Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
Bir şehrin tarih içinde geçirdiği dönüşümler, insan-mekân-şehir ilişkisinin medeniyet tecelligâhı olarak mekâna aksettiği şekliyle mânâsının okunacağı en önemli tarihî metinlerden birisi de vakfiyelerdir. Bunlar; vakfın kurucusu tarafından “vakfedilen bir malın hangi hayır işlerinde kullanılacağı, ne şekilde yönetileceği" hususlarını ihtiva eden ‘emsalsiz kitabe’ler niteliğindeki belgelerdir.
Gerek Kur’an-ı Kerîm’deki
âyetler, gerekse de Hz. Peygamber’in "İnsan öldüğü zaman
amelleri kesilir. Ancak üç şey müstesna” dediği üç şeyden birisi olan “Sadaka-i Cariye”, vakıf müessesesinin
oluşmasının ve sürekliliğinin temel sebebidir. Yani insanların
menkul ve gayrimenkullerini hayrat olarak vakfetmelerinin sebebi; dünyanın
fâniliği, insan hayatının geçiciliği ve sadaka-i
câriye olarak ölümden sonra da yaşama isteğidir.
Tarihte, şahıslarca kurulan
vakıfların şehirlerimizin hem fizikî hem de sosyal dokusuna olan katkıları,
şehirlerimizin bozulmadan devamlılığının temel sebeplerinden birisidir.
Türklerin İslâm’ı kabulüyle
birlikte, vakıf uygulamalarını da görüyoruz. Karahanlı Hükümdarı İbrâhim Tamgaç’ın 1066’da Semerkant’ta yaptırdığı
külliyenin devamlılığı için kurduğu vakıflara ait vakfiyeler, bu konuda ilk
örneklerdendir. Selçuklu ve özellikle Osmanlı döneminde de bu uygulamalar
yaygınlaşarak devam etmiştir.
Özellikle Osmanlı
şehirlerinin kuruluşu, işleyişi ve varlığını devam ettirmesinde vakıflar önemli
rol üstlenmişlerdir. Şehri meydana getiren birçok mekân, vakıf eseri olarak
vücut bulmuştur. Vakıfların bünyesinde ibadethaneler, imarethaneler,
hastaneler, aşevleri ve şehir ahalisinin her türlü ihtiyacını karşılayan
kurumlar bulunuyordu. Vakıfların kurulduğu
tarihten itibaren devamlılık arz etmesi, nesilden nesile intikal etmesi ve
dokunulmaz niteliğinin bulunması da bu müessesenin sürdürülebilirliğinin temel
şartları olmuştur.
İstanbul’un fethiyle
birlikte şehrin imarı için Fatih Sultan Mehmet bizzat kendisi vakıf kurmuş ve Fatih
Külliyesi’nin inşasına başlamıştır. Külliyenin meşhur vakfiyesinde İstanbul’un
imarındaki temel idraki ve bütün Osmanlı şehirlerinin kuruluş felsefesini
ortaya koyan şu beyti görüyoruz:
“Hüner bir şehir bünyâd itmekdür
Reaya kalbin abâd itmekdür”
İstanbul’un fethinden 8 yıl
sonra 24 Ekim 1461’de Fatih Sultan Mehmed tarafından Osmanlı medeniyet
coğrafyasına en doğudaki müzeyyen şehir
olarak katılan Trabzon'da fetihle birlikte yoğun imar faaliyetleri başlar. Bu
faaliyetlerde Trabzon’da kurulan Vakıfların her alanda önemli katkıları vardır.
Trabzon Vakıflarıyla ilgili bugüne
kadar derli toplu bir çalışma yapılmamış, sadece 1948 yılında Trabzon Vakıflar
Müdürü Mehmet Kurnaz tarafından “Trabzon’da
35 Vakfa ait notlar” başlığıyla küçük ama önemli bir eser yayınlanmıştır.
Ne yazık ki, bugüne kadar ne
Vakıflar Genel Müdürlüğü, ne şehrin Üniversitesi ne de ilgili kurumlar Trabzon
Vakıfları’yla ilgili hiçbir çalışma yapmamışlardır. Bu nedenle, Trabzon’u medeniyet şehri haline getiren bu
temel müessesenin şehrin her bir karesine sinmiş ruhu anlaşılamamış,
hissedilememiştir.
Nihayet bu büyük noksanlık
giderilmiş; şehir tarihi açısından çok önemli bir kaynak olan Trabzon Vakıfları
ile ilgili ilk defa eksiksiz bir çalışma kitap olarak yayınlanmıştır.
Uzun yıllar Vakıflar Genel
Müdürlüğü bünyesinde çeşitli görevlerde bulunan ve en son Genel Müdür
Yardımcılığı yapmış olan Trabzon/Çaykara’lı dostumuz Süleyman Dinç’in
hazırladığı, “Fetihten Günümüze
Trabzon Vakıfları” adlı hacimli kitap İstanbul Aydın Üniversitesi
tarafından yayımlandı. Dinç bu kitabın yanında ayrıca “Geçmişten Günümüze Rize Vakıfları” adıyla bir başka
çalışmasını da ilgililerin istifadesine sundu. Bu, kaynak niteliğindeki
eserlerden ilgili kurum ve şahısların faydalanacağını ümit ediyoruz.
Dinç, kitabın önsözünde,
çalışmanın amacını “Fetihten başlayarak
günümüze kadar Trabzon’da kurulan vakıflar hakkında fikir vermek, vakıf
kurucularını hayırla yâd etmek ve bu müesseselere sahip çıkmak” olarak açıklıyor.
Dinç, Trabzon'da 1531
yılında kurulan ilk vakıftan günümüze kadar kurulmuş toplam 1.245 adet vakıf
hakkında künyelerini, birçoklarının da ayrıntılı vakfiyelerini içerecek biçimde
bilgiler vermekte; ayrıca bugünkü ilçelere göre
“Vakfın Adı, Vakfeden, Vakfın kurulduğu yer, Nâm-ı diğer, Lâkabı,
Vakfiye tarihi, Vakfedilen mal, Vakfiyenin kayıtlı olduğu defter, VGM Arşivinde
bulunan belgeler ve Vakfın Türü” başlıkları altında tasnif etmektedir. Söz konusu
1.245 vakfın 1.035 tanesi fetih yılı 1461’den 1926’ya kadar, 135 tanesi
1926-1967 arasında, 75 tanesi de 1967’den günümüze kadar kurulmuştur.
Eserdeki vakfiyelerden
sadece bir örnek verelim. Fetihten sonra 1531 yılında Trabzon’da ilk Vakıf olan
Trabzon Beylerbeyi İskender Paşa’nın kurduğu “İskender Paşa bin Mustafa Bey” Vakfının vakfiyesi Allahü
Azimüşşan’a Hamd-ü Sena, Hz. Peygamber ve ashab-ı kirama salât ve selâm ile
başlıyor ve şu ibarelere yer veriyor: Muhakkak dünya meserret karargâhı değil, aldatıcı bir yer ve kaçılacak bir
mahal olup, karar kılacak yer değildir. Nimetleri zevale mâruz ve içinde
oturanlar göçücü misafirlerdir. Fevz ve necat sahipleri dünyayı kendileri için
azık edinenlerdir ve ihtiyaç zamanı için azık ittihaz ve infak edenlerdir.
Vakıf dahi bir hasenedir. Faideleri sağlık ve ölüm hallerinde yenilenir nitekim
Seyyidimiz ve Peygamberimiz S.A.V. hadis-i şerifile sadaka-i cariyeye teşvik buyurmuştur.”
Devamla “Cenab-ı Hak
dahi büyük emirlerin emiri fukara ve yetimlerin yardımcısı hayrat ve hasenat
sahibi; ulema, suleha ve sadatın muhibbi Mustafa Bey oğlu Hazret-i
İskender Paşa’yı tevfikına mazhar kılınca fukaraya hayırlı yardımı, ulema ve
sulehaya izzet ü ikramı hasebiyle çokça ecir ile mükafat buyursun. İnsan
yediğini tüketmiş, giydiğini eskitmiş, tasadduk ettiğini ibka etmiş olduğunu
anladı da kalb-i selîm’den maada mal ve evlâdın faide menfaat vermediği kıyamet
gününde azîm olan Cenab-ı Hakk’ın sevabını talep ve elîm olan azabından
kaçınarak bu vakıfların suduruna kadar elinden ve taht-ı tasarrufunda ve
havza-i temellükünde bulunan halis ve safi emvalini niyet-i halisa ve
taviyyet-i safiye ile vakıf ve habs ve tebid ve tasadduk eyledi. “ izahlarıyla
Vakfettiği şeyleri ayrıntısıyla belirtir. İskender Paşa’nın Vakfettiği
eserler arasında 2 hamamın tamamı, mahzenler, dükkânlar, hanlar, menziller,
mezralar, değirmeler, camiler, medreseler, bağ ve bahçeler, medresede
okuyanların tüm ihtiyaçları vardır.
Vakfiyenin sonunda “Binaenaleyh
evkaf-ı mezkure bir vakf-ılazım oldu, satılamaz, rehin verilemez ve alınamaz,
hibe edilemez varislerinin hayırlısı olan, Cenab-ı Hak küre-i arza ve
üzerindekilere varis olduğu tezahür edinceye kadar kimseye miras kalamaz.
Vakıfın ecir ve sevabı hayyü Mübin sıfatlarıyla muttasıf olan Cenab-ı Hakk’a aittir.
Bunları duyduktan sonra her kim tebdil ederse vizr ü vebal tebdil edenlere
aittir.” Şeklinde sorumluluk gerektiren bir vebal
vardır.
Bu vakfiyeden de görüldüğü
gibi vakıflar; medeniyet tasavvurumuzun
bizlere emanet kalan eserler üzerinden okunmasına dair önemli müesseselerdir.
Arşivlerimizde hâlâ
incelenmemiş, üzerinde çalışılmamış bu nitelikte milyonlarca belge bulunmakta,
ama ne yazık ki gereken ilgiyi görememektedir.
Öncelikle Vakıflar Genel
Müdürlüğü’nün yapması gereken, arşivlerdeki Osmanlı dönemine ait bütün
vakfiyeleri günümüz diline aktarmasıdır. Böylece medeniyet dünyamızın bu önemli
metinlerinden bugünkü nesiller haberdar olur ve istifa ederler. Ancak, ne siyasîlerde
ne de bürokratlarda böylesine bir tarihî vakıf ve şehir idrakinin olmadığı mevcut
durumdan anlaşılıyor. Onun için de görevlilerin yapmadığını “meraklı”lar ve
şehrine karşı “mensubiyet mes’uliyeti
doğurur” sorumluluğunu taşıyanlar yapıyor.
Dostumuz Süleyman Dinç’i ve
eseri yayınlanan İstanbul Aydın Üniversitesi’ni Trabzon ve ülke irfan hayatına
kazandırdığı bu önemli eserden dolayı tebrik ediyor, yeni çalışmalar bekliyoruz.