2 Aralık 2014 Salı

ŞEHİRLERİMİZDEKİ “GENETİK BOZULMA” ve CANSEVER’İN İKAZLARI…

Yahya Düzenli

Bir şehrin genetiğiyle bir kez oynandı mı şehir artık kendisi olmaktan çıkıyor, kendisine yabancılaşıyor, başkalaşıyor. Artık tarihî kimliği, kadîm şahsiyeti yok oluyor. Bu genetik katliam doğrudan yok ediş biçiminde cereyan ettiği gibi, çoğu kez de gelebilecek muhtemel itirazları önlemek için, tedricî biçimde ve zamana yayarak gerçekleştirilebiliyor. Genetiğe müdahale bir kez gerçekleşti mi artık o şehrin organizması kendisini bir daha toparlayamıyor, kendine gelemiyor. Genetiğin bozulması demek, şehir birikiminin kodlarının hafızadan silinmesi demek.

Genetik bozulma, bütün canlılarda olduğu gibi şehirde de bulaşıcı bir enfeksiyon etkisi meydana getiriyor ve beklenmeyen, kontrol edilemeyen tümörleşmiş organların üremesine sebep oluyor.

Ülkemiz, hiçbir ülkede görülmeyecek bir şekilde, bu genetik bozulmayı doğrudan ve tedricen yaşamış olup, halen de bu genetik bozulma birçok şehrimizde kaotik bir biçimde devam etmektedir.

Şehirlerimizin tarihî dokuları başta olmak üzere tüm organlarına sirayet eden şahsiyet kaybımızın ana kırılma noktası Tanzimat’la başlamaktadır. Şehirlerimizde Tanzimat’la birlikte başlayan tahribat ve tefessüh Cumhuriyet tarafından devralınarak bugüne kadar getirilmiştir.
 
Üstad Necip Fazıl’ın “artık alafrangalığın başladığı 1839 devletiyle ondan 3 asır evvelki devlet arasındaki farkı, Topkapı Sarayına karşılık Mecidiye Kasrı, kâşaneye mukabil kümes” diyerek kıymet hükmünü verdiği Tanzimat dönemi…

Tarihî süreçte şehirlerimizdeki genetik bozulmayı dört devreye ayırabiliriz.

Birinci devre; Tanzimat’la başlayıp Cumhuriyet’e kadar devam eden devre. Bu devrede Osmanlı’daki modernleşme-yenileşme-reform hareketlerinin bir sonucu olarak, şehir ve mimarîde meydana gelen “kendi olmak”tan çıkıp batının barok-rokoko tarzı mimarîsini kopyalama, şahsiyetsizlik devremizin açılmasına sebep oldu. 1839-1923 arası 84 yıllık dönem.

İkinci devre; Cumhuriyetin ilânıyla birlikte tarih ve medeniyet düşmanlığıyla cinnete dönüşen şehir katliamları. Öncelikle İstanbul, Konya, Diyarbakır… gibi tarihî şehirlerimizde yapılan katliamlar. Ayrıca yeni başkent Ankara’yı yeniden inşa etmek için Batıdan getirilen mimarların şehri bir kobay laboratuvarına çevirmeleri, İstanbul’da ise şehrin tarihî doku ve mekânlarının yıkımı ile başlayan, tek parti iktidarının katliamlarıyla devam eden devre. 1923-1950 arası 27 yıllık dönem.

Üçüncü devre; Çok partili hayata geçişle birlikte modern şehirleşme adına yapılan şehir imar planlarının uygulamalarıyla gene batı şehirlerinin çok kötü biçimde kopyalanması şeklinde devam eden süreçte şehirlerimiz arabeskleştirilmiş, kaosa ve başıboşluğa terkedilmiş ve köyden şehre hızlı ve kontrolsüz bir göç tsunamisi yaşanmıştır.  1950-2002 arası 52 yıllık karmaşa dönemi.

Dördüncü devre ise; 2002 yılında Ak Parti’nin iktidarıyla başlayıp, müthiş imkân, fırsat ve kaynaklara, yoğun bir “şehir ve medeniyet” söylemlerine rağmen, “kentsel dönüşüm” uygulamaları ve devletin toplu konut aygıtı TOKİ ile ifsât edilen şehirler ve heba edilen dönem… Bu dönemde Türkiye, tarihî şehir birikiminin verdiği imkânı yeniden ortaya çıkarabilecek ve yaşanmaya değer şehirler kurabilecekken, böyle bir irfan, idrak ve iradenin olmaması sebebiyle bu dönemi heba etti. Yüzyılımızın Mimar Sinan’ı olan rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever’in ikaz, feryâd ve tekliflerine rağmen ne yazık ki O’nu göremedi, anlayamadı. Yanından geçtiği dağın ihtişamı karşısında gözü kamaşıp kör olan siyasetçi-şehirci-yerel yöneticilerin hakim olduğu bir dönemden bahsediyoruz. Ne yazık ki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Başbakanlığı döneminde şehir konuşmalarında Turgut Cansever’den alıntılar yapmasına rağmen ne kendisi ne de kadrosu O’nu anlayıp -adeta- bir mimarî tecdid döneminin açılmasını sağlayamadı.

Bu kategorik ayrımlara ve dönemlerinin siyasî iktidarlarına baktığımızda her biri birbirinden farklı zihniyet kodlarına sahip olmasına rağmen, 175 yıllık sürecin tamamı, şehir ve mimarîde tarihî şehir birikiminden kaçış, red ve inkâr ve son dönemde de sadece dudak tiryakiliği şeklinde sahiplenme söz konusudur. Nitekim Cansever de 1993 yılındaki bir söyleşisinde “Türkiye’deki tahribatın 150 yıldır devam ettiği”nin altını çizmiştir.

O Cansever ki; bir mimarda olması gereken irfan ve tarihî derinlikle insanın Yaratıcı ve dünya ile olan tezyin edici rolüne ilişkin muhteşem bir tespit yapar: “Dünya, Allah ne yaptıysa güzel olduğu için güzel oluyor. İslâm, bu güzelliği fark etme ve muhafaza etme mükellefiyetini yüklüyor insana. Dolayısıyla dünyanın güzelliğini idrak etme imkânı doğuyor insan için… Dünyayı bilirken de Cenab-ı Hakk’ı bilmiş oluyor. Bunu bilince de dünyaya karşı sorumlu hale geliyor. Bu bilince sahip tek yaratık olunca, bu güzelliğin hüsn-ü muhafazasını da yüklenebilecek yaratık oluyor.” Cansever, bu ontolojik idrakle insanın görevinin “ilâhî iradeye yönelik bilincini yaptığına yansıtmak” olduğunu ifade ediyor.

Gene insan, varlık ve mimariye ilişkin “Mimarî, insan ile varlık arasındaki ilişkiyi, maddî, organik, ruhî ve fikrî bütün varlık alan ve tabakalarında düzenleyen bir disiplindir. Teknolojik, iktisadî ve politik sorunlara ek olarak insanın fikrî dünyasının tümünü kapsar. Varlık ile ilişkisini bilinçle düzenlemek insana özgüdür. Dünya ile bilinçli ilişkisini düzenleyemediği aşamada insan yalnızca fizyolojik bir yaratıktır” yorumunu yapar.

Şehirlerimizdeki yangını farkedip feryâd koparan Cansever’in, bu ontolojik derinlikten yola çıkarak yaptığı uyarılardan biri şöyledir:

“Türk şehirlerinin sefaleti, konut sorunu ve mimarî seviyesizlik karşısındaki kayıtsızlık ve duyarsızlık, gerçek çözümleme ve gerçek bilginin yol göstericiliği yerine şekilciliklerin egemenliğinin tercih edilmesi bütün Türk halkını kaba, sahte, seviyesiz ve çirkin bir biçim dünyasında yaşamaya mahkûm ederken, çok küçük azınlıkların yabancı, taklitçi, pahalı ve gösterişçi, sözde sanat ve kültür faaliyetlerinin desteklenmesi, hâkim kılınmaya çalışılması kabul edilemez bir yanılgıdır...”

Ne yazık ki bu ikazlar hiçbir zaman muhataplarında yankılanma kadar olsun bir tesir meydana getirmemiş, Cansever şehir yangınını farkeden ve uyaran bir münzevi mimar olarak görevini yerine getirmiştir.

Bu feryâdları kim anlayabilir? Niyaz-i Mısrî’nin söylediği gibi “katre nice anlasın, umman olan anlar bizi”, “her taraftan yıkılıp viran olan anlar bizi”.

Cansever’i anlayabilecek, onunla bazı plâtformlarla birlikte çalışmış bir Başbakan’ın (Davutoğlu) iş başına geçtiği 2014 Türkiyesi’yle acaba yeni bir şehir idrakine kapı aralanabilecek midir? Cansever’in 2003 yılında Başbakan’a (Erdoğan) verdiği, akıbeti meçhul “Yeni Şehirlere Yerleşme Projesi” bile bu aralanacak kapıya ışık tutabilir diye düşünüyoruz. Bakalım bu ümidimiz ne kadar canlı kalacak?

Temennimiz odur ki; başta Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve TOKİ’nin bütün kadrolarıyla ıslahı, mümkün değil ise ilga edilip, yeni bir idrak ve yol haritasıyla şehir inşasına girişilsin. Aksi halde “aldırma, böyle gelmiş bu dünya böyle gider” anlayışıyla genetik bozulma hzla yayılacak, metastas yapmış organizma ile kalmayıp gelecek nesillerin yaşayacağı dünyayı, iklimi, mevsimleri de bozmaya devam edecektir.

Şehirlerimizin bu genetik bozulmadan yeni bir genetiğe geçişi için ihtiyaç duyulan şey yeni bir şehir ve mimarî idraki ve ahlâkıdır…

Üstad Necip Fazıl ne diyordu? “Ahlâk aşısını yepyeni ve müstakil bir fikir sistemine istinat ettirmeden tutturmaya imkân yoktur.”

Cansever’in sıkça dile getirdiği bir Peygamber ölçüsünü hatırlatarak bitirelim: “Hükümdarın iyisi âlimin ayağına giden, âlimin kötüsü hükümdarın ayağına gidendir.”  Bu günlerde “Yeni Türkiye” iddialarının paranoyaya dönüşme tehlikesini hatırlatarak, Başbakan Davutoğlu’nun rahmetli muhakkik mimar Cansever’i anlayan nâdirattan bir siyasetçi olduğuna da vurgu yaparak, seng-i musalla’dan sonra da olsa, müthiş şehir katliamlarına, kaoslarına rağmen O’nun feryatlarına kulak vereceğine ilişkin ümidimizi hâlâ canlı tutuyoruz.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder