Yahya Düzenli
Eskiden şehirler devlet veya krallar/padişahlar
tarafından kurulur, inşa ve imar edilirdi. Şimdilerde devlet ve aygıtları
tarafından yıkılıp, ifsat ve imha ediliyor. Niçin? Çünkü, eskilerin “şehir
tasavvuru” vardı. Öncelikle tebaalarının/halklarının yaşayacakları ve
kendilerini ait hissedecekleri, orada oldukları için kendisiyle iftihar
edecekleri-övünecekleri, hatta şehre mânâ kazandıran değerlerle kendilerini
diğer şehirlerden ve şehirlilerden üstün tutacakları bir “şehir aidiyetleri”
bulunuyordu. Tarihten bugüne ulaşmış kadîm şehirler böylesine mensubiyet
havzalarıydı.
İnşa ediliş felsefeleri, kuruluş referansları farklı
da olsa mesela Roma, Kudüs, Bağdat, Buhara, İstanbul böyledir. Kibrin zirveye
ulaştığı Roma vatandaşı için “Her yol
Roma’ya çıkar”. Bizim kadîm medeniyet şehirlerimizin insanı için de “bütün öteki topraklardan daha çekici,
yaşanmaya değer bir yer”dir ait oldukları şehir.
Şimdilerde ise insanoğlu “yer”ini kaybetti,
ihtiraslarıyla yatağını imha etti. Hafızası işgal ve istilâya uğradı. Artık
“yaşanmaya değer” şehir tasavvuru da yok.
Onun için de bugün, hayatiyeti/bütünlüğü yok
edilmiş, son mekân kalıntılarıyla can çekişen kadîm şehirlerimizin derin
sessizliğinin dilini anlayamıyor, onları yeniden hayata döndürecek,
mekânlarıyla yenileyecek ve “zamanın ruhu”yla ahenkli şehirler kuramıyoruz.
Şehir kurmakta mâhir bir ülke ve toplumun bütün
şehir damarlarının kurutulması nasıl izah edilebilir?
Bu sorunun cevabı büyük ölçüde “idrak
kanallarının iltihaplanması, tıkanması” ve “gücün kullanımı” ile ilgili…
Bu konuda M.Ö. V. yy.da yaşayan Konfüçyüs’le ilgili şu
hikâye meşhurdur. Konfüçyüs öğrencileriyle bir dağın eteğinde dolaşırken
ağlayan bir kadın görür. Kadına yaklaşır ve “niçin ağladığı”nı sorar. Kadın: “Burada bir kaplan var. Önce kocamı, sonra
kayınpederimi, sonra da oğlumu parçaladı, öldürdü” der. Bunun üzerine Konfüçyüs, “Peki
niçin buradan başka bir yere gitmiyorsun?” deyince kadın şu cevabı verir: “Burada kaplandan daha tehlikeli olan devlet
yok, ben devlet olan yere gitmem.” Bu cevap üzerine Konfüçyüs: “Görüyorsunuz. Devlet kaplandan daha
tehlikeli olabiliyor, bunu unutmayın!” der.
Bu örneğin şehir kurma yahut yıkma ile ne alâkası
var?
Devletin “konut üretme aygıtı” TOKİ eliyle
şehirlerimizi ne hale getirdiğini ve şehir olmaktan ne kadar uzaklaştırıp beton
mezarlıklarına çevirdiğini gördükçe yukarıdaki hikâyeyi hatırlamamak mümkün
değil.
Önce bütün şehirleri istilâ eden gecekondulara ses
çıkarmayarak ifsat eden, sonra da “kentsel dönüşüm” kasırgasıyla ıslah etmek
için yola çıkan ama yıkıp süpüren devlet aygıtı TOKİ, yerlerine diktiği beton
tabutluklar şeklindeki insan silolarıyla şehir diye bir şey bırakmadı.
Kendisini kutsayan ve yaptıklarıyla övünen bir hükümet-devletin varlığı da
hiçbir itiraza, eleştiriye tahammül edemeyen bir güç zehirlenmesine yol
açtı.
Tıpkı bir vücuda enjekte edilen virüs’ün vücudun
tamamını çökertmesi gibi, TOKİ’nin de coğrafyanın kalpleri olan şehirlerimizde
yaptığı uygulamalar virüs etkisiyle tüm şehirlerimizin bünyesini çökertti.
Devlet gücü, siyasî istikrar ve sahip olduğu imkân
ve fırsatlarla TOKİ, şehirlerimizde yeni bir inşa ve ihya dönemi açabilecekken,
ne acıdır ki ifsat ve imha döneminin açılmasına öncülük etti. Öyle bir öncülük ki, TOKİ’nin şehir seyyiâtlarını görünce vahşi
kapitalizmin yaşanmaya değer hayata
zemin olmuş bu topraklarda bile “insansız evler” inşa ettiğini de hayretle
görmüş olduk.
Hastahane morglarında dizili tabutlar gibi istif
edilmiş beton silolarından ibaret “TOKİ’nin
şehirleri”ni gördükçe edebiyatımızın efsanevî kahramanı Köroğlu’nun “tüfek
icad oldu mertlik bozuldu” mısraını da hatırlıyoruz.
Zihnimizde Köroğlu’nun bu meşhur mısraı
yankılanadursun, buradan kendisine bir sitemde-serzenişte bulunalım: “Eğer bu mısra-ı berceste’yi o gür sadâ
ile âleme salmasaydın,
5 yüz yıl sonra kendimizi ‘yaşanmaya değer bir
şehir’de yaşıyor zannedecektik. Niçin bu hakikati ifşa ve ilan ettin! Hem ilân
ettin de ne oldu? Nâmerdlerin azmini ve sayısını artırmaktan başka? Nâmerdler
yâni bizi beton tabutluklara mahkûm edenler!”
Bizim Koçyiğit Köroğlu'nun gördüğü alâmet karşısında
hakikati bütün trajik çıplaklığıyla ifade etmesinin üzerinden 500 yıl geçti.
Ama onun “âleme Dâvut gibi saldığı âvâzesi” hâlâ gerçeklik ifade ediyor
ve geçerliliğini koruyor.
“Dağlardan vazgeçemeyen” Köroğlu belki de şehre baktığında gördüğü bu ‘yeni
icad’ karşısında hayrete düşerek bu sözü söylemişti. Şehirlerimizin bugününü
görseydi belki de şöyle haykırır ve hayıflanırdı: “TOKİ icâd oldu şehir
bozuldu!”
Çağdaş “Bolu Beyleri”
ferman buyurdu: “Bundan böyle şehrün hükümfermâsı benüm! Olmaya ki şehir-i
kadîm, irfan ü idrak ü inşa’dan bahsedesüz!”
TOKİ, Bolu Beyi kibrinin
zehiriyle çıktığı seferde bütün şehirleri radyasyon tankına çevirdi. Saçılan
radyasyonlar yayılmaya devam ediyor. Şimdilerde Başbakan’dan duyup ezberlediği “yatay
mimari” de içi boş ilâç kutusu gibi şifa ihtiva etmiyor. Çünkü
nesillere sarî bir radyasyon etkisi bıraktı şehirlerimizde. Diktiklerini
yatırmakla günahları affolamayacak! Çünkü bugünkü ve gelecek nesillerin
cemâlini, güzel şehir görme hassalarını tahrip ettiler, şehir tasavvurlarını
yok ettiler.
Yeryüzünün emanet
edildiği insanoğlu (Köroğlu’nun diliyle) nâmerdlikte o kadar ileri gidiyor
ki hilkat, tabiat tanımıyor, önüne gelen her şeyi çelik yaratıkların
dişlileriyle deşiyor, yerine doldurduğu betonlarla insanı hücrelere hapsediyor!
İnsanoğlu da yakalandığı “his iptali”nin farkında olmadan bitkisel hayat süren
canlılar gibi varlığını sürdürüyor.
Hissiyâtımızı ifade
etmektir muradımız, betona husumet gibi bir abesle iştigal değil!
TOKİ’nin işlediği “şehir
cinayetleri” karşısında Köroğlu gibi “ferman padişahınsa dağlar bizimdir”
deyip şehirden kaçıp dağa mı çıksak?
Hani, daha önce bir
yazımızda söylemiştik ya: “Kurt bunalınca şehre iner, kul bunalınca dağa
çıkar!”
Dağları da ifsat ettiler…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder