya değer bir şehir’de yaşıyor zannedecektik. Niçin bu hakikati ifşa ve ilan ettin! Hem ilân ettin de ne oldu? Nâmerdlerin azmini ve sayısını artırmaktan başka? Nâmerdler yâni bizi beton tabutluklara mahkûm edenler!”

Bizim Koçyiğit Köroğlu'nun gördüğü alâmet karşısında hakikati bütün trajik çıplaklığıyla ifade etmesinin üzerinden 500 yıl geçti. Ama onun “âleme Dâvut gibi saldığı âvâzesi” hâlâ gerçeklik ifade ediyor ve geçerliliğini koruyor.

“Dağlardan vazgeçemeyen” Köroğlu belki de şehre baktığında gördüğü bu ‘yeni icad’ karşısında hayrete düşerek bu sözü söylemişti. Şehirlerimizin bugününü görseydi belki de şöyle haykırır ve hayıflanırdı: “TOKİ icâd oldu şehir bozuldu!”

Çağdaş “Bolu Beyleri” ferman buyurdu: “Bundan böyle şehrün hükümfermâsı benüm! Olmaya ki şehir-i kadîm, irfan ü idrak ü inşa’dan bahsedesüz!”

TOKİ, Bolu Beyi kibrinin zehiriyle çıktığı seferde bütün şehirleri radyasyon tankına çevirdi. Saçılan radyasyonlar yayılmaya devam ediyor. Şimdilerde Başbakan’dan duyup ezberlediği “yatay mimari” de içi boş ilâç kutusu gibi şifa ihtiva etmiyor. Çünkü nesillere sarî bir radyasyon etkisi bıraktı şehirlerimizde. Diktiklerini yatırmakla günahları affolamayacak! Çünkü bugünkü ve gelecek nesillerin cemâlini, güzel şehir görme hassalarını tahrip ettiler, şehir tasavvurlarını yok ettiler.

Yeryüzünün emanet edildiği insanoğlu (Köroğlu’nun diliyle) nâmerdlikte o kadar ileri gidiyor ki hilkat, tabiat tanımıyor, önüne gelen her şeyi çelik yaratıkların dişlileriyle deşiyor, yerine doldurduğu betonlarla insanı hücrelere hapsediyor! İnsanoğlu da yakalandığı “his iptali”nin farkında olmadan bitkisel hayat süren canlılar gibi varlığını sürdürüyor.

Hissiyâtımızı ifade etmektir muradımız, betona husumet gibi bir abesle iştigal değil!

TOKİ’nin işlediği “şehir cinayetleri” karşısında Köroğlu gibi “ferman padişahınsa dağlar bizimdir” deyip şehirden kaçıp dağa mı çıksak?

Hani, daha önce bir yazımızda söylemiştik ya: “Kurt bunalınca şehre iner, kul bunalınca dağa çıkar!”

Dağları da ifsat ettiler…


17 Kasım 2014 Pazartesi

HİSSETMEYEN RUHLAR İÇİN BİR ŞEHİR FACİASI

 Yahya Düzenli

XV. ve XVI. yüzyılda yaşayan Osmanlı Şeyhülislâmlarından İbn-i Kemal (Kemalpaşazâde) hukukçu, müfessir, müderris, felsefe ve kelamcılığının yanı sıra şair, edebiyat adamı ve döneminin önemli bir tarihçisidir. Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferine Anadolu kazaskeri olarak katılmış ve sefer esnasında atının ayağından sıçrayan çamurlar padişahın kaftanına sıçrayınca, Yavuz Selim “Ulema ayağından sıçrayan çamurların medâr-ı zînet ve mefharet olacağı”nı söyleyerek, çamurlu kaftanının ölünce tabutunun üzerine örtülmesini vasiyet etmiştir.

Âşık Çelebi’nin anlattığına göre de, Mısır seferi sırasında Ordu Karaman’dan geçerken Yavuz’un kendisine o diyardaki şiddetli fırtınaların, gök gürültülerinin sebebini sorması üzerine İbn-i Kemal, “Karaman topraklarının merkezinin Mevlâna’nın irşad mekânı olan Konya olduğu”nu “bundan dolayı o diyarın dağı, taşı ve toprağının sema halinde bulunduğunu” söyler.

Osmanlı’nın kemâl devrinin bu kâmil şahsiyetinin birçok Arapça, Farsça ve Türkçe eserleri vardır. Bunlar içerisinde oldukça önemli bir Osmanlı Kroniği olan Tevârîh-i Âl-i Osman, Sultan II. Bayezid’in isteğiyle yazılmış ve padişaha takdim edilmiştir. Daha sonra Yavuz ve Kanunî devirlerindeki vak’aları da eklediği bu büyük eserde “…Şehr-i Sivas yıkılduğını beyan eyler” başlığı altında anlattığı bir olay var ki, İbn-i Kemal bu hadiseyi yürekleri yakan bir şekilde kaleme alır.

Timur’un Sivas’ı ele geçirip yerle bir etmesi ve Yıldırım Bayezid’in oğlu ve veliahtı olan Şehzade Ertuğrul’un bu olaydan bir süre önce ölümü ilgili şunları söyler:

“…Şehr kenarında bir çoban sürüsi yanında düdügini çaladururmış, yârın ve diyârın anup, nâr-ı iştiyâk-ı neyistân-ı firâka saladururmuş. Sultan Yıldırım Han berk-i te’essüf ü telehhüfle yanayorurken, dârü’l-mülk-i Burusa’da yapdurduğı imâretün maslahatın görürken ol nây âvâzı kulağına çalmış, gûş-ı huşinun dervâzesini almış, eyitmiş:

“Çal bire çoban  çal! Ne cânun yandı, ne cigerün yakıldı? Ertuğrul gibi oğlun mı öldi, Sivas gibi şehrün mi yıkıldı?”

İbn-i Kemâl, aynı bahiste Timur’un Sivas'ı talanına dair bir de beyit yazar:

“Oldı Sivâs ehlinün hâli harâb
Didiler ol yıl içün sâl-i harâb”

Bugünkü dille: Şehir kenarında bir çoban, sürüsünün yanında kaval çalıyormuş. Kavalına; sevdiğini ve memleketini anıp, hasretlik ateşini üflermiş.. Sultan Yıldırım Han göğsündeki hüzün, hasret ve kederle yanıp, tutuşurken; Bursa’da yaptırdığı imaretin işlerini gördüğü bir sırada  kulağına o kavalın sesi çalınmış. Can kulağıyla dinledikten sonra şöyle demiş: “Çal bre Çoban, çal! Senin hangi canın yandı, hangi ciğerin yakıldı? Ertuğrul gibi oğlun mu öldü, Sivas gibi şehrin mi yıkıldı?”

Timur’un Sivas’ı istilâsıyla birlikte şehirde müthiş bir yağma ve kıyım yapması ve şehri ateşe vermesi, tarihe “sana öyle bir kötülük edeyim ki Timur Sivas’a etmemiş ola!” şeklinde deyim olarak geçmiştir.

İçinde yaşadığımız şehirden habersizliğin verdiği şehir dertsizliği o hale geldi ki; kimliğinin yok olması, şahsiyetinin kaybolması ve giderek ruhsuz bir nesne yığınına dönüşmesi karşısında hayret etmek bir yana, aldırış bile etmiyor, yok olan şehirle birlikte kendimizin de yok oluşunu seyrettiğimizi anlayamıyoruz.

İbn-i Kemal’in yukarıda söylediği Mevlâna’nın yurdundaki kasırgaların, ondan 300 yıl sonra bile o topraklardan yükselen sema hali olduğuna dair sözleri, Anadolu’nun bütün şehirlerinin aynı ihtizaz (titreşim)lara sahip olduğunu bize ihtar etmiyor mu? Yunus Emre’nin “Hor bakma sen toprağa. Toprakta neler yatur. Kani bunca Evliya. Yüz bin Peygamber yatur” dediği hikmet bu olsa gerek.

Onun için “şehrin ne olduğu” sorusu “şehrin, toprağı altında kimleri barındırdığı” ve “kimlerin ona sahip çıktığı”yla cevap bulur. Bu da ifadesini “şerefül mekân bil mekîn” (bir mekânın şerefi, o mekânda oturanlarla kaimdir) sözünde bulur.

Yıldırım Bayezid’in şehrin tarumar edilmesi karşısında, o yürekleri dağlayan “Ertuğrul gibi oğlun mu öldü, Sivas gibi şehrin mi yıkıldı!” sözündeki derin, yakıcı feryâd bugün bize tesir ediyor veya ders veriyor mu? 

Feryâdın, elemin de derin bir dili var. Ne bu dile âşinayız, ne de bu feryâtları işitebiliyoruz.

Şehirlerimiz, yâni medeniyetin tecelligâhları hızla yok ediliyor… Kirlenmeyi aşmış bir yok ediliştir bu. Tanzimat’la başlayan tarih ve medeniyetinden tiksinme ve ona karşı kasırga afeti misali gösterilen düşmanlık tavrı, erken Cumhuriyet döneminde tarihî mekân yıkımlarıyla cinnete dönüşmüş, daha sonra da fırtınalarla devam etmiştir. En son adına Kentsel Dönüşüm denilen yeni kasırgayla şiddetlenerek devam ediyor. Herhalde Buhara’ya, Semerkand’a, Bağdat’a, Sivas’a ve daha birçok medeniyet şehirlerine saldıran Moğollar modern zamanlarda yaşasalardı ancak böyle bir yıkım şekli düşünebilirlerdi.

Artık, Kelâm-ı Kadîm ve Peygamber kelâmındaki “medine, belde, karye” olarak ifade edilen mâmur şehir diye nitelendirilebilecek yaşanmaya değer mekânlar yok oldu. Baktığı her objenin kendisine varlık idrakini hissettirdiği, mekânların ihtişamındaki uyarıcı fâniliği hatırlattığı şehirlerimiz tedricen arzı terk ediyor, yok ediliyor.  Kimin yıktığının önemi yok. Ha dünün Moğolları ha bugünün!

Zihnimiz ve görüşümüz/bakışımız öylesine ifsat edildi, görme hassamızı öyle kaybettik ki; biyolojik canlılara mahsus bağırsaklar şeklinde uzayıp giden, üst üste yükselen tümörler topluluğuna şehir, bağırsak kurtları gibi sürüngen ve metabolitik nefes alış verişe de hayat diyoruz.

Başta İstanbul, Konya, Bursa, Amasya, Trabzon olmak üzere birçok tarihî şehrimizi görememekte bir kastımız veya miyopluğumuz yahut da bir zihin travmamız mı var da böyle kasvetli bir tablo çiziyoruz?

Nasıl düşünülürse düşünülsün, bizce durum bu…

Bir insanın bedeninden ruh ayrıldığında nasıl ki o artık insan değil sadece bir ceset ise, bir şehrin mekânlarının birbiriyle ve şehir bütünüyle olan âhengini-hayatiyetini sağlayan ruhu kaybolduğunda orası artık şehir değil, ruhsuz bir taş-toprak yığınından ibarettir.

Bugünün şehirleri de öyle…

Marka şehir, dünya kenti, Avrupa kenti, Olimpiyat kenti, kültür başkenti, sanat kenti gibi şahsiyetsizlik ve kompleks kokan yakıştırmalarla hakikaten şehir olunmuyor, aksine şehir ifsat ediliyor.

Bu hal karşısında Yıldırım Bayezid’in ciğer yakan feryâdını hatırlıyoruz tekrar…

Yıldırım’ın Oğlu Ertuğrul’un ölümüyle Sivas şehrinin yıkılmasını özdeşleştiren derin acısını, bugün yok edilme sürecini yaşayan şehirlerimiz karşısında hissetmek bir yana, anlayamıyoruz bile! Çünkü katledilen şehirlerimize kendi gözümüzle değil, verilen takma gözle bakıyoruz.

Harap edilen şehri karşısında böylesine acı çeken bir siyasî, şehir yöneticisi, belediye başkanı veya herhangi bir ilgiliye rastladınız mı? Rastlamak bir yana, şehrini tanıyan, şehrine meftun, şehrinin tarihi derinliğini idrak eden, toprağı altında kimlerin yattığını düşünüp her dem teyakkuzda olan bir şehir yöneticisi kaldı mı ki?

Hem şehirde eğlenmek varken niçin şehir için ağlasınlar ki?

“Onlar ki, her nefeste habersiz öldüğünden,
Gülüp oynamaktalar, gelir gibi düğünden!”

Yıldırım Bayezid’in teessürü bize çok şey hatırlatmalı, çok şey söylemeli. Çünkü bu teessürde şehir ve insana dair derîn bir kavrayış yatıyor.

İbn-i Kemâl gibi biz de kentsel dönüşüm ve marka şehir kasırgası için bugünden tarih düşmeli miyiz dersiniz?

“Oldı şehir ehlinün hâli harâb
Didiler ol yıl içün sâl-i harâb.”



10 Kasım 2014 Pazartesi

TOKİ’DEN “YATAY MİMARİ” VE “MAHALLE” MASALLARI…

Geçmiş ola…
Veya “Ba’de harab-ül Basra…”

TOKİ Başkanı geçtiğimiz günlerde "2023'e Doğru TOKİ ve Geleceğin Şehirleri" konulu bir toplantıda yaptığı konuşmada Türkiye'de ciddi manada sağlıklı konut açığı olduğu”nu ve İnsanların artık sadece ev değil yaşam alanları aradığı” ifade ettikten sonra, “Yatay mimariye geçiş yapacağız. Bundan sonraki bütün yapılanmamızı bunun üzerine inşa edeceğiz… Bir yıl sonra yeni projelerimizi sizler de göreceksiniz. Bizim kadim şehirlerimiz nitelikli konutları hakediyor… Mahalle konseptiyle projeler yapacağız…” demiş.

İlk bakışta oldukça iddialı bu lâflara, sokak ağzıyla “helâl olsun!” diyeceğiniz geliyor. Demek ki TOKİ nihayet insanların “sığıntı” değil “yaşam alanları” aradığını fark etti de günahlarından tövbe ediyor diye düşüneceksiniz.

Yahut bu sözleri masum bir itirafname olarak okuyabilirsiniz. Ancak, TOKİ tarihini 12 yıllık siyasî iktidarın çevre ve şehircilik tarihi olarak incelediğinizde, göreceğiniz şey, 'şehirlerimizin toplu konut adına işgal ve ifsadı, kentsel dönüşüm adına da imhası' olacaktır.

Bu sözlere hem tebessüm ediyor, hem de ürperiyoruz.

Çünkü, insanın işlediği suçları itirafta, nedamette bile tavrı, tarzı ve zamanlaması önemli.

TOKİ, uygulamalarına yönelik yoğun eleştiriler karşısında bu tip açıklamaları zaman zaman yapıyor. Bir yıl önce de “Selçuklu evleri yapacağız” şeklinde garip açıklamalar yapmıştı. Bugüne kadar modern zamanlara taşınan bir Selçuklu evi görmedik. TOKİ marifetiyle, hükümetin de “olur” damgasıyla, Selçuklu’dan kalan bazı abidelerdeki geometrik şekilleri insana kasvet veren TOKİ imalatlarına koydunuz mu Selçuklu binası inşa etmiş olunuyor herhalde (!)

Ortada ne Selçuklu’nun evi ne de şehir tasarımı kalmamışken, sırf eleştirilerden sıyrılmak ve iktidarın “şehir söylevleri”ne yeni “çeşniler katmak” için yapılan bu garip açıklamalara şimdi de yukarıdakiler ekleniyor.

Şehir, değer ve medeniyet adına harcanmamış, tüketilmemiş, eskitilmemiş ne varsa pazara süren bir zihniyet bu kez de artık neredeyse kalmamış tarihî şehir mekânlarının isimlerini kavram olarak yalama ediyor, tahrif ediyor. Mahalle, mimari, kadîm şehirlerimiz, vs. vs.

Yaptığı “toplu konut”larla mahalle diye insanî bir yerleşim mekânı bırakmayan TOKİ, dünya şehir tarihine Türk şehir harabeleri” veTOKİ garabetleri” şeklinde önemli materyallerle geçecektir.  Bunlar üzerinde çalışan bilim adamları da herhalde nasıl olup da şehir ve mimarî zenginliği ve derinliği olan bir toplumun böylesine garabetleri üretebildiğine, böylesi kurumlara tahammül edebildiğine hayret edecekler ve işin içinden çıkamayacaklardır.

TOKİ Başkanı söz konusu toplantıda, “Anadolu’nun tarihî kentlerinde de yöresel konut projelerinin yapıldığı”nı söyleyerek “Ürgüp’te yöresel mimariye, doğal çehresine uygun konutlar inşa ediyoruz” diyor.

Meraklılar ve ilgi duyanlar, üst üste dizilen tabutlukları yatay ve geleneksel mimariye uyum şeklinde yan yana dizmenin allanıp pullanmış uygulamasını Ürgüp örneğinde görebilirler.

TOKİ Başkanı’nın bu açıklamaları, tıpkı bir kanser virüsünün metastastan önceki “önlenebilir” bir devrede fark edilebilecek iken, hastalığı önemsememeye benziyor. Birçok ilâcın hasta üzerinde bir kobay gibi denenmesi gibi, TOKİ'nin kurulduğu günden bu tarafa, özellikle de 12 yıldır şehirlerimizi nasıl bir “kobay laboratuvarı”na çevirdiğini dehşetle görüyoruz. Görmekle kalmıyor, bu laboratuvarlardan yayılan şehir atıklarının bütün şehirlerimize yayıldığına da şahit oluyoruz.

Bütün sermayesini boşa harcamış, bir mirasyedi gibi tüketmiş, iflâs etmiş, artık hiç kimsenin yüzüne bakamayacak hale gelmiş bir tüccarın bir süre ortalarda görünmeyip, yeniden güven kazanmak için birden bire ortaya çıkıp vaadlerde bulunması gibi TOKİ’nin bu “yatay mimariye geçiş yapacağız…” ilanına güvenmek ve inanmak da mümkün görünmüyor. Çünkü, elindeki devlet sermayesini çok kötü kullanmış, 81 ilde yaptıklarını “Planlı kentleşme ve konut üretimi seferberliği kapsamında 100 bin nüfuslu 24 adet şehir demektir“ şeklinde sirkatini kahramanlık olarak ilan eden bir kurumdan yeni bir tavır, yeni şahsiyet, yeni bir şehir idraki beklemek boş hayal ve kendimizi oyalamak olur!

Önemli bir yanlış da şurada: Kim akıl verdiyse veya hangi imaj yapıcı bulduysa, yeni bir fikir keşfetmiş gibi, henüz göklerin ifsadına imkân bulamadığı için, yeryüzüne musallat olma amaçlı “yatay mimari” buluşu da yeni ifsatlar için bir yol haritası olsa gerek. Sadece dudak tiryakiliğinin verdiği keyifle, bütün bir şehir konseptini, kendilerinin de ne idüğünü bilmedikleri yatay mimariye yüklemek de, kurbanın son nefesinden önceki canlılık emaresi gibi, son bir hamle ile ani refleks gösterilerinden olsa gerek…

Şehirlerimizde dikey istilâdan sonra şimdi de (eğer kaldı ise) yatay istilanın ayak sesleri geliyor… Yetmedi nitelikli konutlar ve mahalle konsepti… Peki hangi birikim, hangi şehir idraki, hangi medeniyet tasavvuru ve hangi fikrî derinlikle? Yatay veya dikey yapılaşmadan önce metropollerin bugünkü kaosundan nasıl kurtulacağı ve eski mahalle kültürünü nasıl yakalayacak, bugüne nasıl taşıyacak, nasıl bir mahalle kuracak ve birlikte nasıl yaşayacağız?

 TOKİ herhalde kendi mahsulü “nitelikli konutlar”ın toplamından ibaret kuracağı mahalleye uygun insan ve aile tipini de bulup yerleştirecektir. Yâni dememiz o ki; TOKİ icad edeceği bir insan türü“nitelikli konutlar”ına dolduracak ve “yatay mahalle konsepti”ni oluşturacaktır (!)

 Muhtemeldir ki TOKİ Başkanı, Başbakan Davutoğlu’nun Ak Parti Kongresi’nde yaptığı konuşmadaki “yatay mimari” söyleminden ilhamla bu açıklamayı yapmış.

Artık çok geç… Eski harabeler üzerinde yeni bir başlangıç da mümkün değil.

Çok geç çünkü; şehirlerimiz TOKİ zihniyetiyle öylesine ifsat ve imha edildi ki, TOKİ’nin bu zihniyetinden vazgeçip yeni bir zihniyete bürünmesi mümkün değil..

Yeni bir başlangıç da çok zor çünkü; tarih, şehir ve medeniyet idraki bulunmayan, çürümüş, yabancılaşmış, kendi tarihî şehir kültür ve envanterinden habersiz bir kurumun mensuplarından yeni bir şehir idraki, konsepti beklemek körden renk külliyatı, sağırdan şarkı repertuarı istemek kadar abes…

TOKİ, Başkanı’nın ağzından bu “büyük iddiası”nı temellendirmek ve gerçekleştirmek istiyorsa, öncelikle kendisinin bir idrak sterilizasyonu yapmasını, rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever’in şu kitaplarını titizlikle ve pür dikkat okumasını, hazmetmesini tavsiye ediyoruz:

Kubbeyi Yere Koymamak, İslam’da şehir ve Mimari, Osmanlı Şehri, İstanbul’u Anlamak, Ev ve Şehir, Mimar Sinan, Habitat II Konferansı İçin Şehir ve Konut Üzerine Düşünceler, Yeni Şehirler ve Pilot Şehir Uygulaması…

Artık vakit çok geç… Fakat TOKİ bunları zaman-yoğun okuyup eğer idrak edebilirse, ifsat olmuş zihniyetin metastas halini yaşayan şehirlerimizde belki bir umut ışığı belirebilir.

Ey TOKİ !
Ey Çevre ve Şehircilik Bakanlığı!

 ·         Ne müthiş bir imkân ve fırsatı kaçırdığının farkında bile değilsin!
·         Şehir ve mimarî’de de bir tecdîd dönemi açılabilecekken, (Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle) “güneşi ceketinin astarı içinde kaybetmiş” olmanın şuursuzluğunu yaşıyorsun!
·         "Neyi kaybettiği”nin idrakinde olmadığın için “neyi araman gerektiği”ni de bilmiyorsun!
·         Allah’ın lütfettiği 12 yıllık hakim bir siyasi iktidara rağmen maalesef ne ülkesine, ne bölgesine ne de dünyaya tarihî şehir ve mimari birikimini günümüze taşıyan, dinamik, estetik ve yaşanabilir bir şehir modeli ortaya koyamadın!

 Hiçbir ikaz ve tavsiyeye kapı aralamayan TOKİ ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ilgilileri belki Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun “Dünya görüşü itibariyle medeniyete öncülük etme ve onun ruhunu barındırma konumuna ya da iddiasına sahip şehirler” dediği şehirlerin nereler olduğu ve “nasıl”ına ilişkin bir idrak zorlaması yaşarlar!

 Davutoğlu Başbakan Başdanışmanı-Büyükelçi’liği sırasında bir sempozyum’a sunduğu tebliğinde de “Zihniyet parametrelerinin mekâna yansımaları en doğrudan bir şekilde şehir yapılarında tecessüm eder. Şehirler bir anlamda medeniyeti oluşturan zihniyetin tarihi sahneye aksedişidir“ diyor. Başbakan Davutoğlu’nun bu önemli tespitini başta TOKİ ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı olmak üzere nasıl idrak edip içselleştirecekleri şüpheli. Bu anlamda Başbakan Davutoğlu’nun işi epey zor. Her şeyden önce “çevre ve şehircilik”te bir zihniyet temizliği gerekiyor. Başbakan’ın en büyük talihsizliği, şehir ve medeniyet temelli “kavramsal dil ve muhtevası”nı anlayacak kadrolardan mahrum olması. Görünen o ki, ortada taşlaşmış bir skolastik şehir zihniyeti var. Davutoğlu kendi şehir tasavvurunu siyasîlere, yerel yöneticilere ve bürokratlara ya kabul ettirecek ve uygulamaya geçirecek, veya şehre dair tasavvurları zihin konforu olarak kalacak.

 Sokağın, caddenin, mahallenin ve şehrin “bizcesi”ni kaybettik… Kaybettiklerimizi anlayabiliyorsak onlara yeniden nasıl sahip olabileceğimizi de anlayabileceğiz.

TOKİ, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile İktidarın Şehircilik Politikalarına dair daha söyleyeceklerimiz var…
 

3 Kasım 2014 Pazartesi

HES’LER, VADİLERİ “KATLİAM MÜZESİ”NE DÖNÜŞTÜRDÜ…

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Devletin önemli, stratejik bir kurumunda başkan yardımcısı olan bir dostumuz, bir cenaze vesilesiyle gittiği Çaykara’da Solaklı Vadisi’ndeki HES inşaatlarını görünce, telefonla “Buraları mahvetmişler, bu kadarı da olmaz. Tabiatı bu derece tahrip etmek doğru mu? İçim sızladı. Kim olsa sızlar. Bu vadide HES’lerin fayda-zarar analizinin yapıldığını zannetmiyorum. Bu dere bu HES’leri kaldırmaz” diyerek hayretlerini ifade etti.  

Vicdanıyla reel politik arasına sıkışan kimi bürokratlar çoğu kez böyle bir tezadı, trajediyi yaşıyor.

Aynı duyarlılıkları taşıdığımız dostumuzun bu cümleleri bana Picasso’nun “Guernica” isimli tablosunu hatırlattı.

Niçin mi? Anlatayım:

Picasso, 1937’de Naziler tarafından bir gece yarısı bombalanan ve yerle bir edilen İspanya’nın Guernica kasabasındaki katliamı, dehşet uyandıracak bir şekilde tablolaştırır. Tablonun sergilendiği salonda bir Alman generali resme bakar ve Picasso’ya Bu tabloyu siz mi yaptınız” diye sorar. Picasso’nun cevabı, muhteşemdir: “Hayır, general siz yaptınız!”

Tabloda kasabanın acı çeken insanları, hayvan figürleri, mahvolmuş binalar, kucağındaki ölü yavrusuna ağlayan kadın, parçalanmış cesetler, ateşler ve korku dolu diğer figürler vardır. Bu kaotik tablo, büyük ressamın Guernica’sı, bir savaşın korkunç tahribatlarını anlatan mükemmel bir eserdir. 

Dostumuza cevap olarak, kinayeli bir şekilde “Solaklı’daki HES katliamı sizin eseriniz!” dediğimde bu olayı hatırladım.

Dostumuzun, enerji bürokrasisinde olmasa da, teknokrat sıfatıyla HES’lerle ilgili bu tespiti “gözünde vicdan taşıyan” her bürokratın ve her duyarlı insanın yapması gerekiyor. Katliamdan sonra itiraf değil, katliamdan önce siyasileri ikaz etmek gerekiyor. Ancak siyasîlerin ve şeriklerinin suyun bekâretine olan gözü dönmüşlükleri bu tür ikaz veya itirafları duymuyor. Rant şehveti ve güç zehirlenmesi böyle ikazlara karşı onları sağırlaştırıyor.

Yukarıdaki bürokrat itirafı, görmeden planlanan, ruhsat verilen, hiçbir zaman gidilip üzerinde vicdan muhasebesi yapılmayan vadi ve derelerin “enerji” bahanesiyle rant adına nasıl talan edildiğini, nasıl katledildiğini vicdanen ifşa niteliği taşıyor.

Tuhaf olan şu ki; konuyla doğrudan veya dolaylı ilgili -ya da ilgisiz- birçok siyasi, yerel yönetici ve bürokrata Solaklı ve Doğu Karadeniz’in diğer vadilerindeki HES’lerin çevre ve tabiata verdiği zararı, katliamı anlattığımda, dinleyenler de, gidip  görenler de yapılanları asla tasvip etmiyor ama siyasi iradenin fermanı karşısında devletlûlara “isabet buyurdunuz” demekten başka da çareleri yok. Aksi halde kimisi “ek göstergeler”den mahrum olacak, kimisinin bürokratik makam ve imtiyazları ellerinden alınacak, kimisi de ihalelere girmekten men edilecek!

İş makinalarının çelikten yaratıklar halinde saplandıkları, beton pompalarının ahtapotlar gibi musallat oldukları Karadeniz’in  vadilerinde tabiatın fıtratı bozuldu. Yok edilen flora ve fauna (oraya has bitki ve hayvan türleri) yerine yeni yaratıklar ve başkalaşmış nebatlar türeyecek!

Senegal, Ruanda gibi bazı Afrika ülkelerinde, sömürgecilerin yaptığı zulüm ve katliamları anlatan, seyrederken bile insanı ürperten fotoğraf ve malzemelerin yer aldığı katliam müzeleri yapılmış. Japonya’da da 2. Dünya Savaşı’nda yerle bir edilen Hiroşima ve Nagazaki’de en çok etkilenen yerler açık hava müzesi yapılmış. 

Trabzon/Çaykara/Solaklı Vadisi'ndeki HES katliamını anlatmak için ne tabloya, ne belgesellere, ne de başka bir zahmete gerek var. Çünkü 35 km'lik vadi üzerinde kimisi bitmiş, kimisi devam eden 31 HES inşaatı, canlı bir açık hava sergisi gibi yapılan çevre ve tabiat katliamlarını anlatıyor.

Trabzon/Çaykara/Solaklı Vadisi de herkesin gelip göreceği tam bir Açıkhava Tabiat Katliamı Müzesi.

Bütün bu trajediye rağmen…

“Yerli görünümlü” iktidar sahipleri, Doğu Karadeniz’in masum vadilerinin nasıl tahrip edildiğine dair tekrar bir zihniyet sorgulaması yapmalı. Tabii eğer gücün zehirlemediği zihniyetleri kalmış ise!  HES politikalarını yeniden gözden geçirmeli; havza plânlaması, derelerin taşıma kapasiteleri analizlerini yeniden yapmalı, su kullanım anlaşmalarını gözden geçirmeli.

Gerek vadideki köylerden gelen gerekse diğer tepkileri, toplumsal infiali dikkate almalı. Yargıyı, bürokrasiyi, köylüleri bu kadar yormaya, karşı karşıya getirmeye gerek var mı?

İşin bir başka tarafı da; ilgili bakanlıklar, kuruluşlar kendi ihdas ettikleri HES rantlarına karşı çıkan, bu işten rant elde eden başka bir kesimin üremesine imkân ve fırsat veriyor. Vadideki köylüler kimi hukuk pazarlamacılarının ve çantacıların insafına bırakılmamalı.

Solaklı Vadisini katliam vadisine çeviren HES’ler yerine 10 mw.’lık 100 adet kömüre veya doğalgaza dayalı termik santral, dere üzerinde inşa edilen ve vadinin fıtratını bozan HES’lerin ürettiği enerjinin çok daha fazlasını üretebilir…

Gene de gözüne perde inmiş olmayanlar veya vicdan gözüyle bakanlar için her zaman nâdim olma zamanıdır. Bugüne kadar HES’ler adına Doğu Karadeniz’in derelerinde yapılan tahribatlara bakıp belki de ilgililer-yetkililer pişmanlık duyar, sebep oldukları seyyiât ve menhiyyâtı görür de tövbe ederler…

Çok geç kalınmış da değil…

Ey Orman ve Su İşler Bakanlığı!
Ey Çevre ve Şehircilik Bakanlığı!
Ey Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı!
Ey EPDK!
Ey siyasîler, yerel idareciler!

Belki siyasî bir ödev olarak okursunuz diye, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun “Medeniyetlerin Ben İdraki” başlıklı insan-tabiat ilişkilerini de ihtiva eden manifestosunu hatırlatıyor, onu idrak etmeyi ve uygulamalarınızla sağlamasını yapmayı teklif ediyorum. Bunun Solaklı Vadisi’ndeki HES’lerle ne alâkası var? Bu sorunun cevabı için idrak yollarınızı biraz zorlamanız gerekiyor.

Göğsünüzün sol yanında et parçası değil de kalp taşıyorsanız, tabiatın, vadilerin, derelerin çığlıklarını, feryâdlarını duymalısınız!

Aksi takdirde gelecek nesiller de -tıpkı Afrika’da katliam müzesini gezer gibi- artık derenin kalmadığı Solaklı Vadisi’ni gezerken herhalde ürpereceklerdir!

Onlar ürpermeden, siyasiler ve rant avcıları katlettikleri tabiat ve canlıların sessiz çığlıklarından ürperirler mi dersiniz?

Temenni edelim ama çok geç. Çünkü insan insanlıktan çıkınca (Kelâm-ı Kadîm’in ifadesiyle) zalim, cahil ve de belhum adal (hayvandan daha aşağı) haline geliyor!

Bitirirken… 1854 yılında toprakları ellerinden alınan Kızılderililerin Şefi Seattle’ın ABD Başkanı’na yazdığı mektuptan can alıcı bir cümle:

“Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde, beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.”