17 Kasım 2014 Pazartesi

HİSSETMEYEN RUHLAR İÇİN BİR ŞEHİR FACİASI

 Yahya Düzenli

XV. ve XVI. yüzyılda yaşayan Osmanlı Şeyhülislâmlarından İbn-i Kemal (Kemalpaşazâde) hukukçu, müfessir, müderris, felsefe ve kelamcılığının yanı sıra şair, edebiyat adamı ve döneminin önemli bir tarihçisidir. Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferine Anadolu kazaskeri olarak katılmış ve sefer esnasında atının ayağından sıçrayan çamurlar padişahın kaftanına sıçrayınca, Yavuz Selim “Ulema ayağından sıçrayan çamurların medâr-ı zînet ve mefharet olacağı”nı söyleyerek, çamurlu kaftanının ölünce tabutunun üzerine örtülmesini vasiyet etmiştir.

Âşık Çelebi’nin anlattığına göre de, Mısır seferi sırasında Ordu Karaman’dan geçerken Yavuz’un kendisine o diyardaki şiddetli fırtınaların, gök gürültülerinin sebebini sorması üzerine İbn-i Kemal, “Karaman topraklarının merkezinin Mevlâna’nın irşad mekânı olan Konya olduğu”nu “bundan dolayı o diyarın dağı, taşı ve toprağının sema halinde bulunduğunu” söyler.

Osmanlı’nın kemâl devrinin bu kâmil şahsiyetinin birçok Arapça, Farsça ve Türkçe eserleri vardır. Bunlar içerisinde oldukça önemli bir Osmanlı Kroniği olan Tevârîh-i Âl-i Osman, Sultan II. Bayezid’in isteğiyle yazılmış ve padişaha takdim edilmiştir. Daha sonra Yavuz ve Kanunî devirlerindeki vak’aları da eklediği bu büyük eserde “…Şehr-i Sivas yıkılduğını beyan eyler” başlığı altında anlattığı bir olay var ki, İbn-i Kemal bu hadiseyi yürekleri yakan bir şekilde kaleme alır.

Timur’un Sivas’ı ele geçirip yerle bir etmesi ve Yıldırım Bayezid’in oğlu ve veliahtı olan Şehzade Ertuğrul’un bu olaydan bir süre önce ölümü ilgili şunları söyler:

“…Şehr kenarında bir çoban sürüsi yanında düdügini çaladururmış, yârın ve diyârın anup, nâr-ı iştiyâk-ı neyistân-ı firâka saladururmuş. Sultan Yıldırım Han berk-i te’essüf ü telehhüfle yanayorurken, dârü’l-mülk-i Burusa’da yapdurduğı imâretün maslahatın görürken ol nây âvâzı kulağına çalmış, gûş-ı huşinun dervâzesini almış, eyitmiş:

“Çal bire çoban  çal! Ne cânun yandı, ne cigerün yakıldı? Ertuğrul gibi oğlun mı öldi, Sivas gibi şehrün mi yıkıldı?”

İbn-i Kemâl, aynı bahiste Timur’un Sivas'ı talanına dair bir de beyit yazar:

“Oldı Sivâs ehlinün hâli harâb
Didiler ol yıl içün sâl-i harâb”

Bugünkü dille: Şehir kenarında bir çoban, sürüsünün yanında kaval çalıyormuş. Kavalına; sevdiğini ve memleketini anıp, hasretlik ateşini üflermiş.. Sultan Yıldırım Han göğsündeki hüzün, hasret ve kederle yanıp, tutuşurken; Bursa’da yaptırdığı imaretin işlerini gördüğü bir sırada  kulağına o kavalın sesi çalınmış. Can kulağıyla dinledikten sonra şöyle demiş: “Çal bre Çoban, çal! Senin hangi canın yandı, hangi ciğerin yakıldı? Ertuğrul gibi oğlun mu öldü, Sivas gibi şehrin mi yıkıldı?”

Timur’un Sivas’ı istilâsıyla birlikte şehirde müthiş bir yağma ve kıyım yapması ve şehri ateşe vermesi, tarihe “sana öyle bir kötülük edeyim ki Timur Sivas’a etmemiş ola!” şeklinde deyim olarak geçmiştir.

İçinde yaşadığımız şehirden habersizliğin verdiği şehir dertsizliği o hale geldi ki; kimliğinin yok olması, şahsiyetinin kaybolması ve giderek ruhsuz bir nesne yığınına dönüşmesi karşısında hayret etmek bir yana, aldırış bile etmiyor, yok olan şehirle birlikte kendimizin de yok oluşunu seyrettiğimizi anlayamıyoruz.

İbn-i Kemal’in yukarıda söylediği Mevlâna’nın yurdundaki kasırgaların, ondan 300 yıl sonra bile o topraklardan yükselen sema hali olduğuna dair sözleri, Anadolu’nun bütün şehirlerinin aynı ihtizaz (titreşim)lara sahip olduğunu bize ihtar etmiyor mu? Yunus Emre’nin “Hor bakma sen toprağa. Toprakta neler yatur. Kani bunca Evliya. Yüz bin Peygamber yatur” dediği hikmet bu olsa gerek.

Onun için “şehrin ne olduğu” sorusu “şehrin, toprağı altında kimleri barındırdığı” ve “kimlerin ona sahip çıktığı”yla cevap bulur. Bu da ifadesini “şerefül mekân bil mekîn” (bir mekânın şerefi, o mekânda oturanlarla kaimdir) sözünde bulur.

Yıldırım Bayezid’in şehrin tarumar edilmesi karşısında, o yürekleri dağlayan “Ertuğrul gibi oğlun mu öldü, Sivas gibi şehrin mi yıkıldı!” sözündeki derin, yakıcı feryâd bugün bize tesir ediyor veya ders veriyor mu? 

Feryâdın, elemin de derin bir dili var. Ne bu dile âşinayız, ne de bu feryâtları işitebiliyoruz.

Şehirlerimiz, yâni medeniyetin tecelligâhları hızla yok ediliyor… Kirlenmeyi aşmış bir yok ediliştir bu. Tanzimat’la başlayan tarih ve medeniyetinden tiksinme ve ona karşı kasırga afeti misali gösterilen düşmanlık tavrı, erken Cumhuriyet döneminde tarihî mekân yıkımlarıyla cinnete dönüşmüş, daha sonra da fırtınalarla devam etmiştir. En son adına Kentsel Dönüşüm denilen yeni kasırgayla şiddetlenerek devam ediyor. Herhalde Buhara’ya, Semerkand’a, Bağdat’a, Sivas’a ve daha birçok medeniyet şehirlerine saldıran Moğollar modern zamanlarda yaşasalardı ancak böyle bir yıkım şekli düşünebilirlerdi.

Artık, Kelâm-ı Kadîm ve Peygamber kelâmındaki “medine, belde, karye” olarak ifade edilen mâmur şehir diye nitelendirilebilecek yaşanmaya değer mekânlar yok oldu. Baktığı her objenin kendisine varlık idrakini hissettirdiği, mekânların ihtişamındaki uyarıcı fâniliği hatırlattığı şehirlerimiz tedricen arzı terk ediyor, yok ediliyor.  Kimin yıktığının önemi yok. Ha dünün Moğolları ha bugünün!

Zihnimiz ve görüşümüz/bakışımız öylesine ifsat edildi, görme hassamızı öyle kaybettik ki; biyolojik canlılara mahsus bağırsaklar şeklinde uzayıp giden, üst üste yükselen tümörler topluluğuna şehir, bağırsak kurtları gibi sürüngen ve metabolitik nefes alış verişe de hayat diyoruz.

Başta İstanbul, Konya, Bursa, Amasya, Trabzon olmak üzere birçok tarihî şehrimizi görememekte bir kastımız veya miyopluğumuz yahut da bir zihin travmamız mı var da böyle kasvetli bir tablo çiziyoruz?

Nasıl düşünülürse düşünülsün, bizce durum bu…

Bir insanın bedeninden ruh ayrıldığında nasıl ki o artık insan değil sadece bir ceset ise, bir şehrin mekânlarının birbiriyle ve şehir bütünüyle olan âhengini-hayatiyetini sağlayan ruhu kaybolduğunda orası artık şehir değil, ruhsuz bir taş-toprak yığınından ibarettir.

Bugünün şehirleri de öyle…

Marka şehir, dünya kenti, Avrupa kenti, Olimpiyat kenti, kültür başkenti, sanat kenti gibi şahsiyetsizlik ve kompleks kokan yakıştırmalarla hakikaten şehir olunmuyor, aksine şehir ifsat ediliyor.

Bu hal karşısında Yıldırım Bayezid’in ciğer yakan feryâdını hatırlıyoruz tekrar…

Yıldırım’ın Oğlu Ertuğrul’un ölümüyle Sivas şehrinin yıkılmasını özdeşleştiren derin acısını, bugün yok edilme sürecini yaşayan şehirlerimiz karşısında hissetmek bir yana, anlayamıyoruz bile! Çünkü katledilen şehirlerimize kendi gözümüzle değil, verilen takma gözle bakıyoruz.

Harap edilen şehri karşısında böylesine acı çeken bir siyasî, şehir yöneticisi, belediye başkanı veya herhangi bir ilgiliye rastladınız mı? Rastlamak bir yana, şehrini tanıyan, şehrine meftun, şehrinin tarihi derinliğini idrak eden, toprağı altında kimlerin yattığını düşünüp her dem teyakkuzda olan bir şehir yöneticisi kaldı mı ki?

Hem şehirde eğlenmek varken niçin şehir için ağlasınlar ki?

“Onlar ki, her nefeste habersiz öldüğünden,
Gülüp oynamaktalar, gelir gibi düğünden!”

Yıldırım Bayezid’in teessürü bize çok şey hatırlatmalı, çok şey söylemeli. Çünkü bu teessürde şehir ve insana dair derîn bir kavrayış yatıyor.

İbn-i Kemâl gibi biz de kentsel dönüşüm ve marka şehir kasırgası için bugünden tarih düşmeli miyiz dersiniz?

“Oldı şehir ehlinün hâli harâb
Didiler ol yıl içün sâl-i harâb.”



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder