23 Aralık 2014 Salı

ŞEHRE ŞAHİTLİK, ŞEHRE AİT ÖLÜLER veya ÖLÜ ŞEHİRDE CANLILAR

Yahya Düzenli
Rivayet edilir ki; kadîm zamanların medeniyet şehirlerinde ölüler de canlılar da şehre şahitlik ederdi. Çünkü şehir onları böyle bir şahitliğe çağırırdı. Şahitlik… İnsanın şehre, şehrin de insana tanıklık etmesi, fehm etmesi, aidiyet idraki…  

Bu anlamda şehir, varlığını insana hissettirir. İnsanın da şehri sahiplenen, kuşatan bir irfana sahip olması gerekir.

Peki, ölüler şehre nasıl şahitlik eder? Bu soruya verilecek cevap Yunus Emre’nin;  “Hor bakma sen toprağa, Toprakta neler yatur” mısraındaki derinliktir. Aslında şahitlikten kastımız, “ölüp de ölmeyenler”dir.

Büyük ârif Molla Camî meşhur eseri “Nefahât”ta Ebu Abdullah Antâkî’yi ve Davud-ı Antakî’yi anlatırken “Antakya bir beldenin ismidir ki Habib Neccar ile Davud-ı Antakî oradadır” der. Bu mânâda, bir şehrin toprağın altındakilere nispet edilerek tanımlanması, şâhitlik derecesindeki ölülerin şehre şahitlik etmelerine misaldir.  Onun içindir ki başta peygamber şehirleri Mekke, Medine ve Kudüs olmak üzere, ehl-i hikmet ve irfânın şehirleri Bağdat, Şam, Buhara, Semerkand, Kahire, İstanbul, Konya, Bursa, Trabzon ... ‘vaktin şehirleri’ olarak geçmişleriyle olduğu kadar, bugünkü varlıklarıyla da ‘taçlanmış şehir’lerdir. 

Hayatla ölümün birbirinden ayrılmadığı zamanların şehirlerinde mezarlıklar, şehrin tabii bir parçası ve hatta organı idi. Maddi manada da şehre şahitlik ediyorlardı ve şehirli âdemoğluna ölümü, ebedi hayatı hatırlatırlardı, ‘nekropol’ değildi. Şimdi ise kabristanlar ve onların temsil ettiği mânâ şehirden dışarı (şehir dışına) atılıyor. Adeta ‘geri dönüşümü olmayan atık’ haline getirilerek kendimize yabancılaştırılıyoruz. Böylece, insan görüş, tasavvur ve tefekkür menzilinden de uzaklaştırılıyor... Ölümün ve ölünün dili şehri terk ettikten beri mezarlıklarımız yaşayanlara mesaj veremiyor, yaşayanlar da mezarların ve mezardakilerin ‘dili’ni anlayamıyor.

Böyle bir idrak ve irfan bugünün modern zaman şehirlerinde var mıdır?

Her türlü canlının sadece biyolojik hayatını sürdürmek için yaşadığı ve ‘varolmak için yok etmek zorunda’ olduğu tabii ormanlarla; modern zamanlarda “şehir” diye dayatılan beton ormanlarında yaşayan insan denilen ‘biyolojik canlı’ arasında ne fark kalmıştır! Modern zaman şehirlerinde insanlar vahşi doğal ortamlara geri mi dönüyor! Nasıl böyle bir benzerlik kurabiliyoruz! Çünkü mekânın vahşeti insanın ruhuna siniyor ve insan da vahşileşiyor.

Tabii ormanların değişik türdeki canlıları ormanın derinliklerinde kendilerine uygun bir “yer” edinirler, yuva yaparlar. Ormanın ekolojik dengesi ve doğal atmosferini tahrip etmezler. Yalnız “insan denen yaratık”tır ki, ihya etmek zorunda olduğu yaşama alanını imha eder.

Şehir diye tıkıldığımız beton ormanlarında başkalaşım geçirmiş canlılar halinde sabah hücrelerimizi terk ediyor, adeta ava çıkıyor, akşam tekrar beton ormanlarındaki ‘yer’lerimize dönüyoruz.

Bu şehirlerde şehre ait ölüler veya ölü şehirlerdeki canlılardan farkımız yok. Aslında nereye ait olduğumuzu bilmiyoruz ve bunu dert de etmiyoruz. Çünkü böyle bir ontolojik ihtiyaç duymuyoruz. Bu hali Sedat Umran “Mankenlerin Yalnızlığı” şiirinde şöyle dile getiriyor:

“Duymazlar korkuyu ve utangaçlığı,
çarpmayan yüreklerinde soğumuş duyguları,
dalgın bakışlarında yaşamanın kaçtığı;
vitrinlerin aydınlık odalarında unutulmuş ölüler.

Bilmezler sevmek nedir, acımak nedir ki,
çözemezler içlerinde düğümlenen sessizliği,
duyarlar zamanın çağıltısını bir musiki
kadar okşayıcı, uzakta akıp giden.”

İnsanoğlunun durumu bu kadar mı trajik, bu kadar mı dehşetengiz? Evet!

Şehirde herkes bir mânâda ölüdür… Ayakta kalan, canlı olan sadece beton bloklardır. Ancak şehrin bütün ölüleri kendilerini canlı zannetmektedir.

Rezidansların, AVM’lerin, plazaların, güvenlikli sitelerin, gökdelenlerin, TOKİ konutlarının, iş kulelerinin kıyamet alametleri gibi şehri istilâ ettiği, bu heyulâlar arasında “yiyecek arayan” canlılar gibi koşuşturan insanoğlu’nun hali ve akıbeti vahim!

Asıl vahimi; insanoğlu bir yere “ait olma” ve “tutunma ihtiyacı”na dair hassasını kaybetti!

Uyuşturucuya alıştırılan insan nasıl ki onsuz yaşayamıyorsa, bizler de şehir diye bağımlı hale getirdikleri uyuşturucudan da kopamıyor, onun ciğerlerimizi çürüten kaosunu her an içimize çekerek yaşadığımızı zannediyoruz.

Ne şehre şahitlik edebiliyoruz, ne de yaşadığımız şehir bize şahitlik ediyor.

Şehre şahitlik edemeyince de şehre ait olmayan ölüler veya ölü şehirde mikroorganizmalar halinde var olmaya devam edeceğiz.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder