Yahya Düzenli
Bir şehrin
genetiğiyle bir kez oynandı mı şehir artık kendisi olmaktan çıkıyor, kendisine
yabancılaşıyor, başkalaşıyor. Artık tarihî kimliği, kadîm şahsiyeti yok oluyor.
Bu genetik katliam doğrudan yok ediş
biçiminde cereyan ettiği gibi, çoğu kez de gelebilecek muhtemel itirazları
önlemek için, tedricî biçimde ve zamana yayarak gerçekleştirilebiliyor.
Genetiğe müdahale bir kez gerçekleşti mi artık o şehrin organizması kendisini
bir daha toparlayamıyor, kendine gelemiyor. Genetiğin bozulması demek, şehir birikiminin
kodlarının hafızadan silinmesi demek.
Genetik bozulma,
bütün canlılarda olduğu gibi şehirde de bulaşıcı bir enfeksiyon etkisi meydana
getiriyor ve beklenmeyen, kontrol edilemeyen tümörleşmiş organların üremesine sebep
oluyor.
Ülkemiz,
hiçbir ülkede görülmeyecek bir şekilde, bu genetik
bozulmayı doğrudan ve tedricen yaşamış olup, halen de bu genetik bozulma birçok
şehrimizde kaotik bir biçimde devam etmektedir.
Şehirlerimizin
tarihî dokuları başta olmak üzere tüm organlarına sirayet eden şahsiyet kaybımızın
ana kırılma noktası Tanzimat’la başlamaktadır. Şehirlerimizde Tanzimat’la
birlikte başlayan tahribat ve tefessüh Cumhuriyet tarafından devralınarak
bugüne kadar getirilmiştir.
Üstad Necip Fazıl’ın “artık alafrangalığın başladığı 1839
devletiyle ondan 3 asır evvelki devlet arasındaki farkı, Topkapı Sarayına
karşılık Mecidiye Kasrı, kâşaneye mukabil kümes” diyerek kıymet hükmünü
verdiği Tanzimat dönemi…
Tarihî süreçte
şehirlerimizdeki genetik bozulmayı dört devreye ayırabiliriz.
Birinci
devre; Tanzimat’la başlayıp
Cumhuriyet’e kadar devam eden devre. Bu devrede Osmanlı’daki
modernleşme-yenileşme-reform hareketlerinin bir sonucu olarak, şehir ve mimarîde
meydana gelen “kendi olmak”tan çıkıp batının barok-rokoko tarzı mimarîsini kopyalama,
şahsiyetsizlik devremizin açılmasına sebep oldu. 1839-1923 arası 84 yıllık
dönem.
İkinci devre; Cumhuriyetin ilânıyla birlikte tarih ve medeniyet
düşmanlığıyla cinnete dönüşen şehir katliamları. Öncelikle İstanbul, Konya,
Diyarbakır… gibi tarihî şehirlerimizde yapılan katliamlar. Ayrıca yeni başkent
Ankara’yı yeniden inşa etmek için Batıdan getirilen mimarların şehri bir kobay laboratuvarına çevirmeleri,
İstanbul’da ise şehrin tarihî doku ve mekânlarının yıkımı ile başlayan, tek
parti iktidarının katliamlarıyla devam eden devre. 1923-1950 arası 27 yıllık
dönem.
Üçüncü devre; Çok partili hayata geçişle birlikte modern
şehirleşme adına yapılan şehir imar planlarının uygulamalarıyla gene
batı şehirlerinin çok kötü biçimde kopyalanması şeklinde devam eden süreçte şehirlerimiz
arabeskleştirilmiş, kaosa ve başıboşluğa terkedilmiş ve köyden şehre hızlı ve
kontrolsüz bir göç tsunamisi yaşanmıştır.
1950-2002 arası 52 yıllık karmaşa dönemi.
Dördüncü
devre ise; 2002 yılında Ak
Parti’nin iktidarıyla başlayıp, müthiş imkân, fırsat ve kaynaklara, yoğun bir “şehir ve medeniyet” söylemlerine
rağmen, “kentsel dönüşüm” uygulamaları ve devletin toplu konut aygıtı TOKİ ile
ifsât edilen şehirler ve heba edilen dönem… Bu dönemde Türkiye, tarihî şehir
birikiminin verdiği imkânı yeniden ortaya çıkarabilecek ve yaşanmaya değer şehirler
kurabilecekken, böyle bir irfan, idrak ve iradenin olmaması sebebiyle bu dönemi
heba etti. Yüzyılımızın Mimar Sinan’ı olan rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever’in ikaz, feryâd ve
tekliflerine rağmen ne yazık ki O’nu göremedi, anlayamadı. Yanından geçtiği
dağın ihtişamı karşısında gözü kamaşıp kör olan siyasetçi-şehirci-yerel yöneticilerin
hakim olduğu bir dönemden bahsediyoruz. Ne yazık ki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın
Başbakanlığı döneminde şehir konuşmalarında Turgut Cansever’den alıntılar
yapmasına rağmen ne kendisi ne de kadrosu O’nu anlayıp -adeta- bir mimarî
tecdid döneminin açılmasını sağlayamadı.
Bu kategorik
ayrımlara ve dönemlerinin siyasî iktidarlarına baktığımızda her biri
birbirinden farklı zihniyet kodlarına sahip olmasına rağmen, 175 yıllık sürecin
tamamı, şehir ve mimarîde tarihî şehir birikiminden kaçış, red ve inkâr ve son
dönemde de sadece dudak tiryakiliği şeklinde sahiplenme söz konusudur. Nitekim
Cansever de 1993 yılındaki bir söyleşisinde “Türkiye’deki
tahribatın 150 yıldır devam ettiği”nin altını çizmiştir.
O Cansever ki; bir
mimarda olması gereken irfan ve tarihî derinlikle insanın Yaratıcı ve dünya ile
olan tezyin edici rolüne ilişkin
muhteşem bir tespit yapar: “Dünya, Allah
ne yaptıysa güzel olduğu için güzel oluyor. İslâm, bu güzelliği fark etme ve
muhafaza etme mükellefiyetini yüklüyor insana. Dolayısıyla dünyanın güzelliğini
idrak etme imkânı doğuyor insan için… Dünyayı bilirken de Cenab-ı Hakk’ı bilmiş
oluyor. Bunu bilince de dünyaya karşı sorumlu hale geliyor. Bu bilince sahip
tek yaratık olunca, bu güzelliğin hüsn-ü muhafazasını da yüklenebilecek yaratık
oluyor.” Cansever, bu ontolojik idrakle insanın görevinin “ilâhî iradeye yönelik bilincini yaptığına
yansıtmak” olduğunu ifade ediyor.
Gene insan, varlık
ve mimariye ilişkin “Mimarî, insan ile
varlık arasındaki ilişkiyi, maddî, organik, ruhî ve fikrî bütün varlık alan ve
tabakalarında düzenleyen bir disiplindir. Teknolojik, iktisadî ve politik
sorunlara ek olarak insanın fikrî dünyasının tümünü kapsar. Varlık ile ilişkisini
bilinçle düzenlemek insana özgüdür. Dünya ile bilinçli ilişkisini
düzenleyemediği aşamada insan yalnızca fizyolojik bir yaratıktır” yorumunu
yapar.
Şehirlerimizdeki
yangını farkedip feryâd koparan Cansever’in, bu ontolojik derinlikten yola çıkarak
yaptığı uyarılardan biri şöyledir:
“Türk şehirlerinin sefaleti, konut sorunu ve mimarî
seviyesizlik karşısındaki kayıtsızlık ve duyarsızlık, gerçek çözümleme ve
gerçek bilginin yol göstericiliği yerine şekilciliklerin egemenliğinin tercih
edilmesi bütün Türk halkını kaba, sahte, seviyesiz ve çirkin bir biçim dünyasında yaşamaya mahkûm ederken, çok küçük
azınlıkların yabancı, taklitçi, pahalı ve gösterişçi, sözde sanat ve kültür
faaliyetlerinin desteklenmesi, hâkim kılınmaya çalışılması kabul edilemez bir
yanılgıdır...”
Ne yazık ki bu
ikazlar hiçbir zaman muhataplarında yankılanma kadar olsun bir tesir meydana
getirmemiş, Cansever şehir yangınını
farkeden ve uyaran bir münzevi mimar olarak görevini yerine
getirmiştir.
Bu feryâdları kim
anlayabilir? Niyaz-i Mısrî’nin söylediği gibi “katre nice anlasın, umman olan anlar bizi”, “her taraftan yıkılıp
viran olan anlar bizi”.
Cansever’i
anlayabilecek, onunla bazı plâtformlarla birlikte çalışmış bir Başbakan’ın
(Davutoğlu) iş başına geçtiği 2014 Türkiyesi’yle acaba yeni bir şehir idrakine kapı aralanabilecek
midir? Cansever’in 2003 yılında Başbakan’a (Erdoğan) verdiği, akıbeti meçhul
“Yeni Şehirlere Yerleşme Projesi” bile bu aralanacak kapıya ışık tutabilir diye
düşünüyoruz. Bakalım bu ümidimiz ne kadar canlı kalacak?
Temennimiz odur ki;
başta Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve TOKİ’nin bütün kadrolarıyla ıslahı,
mümkün değil ise ilga edilip, yeni bir idrak ve yol haritasıyla şehir inşasına girişilsin. Aksi halde “aldırma, böyle gelmiş bu dünya böyle gider”
anlayışıyla genetik bozulma hzla yayılacak, metastas yapmış organizma ile
kalmayıp gelecek nesillerin yaşayacağı dünyayı, iklimi, mevsimleri de bozmaya
devam edecektir.
Şehirlerimizin bu genetik bozulmadan yeni bir genetiğe
geçişi için ihtiyaç duyulan şey yeni bir şehir ve mimarî idraki ve ahlâkıdır…
Üstad Necip Fazıl ne
diyordu? “Ahlâk aşısını yepyeni ve müstakil bir fikir sistemine istinat
ettirmeden tutturmaya imkân yoktur.”
Cansever’in sıkça dile
getirdiği bir Peygamber ölçüsünü hatırlatarak bitirelim: “Hükümdarın iyisi âlimin ayağına giden, âlimin kötüsü hükümdarın
ayağına gidendir.” Bu günlerde “Yeni
Türkiye” iddialarının paranoyaya dönüşme tehlikesini hatırlatarak, Başbakan
Davutoğlu’nun rahmetli muhakkik mimar Cansever’i anlayan nâdirattan bir siyasetçi olduğuna da vurgu yaparak, seng-i musalla’dan sonra da
olsa, müthiş şehir katliamlarına, kaoslarına rağmen O’nun feryatlarına kulak
vereceğine ilişkin ümidimizi hâlâ canlı tutuyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder