Yahya
Düzenli
Rivayet edilir
ki; kadîm zamanların medeniyet şehirlerinde ölüler de canlılar da şehre
şahitlik ederdi. Çünkü şehir onları böyle bir şahitliğe çağırırdı. Şahitlik… İnsanın
şehre, şehrin de insana tanıklık etmesi, fehm etmesi, aidiyet idraki…
Bu anlamda
şehir, varlığını insana hissettirir. İnsanın da şehri sahiplenen, kuşatan bir
irfana sahip olması gerekir.
Peki, ölüler
şehre nasıl şahitlik eder? Bu soruya verilecek cevap Yunus Emre’nin; “Hor bakma sen toprağa, Toprakta neler yatur”
mısraındaki derinliktir. Aslında şahitlikten kastımız, “ölüp de ölmeyenler”dir.
Büyük ârif
Molla Camî meşhur eseri “Nefahât”ta Ebu Abdullah Antâkî’yi ve Davud-ı Antakî’yi
anlatırken “Antakya bir beldenin ismidir
ki Habib Neccar ile Davud-ı Antakî oradadır” der. Bu mânâda, bir şehrin
toprağın altındakilere nispet edilerek tanımlanması, şâhitlik derecesindeki
ölülerin şehre şahitlik etmelerine misaldir.
Onun içindir ki başta peygamber şehirleri Mekke, Medine ve Kudüs olmak
üzere, ehl-i hikmet ve irfânın şehirleri Bağdat, Şam, Buhara, Semerkand, Kahire,
İstanbul, Konya, Bursa, Trabzon ... ‘vaktin
şehirleri’ olarak geçmişleriyle olduğu kadar, bugünkü varlıklarıyla da
‘taçlanmış şehir’lerdir.
Hayatla
ölümün birbirinden ayrılmadığı zamanların şehirlerinde mezarlıklar, şehrin
tabii bir parçası ve hatta organı idi. Maddi manada da şehre şahitlik
ediyorlardı ve şehirli âdemoğluna ölümü, ebedi hayatı hatırlatırlardı,
‘nekropol’ değildi. Şimdi ise kabristanlar ve onların temsil ettiği mânâ
şehirden dışarı (şehir dışına) atılıyor. Adeta ‘geri dönüşümü olmayan atık’
haline getirilerek kendimize yabancılaştırılıyoruz. Böylece, insan görüş,
tasavvur ve tefekkür menzilinden de uzaklaştırılıyor... Ölümün ve ölünün dili
şehri terk ettikten beri mezarlıklarımız yaşayanlara mesaj veremiyor,
yaşayanlar da mezarların ve mezardakilerin ‘dili’ni anlayamıyor.
Böyle bir idrak ve irfan bugünün
modern zaman şehirlerinde var mıdır?
Her türlü
canlının sadece biyolojik hayatını sürdürmek için yaşadığı ve ‘varolmak için
yok etmek zorunda’ olduğu tabii ormanlarla; modern zamanlarda “şehir” diye
dayatılan beton ormanlarında yaşayan
insan denilen ‘biyolojik canlı’ arasında ne fark kalmıştır! Modern zaman
şehirlerinde insanlar vahşi doğal ortamlara geri mi dönüyor! Nasıl böyle bir
benzerlik kurabiliyoruz! Çünkü mekânın vahşeti insanın ruhuna siniyor ve insan
da vahşileşiyor.
Tabii
ormanların değişik türdeki canlıları ormanın derinliklerinde kendilerine uygun
bir “yer” edinirler, yuva yaparlar. Ormanın ekolojik dengesi ve doğal
atmosferini tahrip etmezler. Yalnız “insan denen yaratık”tır ki, ihya etmek
zorunda olduğu yaşama alanını imha eder.
Şehir diye
tıkıldığımız beton ormanlarında başkalaşım geçirmiş canlılar halinde sabah hücrelerimizi
terk ediyor, adeta ava çıkıyor, akşam tekrar beton ormanlarındaki ‘yer’lerimize
dönüyoruz.
Bu
şehirlerde şehre ait ölüler veya ölü şehirlerdeki canlılardan farkımız yok.
Aslında nereye ait olduğumuzu bilmiyoruz ve bunu dert de etmiyoruz. Çünkü böyle
bir ontolojik ihtiyaç duymuyoruz. Bu hali Sedat Umran “Mankenlerin Yalnızlığı”
şiirinde şöyle dile getiriyor:
“Duymazlar korkuyu ve
utangaçlığı,
çarpmayan yüreklerinde soğumuş
duyguları,
dalgın bakışlarında yaşamanın
kaçtığı;
vitrinlerin aydınlık odalarında
unutulmuş ölüler.
Bilmezler sevmek nedir, acımak
nedir ki,
çözemezler içlerinde düğümlenen
sessizliği,
duyarlar zamanın çağıltısını bir
musiki
kadar okşayıcı, uzakta akıp
giden.”
İnsanoğlunun
durumu bu kadar mı trajik, bu kadar mı dehşetengiz? Evet!
Şehirde
herkes bir mânâda ölüdür… Ayakta kalan, canlı olan sadece beton bloklardır.
Ancak şehrin bütün ölüleri kendilerini canlı zannetmektedir.
Rezidansların,
AVM’lerin, plazaların, güvenlikli sitelerin, gökdelenlerin, TOKİ konutlarının,
iş kulelerinin kıyamet alametleri gibi şehri istilâ ettiği, bu heyulâlar
arasında “yiyecek arayan” canlılar gibi koşuşturan insanoğlu’nun hali ve
akıbeti vahim!
Asıl vahimi;
insanoğlu bir yere “ait olma” ve “tutunma ihtiyacı”na dair hassasını kaybetti!
Uyuşturucuya
alıştırılan insan nasıl ki onsuz yaşayamıyorsa, bizler de şehir diye bağımlı
hale getirdikleri uyuşturucudan da kopamıyor, onun ciğerlerimizi çürüten
kaosunu her an içimize çekerek yaşadığımızı zannediyoruz.
Ne şehre
şahitlik edebiliyoruz, ne de yaşadığımız şehir bize şahitlik ediyor.
Şehre
şahitlik edemeyince de şehre ait olmayan ölüler veya ölü şehirde
mikroorganizmalar halinde var olmaya devam edeceğiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder