Yahya Düzenli
Yeni doğmuş bir
bebeğin kokusunu hiç içinize çektiniz mi? Terinin kokusu akciğerlerinize dolar,
içinizi rahatlatır. Her kokladığınızda vücudunun terinden yayılan rayiha
başınızı döndürür adeta. Her kucağınıza aldığınızda ayrı bir koku alırsınız
ondan. Bizim geleneğimizde yeni doğan çocuğun doğar doğmaz, kundağa sarmadan
annesinin kucağına verilmesi ise çocuğun annesini kokusundan tanıması içindir.
Kokuların iki taraflı uyuşması...
Yaratılan her şeyin
bir kokusu var. Koku, yaratıcının insanlara bahşettiği büyük bir lütuf.
Üstad Necip Fazıl
“Koku” başlıklı bir yazısında şunları söyler:
“Kokuyu nasıl güzeliyle en erişilmez, çirkiniyle de en
tiksinilir bir tesir sahibi kabul etmeyeyim ki, Kâinatın Efendisi bu dünyada
kendilerine sevdirilen üç şeyin arasına güzel kokuyu da katarlar. Güzeli
tayinde miyar koku olduğu gibi çirkini tespitte de ölçü yine o…
Annemizin süt beyaz tülbentten başörtüsü cennet kokmaz
mı? Sevdiğimiz eli öperken aldığımız ten kokusu…
Deniz kokusu, kır kokusu, toprak kokusu… Her biri
mahiyetinden bir (senfoni) zenginliğiyle haber veren his vasıtaları…”
Peki, şehrinizin
kokusunu hiç içinize çektiniz, hissettiniz ve ciğerlerinizi onunla doldurdunuz
mu?
Bir şehrin kokusu
nasıl hissedilir?
Yaşadığınız şehrin kokusunu alabiliyor musunuz?
Şehrin çocukları
annelerini kokularından tanıyabiliyor mu?
Kelâm-ı Kadîm’de
mukaddes şehir Mekke-i Mükerreme’den “ümm-ül kurâ” olarak bahsedilir. Yâni şehirlerin anası. Mekke’nin bu vasfı
bize çok şeyler söylüyor. Yeryüzünün ilk şehri Mekke, bütün şehirlerin anası
olarak kokusunu kendinden doğan bütün şehirlere ulaştırmak istiyor ama kimisi
bu kokuyu alamıyor, kimisi anasının kucağına sığınan bir çocuk gibi onun sıcaklığına
bürünüyor. Kudüs, Medine, Bağdat, Şam, Buhara, Kahire, Semerkand, İstanbul, Bursa
gibi.
Şehirlerimizin
kokusunu öylesine kaybettik ki şehir bizim kokumuza, biz de şehrimizin kokusuna
yabancılaştırıldık. Artık koku diye bir ‘hassa’mız kalmadı.
Tanpınar’ın Bursa’yı
anlatırken “Cedlerimiz inşa etmiyorlar,
ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları
vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu. Duvar, kubbe,
kemer, mihrap, çini, hepsi Yeşil’de dua eder, Muradiye’de düşünür ve
Yıldırım’da harekete hazır, göklerin derinliğine susamış bir kartal hamlesiyle
ovanın üstünde bekler. Hepsinde tek bir ruh terennüm eder.“ dediği ruh, muhteşem
medeniyet şehrinin kokusudur.
Kadîm medeniyet
şehirlerin kokuları uzak coğrafyalardan da hissedilir. Mekke’nin, Medine’nin,
Kudüs’ün kokusu Buhara’dan, Semerkand’dan, Belh’ten, Bağdat’tan, Şam’dan, Saraybosnna’dan,
Kurtuba’dan, İstanbul’dan, Bursa’dan, Konya’dan, Amasya’dan, Trabzon’dan yükselir.
Bu kokuyu bugün
şehirlerimizden alamıyoruz. Şehirlerimiz yerel yöneticiler, TOKİ, müteahhitler,
siyasetçiler ve diğer rant muhterisleri tarafından öyle hale getirildi ki artık
şehirlerimizin kendi öz kokuları kalmadı.
Şehirlerimiz bizi
bir “anne sıcaklığı”nda kucağına
alamıyor. Vücuda sonradan takılan bir protez gibiyiz şehirlerimizde.
Çocukluğumuzu yaşadığımız şehri terk edip yıllar sonra geri döndüğümüzde şehrin
kokusu değişiyor veya kokusunu duyamıyoruz. Bu hal karşısında şehrimize
yabancılaşıyor ve “acaba başka bir şehre
mi geldim?” diye ürpererek kendimize soruyoruz.
Modern zaman
şehirlerini beton gökdelenler, AVM’ler, rezidanslar gibi gayr-i insanî mekânların
kütlelerinden yayılan koku kaplar. Bu koku şehir insanında kasveti, kaosu,
huzursuzluğu, endişeyi artırır. Üzerinize sinen bu kokunun muhataplarında
çekici bir tarafı yoktur, aksine sizden ve şehirden kaçan, uzaklaştıran bir
etkisi vardır.
Şehrimizin kokusunu
alamıyorsak ya bizde koku alma duyusu kaybı var ya da şehrimiz kokusunu
kaybetmiştir. Koku kaybı insana verilmiş bir ceza, bir azap.
Kimi şehir tarih
kokar, kimi kitap, kimi coğrafya, kimi tabiat,
kimi müze, kimi mermer, kimi mutfak, kimi savaş, kimi çimento ve beton,
kimi endüstriyel atıklar ve yakıt, kimi müzik… Anlayacağınız kimi keyiflidir
şehirlerin kimi kasvetli. Siluetlerinden yayılan bu kokulardır onlara doğru
çeken veya onlardan bizi uzaklaştıran.
Yeni doğmuş çocuğun
anasının kokusuna olan bağlılığı neyse, insanın da şehrinin kokusuna olan bağımlılığı
odur.
Şüphesiz, şehrin
bizi çeken ve sarmalayan kokusunun da bir kaynağı var, o da şehrin dokusu. Dokusu
yitmiş, bozulmuş, mutasyona uğramış şehirlerin rayihası da bozulmuştur. Bize
anlattığı hiçbir masal kalmamış bir şehrin, kokusundan bile nasiplenemediğimiz
bir şehrin, kokusuyla birlikte dokusu da harap olmuş bir şehrin çaresiz
yabancılarıyız artık.
Dokusuyla birlikte
kokusu da bozulmuş bu şehirde bizi ancak şehrin korkusu karşılıyor.
İnsanî mekânın
bitimiyle birlikte hassalarını da yitirmiş kitlelerin âmâlar gibi koku ile bile
keşfedecekleri bir şehir kalmadı artık.
Her yanı yöresi
estetik sefaletin destanlarıyla imzalanmış ve bize gerçek hayatın anıtları diye
yutturulmaya çalışılan şehirlerimizde, artık kandilimizin ışığını aydınlatacak
havaya, nefes alacak oksijene muhtacız.
Bebeklerin anne
kokusu, annelerin bebek kokusu, insanının hayat kokusu alamadığı bir düzende
şehirlerimizle birlikte kimliğimiz, estetiğimiz, ruhumuz, bakışımız, yorumumuz,
anlayışımız… velhasıl bizi var eden ruh kökümüze ait ne varsa gaddar şehir
yıkıcılarının elinde yok olmuş, tarumar olmuş, yitip gitmiştir.
Ey şehrin kokusu!
Ey bir zamanlar varlığımızın
nişanesi, şimdi moloz yığınları arasında yatan güzel şehrin güzel dokusu! Seni
bir zamanlar var eden mimarların, sakinlerin, sahiplerin vardı. Şimdi seni toprağa
karıştırmış başka mimarların var. Mekanik ve metalik hale getirilmiş şehrin fatihleri şimdi onlar.
Veyl olsun, koku
veremeyen şehirlere!
Veyl olsun, şehrin
kokusunu yok edenlere!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder