8 Aralık 2014 Pazartesi

ŞEHİR KOKUSU

Yahya Düzenli


Yeni doğmuş bir bebeğin kokusunu hiç içinize çektiniz mi? Terinin kokusu akciğerlerinize dolar, içinizi rahatlatır. Her kokladığınızda vücudunun terinden yayılan rayiha başınızı döndürür adeta. Her kucağınıza aldığınızda ayrı bir koku alırsınız ondan. Bizim geleneğimizde yeni doğan çocuğun doğar doğmaz, kundağa sarmadan annesinin kucağına verilmesi ise çocuğun annesini kokusundan tanıması içindir. Kokuların iki taraflı uyuşması... 

Yaratılan her şeyin bir kokusu var. Koku, yaratıcının insanlara bahşettiği büyük bir lütuf.

Üstad Necip Fazıl “Koku” başlıklı bir yazısında şunları söyler:

“Kokuyu nasıl güzeliyle en erişilmez, çirkiniyle de en tiksinilir bir tesir sahibi kabul etmeyeyim ki, Kâinatın Efendisi bu dünyada kendilerine sevdirilen üç şeyin arasına güzel kokuyu da katarlar. Güzeli tayinde miyar koku olduğu gibi çirkini tespitte de ölçü yine o…

Annemizin süt beyaz tülbentten başörtüsü cennet kokmaz mı? Sevdiğimiz eli öperken aldığımız ten kokusu…

Deniz kokusu, kır kokusu, toprak kokusu… Her biri mahiyetinden bir (senfoni) zenginliğiyle haber veren his vasıtaları…”

Peki, şehrinizin kokusunu hiç içinize çektiniz, hissettiniz ve ciğerlerinizi onunla doldurdunuz mu?

Bir şehrin kokusu nasıl hissedilir?

Yaşadığınız şehrin kokusunu alabiliyor musunuz? 
Şehrin çocukları annelerini kokularından tanıyabiliyor mu?

Kelâm-ı Kadîm’de mukaddes şehir Mekke-i Mükerreme’den “ümm-ül kurâ” olarak bahsedilir. Yâni şehirlerin anası. Mekke’nin bu vasfı bize çok şeyler söylüyor. Yeryüzünün ilk şehri Mekke, bütün şehirlerin anası olarak kokusunu kendinden doğan bütün şehirlere ulaştırmak istiyor ama kimisi bu kokuyu alamıyor, kimisi anasının kucağına sığınan bir çocuk gibi onun sıcaklığına bürünüyor. Kudüs, Medine, Bağdat, Şam, Buhara, Kahire, Semerkand, İstanbul, Bursa gibi.

Şehirlerimizin kokusunu öylesine kaybettik ki şehir bizim kokumuza, biz de şehrimizin kokusuna yabancılaştırıldık. Artık koku diye bir ‘hassa’mız kalmadı.

Tanpınar’ın Bursa’yı anlatırken “Cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu. Duvar, kubbe, kemer, mihrap, çini, hepsi Yeşil’de dua eder, Muradiye’de düşünür ve Yıldırım’da harekete hazır, göklerin derinliğine susamış bir kartal hamlesiyle ovanın üstünde bekler. Hepsinde tek bir ruh terennüm eder.“ dediği ruh, muhteşem medeniyet şehrinin kokusudur.

Kadîm medeniyet şehirlerin kokuları uzak coğrafyalardan da hissedilir. Mekke’nin, Medine’nin, Kudüs’ün kokusu Buhara’dan, Semerkand’dan, Belh’ten, Bağdat’tan, Şam’dan, Saraybosnna’dan, Kurtuba’dan, İstanbul’dan, Bursa’dan, Konya’dan, Amasya’dan, Trabzon’dan yükselir.

Bu kokuyu bugün şehirlerimizden alamıyoruz. Şehirlerimiz yerel yöneticiler, TOKİ, müteahhitler, siyasetçiler ve diğer rant muhterisleri tarafından öyle hale getirildi ki artık şehirlerimizin kendi öz kokuları kalmadı.

Şehirlerimiz bizi bir “anne sıcaklığı”nda kucağına alamıyor. Vücuda sonradan takılan bir protez gibiyiz şehirlerimizde. Çocukluğumuzu yaşadığımız şehri terk edip yıllar sonra geri döndüğümüzde şehrin kokusu değişiyor veya kokusunu duyamıyoruz. Bu hal karşısında şehrimize yabancılaşıyor ve “acaba başka bir şehre mi geldim?” diye ürpererek kendimize soruyoruz.

Modern zaman şehirlerini beton gökdelenler, AVM’ler, rezidanslar gibi gayr-i insanî mekânların kütlelerinden yayılan koku kaplar. Bu koku şehir insanında kasveti, kaosu, huzursuzluğu, endişeyi artırır. Üzerinize sinen bu kokunun muhataplarında çekici bir tarafı yoktur, aksine sizden ve şehirden kaçan, uzaklaştıran bir etkisi vardır.

Şehrimizin kokusunu alamıyorsak ya bizde koku alma duyusu kaybı var ya da şehrimiz kokusunu kaybetmiştir. Koku kaybı insana verilmiş bir ceza, bir azap.

Kimi şehir tarih kokar, kimi kitap, kimi coğrafya, kimi tabiat,  kimi müze, kimi mermer, kimi mutfak, kimi savaş, kimi çimento ve beton, kimi endüstriyel atıklar ve yakıt, kimi müzik… Anlayacağınız kimi keyiflidir şehirlerin kimi kasvetli. Siluetlerinden yayılan bu kokulardır onlara doğru çeken veya onlardan bizi uzaklaştıran.

Yeni doğmuş çocuğun anasının kokusuna olan bağlılığı neyse, insanın da şehrinin kokusuna olan bağımlılığı odur.

Şüphesiz, şehrin bizi çeken ve sarmalayan kokusunun da bir kaynağı var, o da şehrin dokusu. Dokusu yitmiş, bozulmuş, mutasyona uğramış şehirlerin rayihası da bozulmuştur. Bize anlattığı hiçbir masal kalmamış bir şehrin, kokusundan bile nasiplenemediğimiz bir şehrin, kokusuyla birlikte dokusu da harap olmuş bir şehrin çaresiz yabancılarıyız artık.

Dokusuyla birlikte kokusu da bozulmuş bu şehirde bizi ancak şehrin korkusu karşılıyor.

İnsanî mekânın bitimiyle birlikte hassalarını da yitirmiş kitlelerin âmâlar gibi koku ile bile keşfedecekleri bir şehir kalmadı artık.

Her yanı yöresi estetik sefaletin destanlarıyla imzalanmış ve bize gerçek hayatın anıtları diye yutturulmaya çalışılan şehirlerimizde, artık kandilimizin ışığını aydınlatacak havaya, nefes alacak oksijene muhtacız.

Bebeklerin anne kokusu, annelerin bebek kokusu, insanının hayat kokusu alamadığı bir düzende şehirlerimizle birlikte kimliğimiz, estetiğimiz, ruhumuz, bakışımız, yorumumuz, anlayışımız… velhasıl bizi var eden ruh kökümüze ait ne varsa gaddar şehir yıkıcılarının elinde yok olmuş, tarumar olmuş, yitip gitmiştir.

Ey şehrin kokusu!

Ey bir zamanlar varlığımızın nişanesi, şimdi moloz yığınları arasında yatan güzel şehrin güzel dokusu! Seni bir zamanlar var eden mimarların, sakinlerin, sahiplerin vardı. Şimdi seni toprağa karıştırmış başka mimarların var. Mekanik ve metalik hale getirilmiş şehrin fatihleri şimdi onlar.

Veyl olsun, koku veremeyen şehirlere!
Veyl olsun, şehrin kokusunu yok edenlere!


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder