27 Ocak 2015 Salı

BAŞBAKAN’IN “ŞEHİR SÖYLEVLERİ” ZİHİN KONFORUNU AŞABİLECEK Mİ?

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Başbakan Davutoğlu, İstanbul/Esenler Belediyesi’nin düzenlediği “Geleceğin Şehirleri” konulu sempozyumun gala yemeğinde yaptığı konuşmada tarih, zaman, şehir ve medeniyet ekseninde altı çizilmesi gereken, bugüne kadar hiçbir başbakandan, hiçbir şehircilik bakanından, hatta hiçbir mimar (Turgut Cansever hariç), şehirci ve belediye başkanından duymadığımız önemli mesajlar verdi.  Konuşması süresince ilgiyle de dinlendi.

Davutoğlu, Başbakan olduğu günden bu yana yaptığı konuşmalarda doğrudan veya dolaylı olarak “kadîm şehirlerin ruhu”na dikkat çekiyor, şehir, tarih, medeniyet bağlamında manifesto niteliğinde muhtevalı metinler ortaya koyuyor.  Umulur ki bu konuşmalar muhataplarında (öncelikle de kendi siyasî, idarî ve bürokrat kadrolarında) bir ruh canlanmasına sebep olur ve Başbakan’ın ne demek istediği anlaşılır.

Davutoğlu, söz konusu ettiğimiz “Geleceğin Şehirleri” sempozyumunun gala yemeğinde yaptığı konuşmada aynı bağlamda oldukça iddialı bir şehir söylevi verdi. Adeta M.Ö. V. yy.’da Atina’nın altın çağının önderi devlet adamı, politikacı ve komutan Perikles’in Cenaze Töreni Söylevi” gibi çarpıcı bir metin… Söylevi dinleyen zevât konuşmayı ilgi ile, sık sık alkışlarla süslediler. 

Davutoğlu’nun bu konuşmasındaki şehirlere derin bir ontolojik bakışından birkaç kesit sunalım:

"Zamanda özellikle şehirlerin tarihi akışı bakımından 3 evre olduğunu düşünüyorum. Kadim, modernite ve küreselleşme. Şehrin geleceği dediğimizde aslında bu üçü arasındaki sürekliliği nasıl anladığımızı, nasıl yorumlamaya çalıştığımızı ifade etmeye gayret ettiğimizi düşünüyorum… "

Davutoğlu, "Bin yılı devirmemiş şehir gerçek anlamda bir mekan, tarihin testinden geçmiş bir şehir değildir" diyerekşehirlerin "medeniyet kuran şehirler," "medeniyet tarafından kurulan şehirler" ve "medeniyetler tarafından dönüştürülen şehirler" olarak tasnif edilebileceğine vurgu yapıyor.

“Kendi ben idrakimiz, kendi varoluşsal idrakimiz, bilincimiz ile mekanın, zamanın ve şehrin idraki arasında anlamlı bir köprü kurmak durumundayız" diyen ve üniversiteler, yerel yönetimler ve diğer ilgili kurumlara şehirle ilgili yapmaları gerekenleri de hatırlatan Davutoğlu’nun her bir cümlesinin ayrı ayrı şerh edilmesi gerekiyor. Ancak ne yazık ki hakiki muhataplarından yoksun olduğundan, "Nakş-ı ber-ab" (su üzerine yazılan yazı) mahiyetine bürünen konuşmalar kaybolmaya mahkûm.

Çünkü Davutoğlu’nun konuşmasındaki şehir muhteva’sının, kifayetsiz muhterisler elinde harcanması için bütün şartlar mevcut!

Davutoğlu’nun şehir birikimi, derinliği ve hassasiyetinden kaynaklanan irticalî söylevleri kendisini dinleyenlerde dikkat uyandırıyor. Ancak, mesajları konuştuğu salonun dışına ne yazık ki taşamıyor, bu gidişle de taşamayacak! İşin tehlikeli ve trajik tarafı şu ki; Davutoğlu’nun şehir, tarih, medeniyet söylevleri sadece zihin konforu olarak kalmak ve bu kavramlar kullanıla kullanıla sıradanlaşmak gibi bir akıbete mahkûm görünüyor. Çünkü bu mesajları alacak, benimseyecek ve pratik alana taşıyacak idraklere, şehircilere, mimarlara, yerel yöneticilere, en önemlisi de siyaset partnerlerine sahip değil!

 “Zihin konforu”ndan kastım, Davutoğlu’nun derunî bakış ve izahının anlaşılması için muhataplarının yeterli gayreti göstermemesi, bunları süregelen alışkanlıkları çerçevesinde zihni bir emek harcamaksızın dinlemeleridir.

Davutoğlu’nun gerek etrafında gerekse de “çevre ve şehir”le ilgili Bakanlık, belediye gibi kurumlarda onun dilini, kavramlarını, şehir idrakini, tarihsel bağlamda şehir mukayeselerini bırakın anlayabilecek, dinlemeye bile tahammül edebilecek bir kadronun olduğunu zannetmiyorum. Zannetmiyorum çünkü; Davutoğlu’nun iş başına geldiğinden bu yana ne Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nda, ne de devletin toplu konut aygıtı TOKİ’de bu yönde hiçbir teşebbüs, heyecan, gelişme yok! Tam aksine “bu devran böyle gelmiş böyle gider!”  nakaratı bütün canlılığıyla berdevam.

Ak Parti ile şehircilikte kaybedilen 13 yıl, ne yazık ki 13 asır gibi heba edilmiş önemli yıllardı. Çünkü bu dönemde “geleceğin şehirleri”ne dair hiçbir bilgi, birikim ve tasavvuru olmayan başta ilgili Bakanlık, TOKİ ve yerel yönetimler olmak üzere “Kentsel dönüşüm” veya başka isimler altında (sadece maddi kayıp olarak) inşaat havzasında katrilyonlar geri dönmemek üzere toprağa gömüldü. Sadece toprağa gömülmekle kalmadı, şehirlerimizin kimyası bozuldu. Bugün ise, tarihî süreklilik içinde şehircilikte yeni bir zihniyet ve dönüşüm gerçekleştirme imkân ve fırsatına sahipken, bunu kullanıcıların elinde harcayan siyasî iktidar ve ilgili kurumları, geriye bakıp da “keşke” diye bir nedamet bile gösteremiyor!

Bu dönüşümü başlatabilecek ve ilk adımı atabilecek rahmetli Turgut Cansever’in hiçbir teklif ve tedbirine itibar etmeyen, onun feryatlarına kulak tıkayan, eserlerine gözünü kapayan bir zihniyetin şehir modeli de tabiidir ki TOKİ tabutlukları ve kentsel dönüşüm faciaları olur.

Semerkand, Buhara, Bağdat, Şam, Isfahan, Bursa, Amasya, Trabzon, Konya gibi büyük medeniyet şehirlerinin tarihlerine baktığımızda ilk inşa edicilerinin kısa sürede bu şehirleri yaşanılır hale getirdiklerini görüyoruz. O eski şehir bânileri bugün olsaydı 13 yılda herhalde yeni bir ülke inşa edebilirlerdi!

İşledikleri şehir cinayetlerini şehir inayetleri görenlere değil sözümüz! Onların fehm ü idrakleri  “bu kadar sıkleti çekmez”.

Davutoğlu, söz konusu konuşmasında bir yerde süreklilik halinde bir kültürü idrak ettiği, oluşturduğu, geliştirdiği ve aktardığı zaman o milleti, o topluluğu tarihin özne yapacağı”nı ve “Bütün kadim kültürlerin, mekanla insanın buluştuğu yerde varoluşun idrak ve tarihi yansıması anlamında şehirleri kurduklarını”söylüyor. İşte bugünkü siyasîlerde, ilgili bakanlıklarda ve şehir yöneticilerinde olmayan ve ihtiyaç hissedilmeyen de bu! Bazen farkında olmadan çelikten duvara karşı söylediğiniz sözlerin sadece yankısının zevkiyle mest oluyorsunuz!

Öncelikle bir zihniyet dönüşümünden geçmeden, idrakler terbiye edilmeden ne Yeni Türkiye iddiaları, ne de medeniyet şehirleri  iddiaları bir söylemden öteye geçemeyecektir!

Davutoğlu’nun iyi bir medeniyet tarihi hocası olduğuna şüphemiz yok. Ancak, öncelikle siyasetin büyük ölçüde kifayetsiz muhterislerle işgal edilmiş bünyesini temizleyip, tarihsel bir şehir idraki ve derinliğine sahip kadroları nasıl bulur bilemiyoruz. İmkanlar âleminde böyle bir gerçeklik mevcut değil ama, ihtimaller âleminde mümkün olabilir mi, o da şüpheli. Çünkü siyasetçinin söylevden çok eyleme kitlenmediği yerde bahsettiğimiz kifayetsiz muhterislerin kapanlarından kurtulabilmek oldukça zor. Emecek damar arayan sülükler sürekli sizi takip ederler. Örnekler mebzul miktarda ortada… Şehirlerimizi istilâ edip katleden ve yaptıklarını “merd-i kıptî” gibi “şecaat” olarak arzeden Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile TOKİ zihniyetinin açtığı yolda müteahhit, belediye başkanı ve diğer yöneticilerin avlandığı şehirler vahşi cangılında Davutoğlu’nun şehir söylevlerinin fanteziden ibaret kalacağını düşünüyoruz.

Davutoğlu’nun şehir duyarlılığı ve derinliği akademisyenliğinden beri biliniyor. Birçok toplantıda bu yönde konuşmalar yaptı, tebliğler sundu. Hatta rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever’in rehberliğinde bazı önemli şehir projelerinde de yer aldı.

Bu mânâda özellikle “şehir”le ilgili derinlikli sözleri Davutoğlu’ndan başka hiçbir siyasîden dinlemesek de (Üstad’ın mısraıyla) “Lâfını çok dinledik şimdi iş inkılâpta!” hikmetinin hayata geçirilmesini beklemekteyiz.

Bir konuşmanın hacmini aşan daha birçok önemli mesajlar veren Davutoğlu’nun şehir söylevleri ne yazık ki çöle akarken çölde kaybolan çağlayan bir nehir gibi boşa gidiyor ve hal böyle devam ederse gidecek! Davutoğlu’nun mesajları (Cemil Meriç’in deyimiyle) sadece “Kuledeki nöbetçinin feryadı.”

“Şehir derdi”yle dertli olduğundan emin olduğumuz, ancak bu dertle dertlenecek kadrodan da bir o kadar mahrum olduğunu gördüğümüz Davutoğlu’nun öncelikle kendi konuşmalarını, hoca iken hazırladığı şehir metinlerini “şehir okumaları” olarak öncelikle konunun Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, TOKİ, belediye başkanları, üniversitelerin ilgili bölümleri gibi paydaşlarının okuyup hazmetmeleri gerekir ki söylediklerinin en azından “yankı” şeklinde geri dönüşü olabilsin. Aksi takdirde zihin konforunun damıtılmış gıdaları olarak salonların zoraki hazirûnlarına hoş bir sâdâ olarak kalacaktır.

Ak Parti’nin “Yeni Türkiye”sinin öncelikle bir zihniyet seferberliğiyle ve bunun göstergesi olarak inşa ettiği/edeceği şehir mekânlarıyla tebellür etmesi gerekiyor. Yoksa hamasî nutuklar, hayatî tedbirleri gölgede bırakır.

Yazımızın başına aldığımız Üstad Necip Fazıl’ın müthiş ikazını tekrar hatırlatalım: "Herşeyi o kadar berbat ettiler ki büsbütün berhava etmeden toplama imkanı kalmadı"

Dem o dem ki, şehirlerimize cerrahî müdahaleden başka çare kalmamıştır.

Elbette ki Tanzimat’tan bu tarafa üst üste yığılmış bulunan “şehir kirlilikleri”nin hemen temizleneceğini, kirletilen mekân ve muhitin bir anda ıslah edileceğini beklemiyoruz. Ancak  zihniyet dönüşümüne dair bir kıpırtı ve bu yönde en küçük bir amel-i salih gördüğümüzde tenkidlerimizi tebriğe tebdil etme tavrında olacağımızdan da şüphe olmasın.

Ümidimiz ve duamız; henüz altı aylık bir Başbakan’ın ruhumuzu şenlendiren derunî ve muhtevalı şehir fikriyatının karşılık bulmasıdır.


 (El Cezire Türk, 27.01.2015)

26 Ocak 2015 Pazartesi

ŞEHİR “İMAR ETMEK”, ŞEHİR “İMHA ETME”YE NASIL DÖNÜŞÜR?

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Ecdâdımız, sefere çıktığı zamanlarda fethedeceği topraklarda şehirlere, meskûn mahallere, ormanlara, ekili arazilere, diğer canlılara zarar verilmemesi ve bunların tahrip edilmemesi için ehemmiyet gösterirdi. Bu konuda ‘savaş hukuku’na dair birçok klâsik metinde müeyyideler ve haddini aşmamaya dair ikazlar, ihtarlar vardır. Bu mânâda âlimlerin en meşhurlarından birisi olan İmam Ebu Yusuf Kitab-ül Haraç’ta fethedilen yer sahiplerinin “malları, canları, arazileri, meskenleri… her şeyleri koruma altındadır” şeklinde Peygamber ölçüsünü nakleder ve bu yönde uygulamalardan örnekler verir.

Osmanlı kronikleri de, fethedilen topraklarda öncelikle şehirlerin imarı için Padişahın buyruklar verdiğini ve kısa süre içerisinde şehirlerin eskisinden daha mâmur hale geldiğini yazar. Meselâ; XV. yüzyılda fethedilen İstanbul, Saraybosna, Trabzon… Çünkü, şehrin eski sakinleri kim olursa olsun, fetihle birlikte artık o şehir kendilerinin emanetidir. Emanet de emanet edilenin korumasına tevdi edilmiştir.

Rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever de İstanbul’un 550. Fetih yıldönümü için düzenlenen bir sempozyuma “fetih nice kapıları açar” başlığıyla sunduğu tebliğinde, fethin mânâsı üzerinde derinlemesine durur ve şehirlerimizin siluetine dair “adım adım, bir evvelkine dayanarak vücuda getirilmesi ile oluşmuştur” diyerek “Bu eşsiz oluşum; mutlak bir tarih bilincinin, mutlak oluşumun bir süreç olduğu idrakinin ve geleceğini bu idrak içerisinde güzelleştirmek iradesinin bir yansımasıdır…” tespitini yapar. Anlamak isteyenler için bu tespit, insan ve şehre dair mükellefiyet ve mes’uliyetimizin ihtarıdır.

Peki bugün??? Modern zamanların, mesela İsrail’in Ortadoğu’da tarihte benzerlerine az şahit olunan şehir katliamlarını bir yana bırakarak söyleyelim ki; üzerinde yaşadığımız topraklara rant ve şehvet cinnetiyle saldıran, gökdelen, AVM, rezidans, iş kuleleri cinnetiyle gözü dönmüş ve yeryüzüyle birlikte gökyüzünü de ifsat edenlerin tarihin Haçlı ve Moğollarından, günümüzün istilâcılarından ne farkı vardır?

Yaratılmış her canlıya “merhamet”, cansızlara da “emanet” gözüyle bakılan bir medeniyet ikliminden koparak hafızanın yok edilip masum bir bünyenin câni haline gelmesi gibi bir haldir bu.

Tarihçi Naima’nın “fesadın lezzeti” dediği, yok etme şehvetine tutulmuş olanların şehirlerimizi ne hale getirdiklerini görebiliyor muyuz?

Tarihî bağlamda biraz daha geriye giderek, bin yıl önce şehirlerimizin imar ve ihyâsı için yapılanlardan bir örneğe göz atalım…

İlk Selçuklu Hükümdarı Tuğrul Bey, İsfahan’ın fethinden sonra yıkılıp harap olan şehrin imarı için 500 bin dinar sarf eder. Binalar, mescitler, medreseler, hankâhlar, evler yaptırır. Bununla da yetinmeyen Tuğrul Bey, Isfahan halkını üç yıl müddetle vergiden muaf tutar. Şehrin gelişmesine tahsis edilen bu oldukça yüksek meblâğ ve alınan tedbirler altı yıl içinde muhteşem sonuçlar verir ve Isfahan mâmur bir şehir haline gelir.

Nâsır-ı Husrev 1052 yılında Isfahan’ı ziyaret ettiğinde gördüklerini Sefernâmesinde şöyle anlatır:  

“İsfahan şehrinde akarsular, güzel ve yüksek binalar; şehrin ortasında büyük bir Cuma mescidi gördüm. Şehrin içi tamamiyle mamur.  Bunlar içinde hiç harab ev görmedim. Birçok çarşılar var. İçinde 200 sarraf bulunan bir sarraflar çarşısı gördüm. Her çarşının bir ‘derbend’i ve bir kapı dervâzesi bulunuyordu… Temiz kervansaraylar vardı. ‘Kû-Tırâz’ denen bir mahalle’de 50 güzel kervansaray bulunuyordu; her bir kervansarayda satıcılar (beyyâ’an) ve birçok ‘hücredâr’lar oturmuşlardı. Bizim beraber yolculuk ettiğimiz -1300 yük hayvanından gelen- kervan ile şehre girdik; bu kadar büyük bir kervanın nasıl yerleştiği hiç belli olmadı. Çünkü, hiçbir yerde ne yer darlığı, ne de oturma ve yem güçlüğü çekildi.

Tuğrul Bey, İsfahan’ı alınca, buraya Nişapur’lu hâce Âmîd adlı güzel yazısı olan, iyi yüzlü fazilet sever, hoş sözlü, ihsanı bol bir kâtibi Vali olarak tayin etmişti. O, üç yıl halktan hiçbir vergi almamasını emreden Sultan’ın emrini yerine getirdi. Şehirden dağılanlar tekrar vatanlarına döndüler… Ben Farsça konuşulan hiçbir yerde Isfahan’dan daha derli-toplu ve daha mamur bir şehir görmedim…”

Tuğrul Bey’in Isfahan’ı üç yıl içinde nısf-ı cihan (cihanın yarısı) haline getirmesi adeta mucizevi bir şehir imarıdır. Bizde, Tanzimat’la başlayan, Meşrutiyet’le devam eden, erken cumhuriyet’le büyük kırılma yaşayan; devam eden süreçte tedricen imhasına devam edilen, son 12 yılda da (müthiş imkân ve fırsatlara rağmen, şehir idrak ve tasavvuru olmayanlar eliyle( Şehircilik Bakanlığımız, yerel yönetimler ve TOKİ), bırakınız yeni şehirler kurmayı, var olan kadîm şehirlerimizin dokusunu, mekânlarını yeni zamanlarda dönüştürerek devam ettirebilmeyi) şehirlerimizi ifsat ve imhâda cedlerimizin ruhlarının muazzep edilmesini izledik.

Şehir imar etmeyi ontolojik bir mükellefiyet (varoluş hikmetinin gereği) bilen bir zihniyet, şehir imha etmeye nasıl dönüşür?

“Hesaba çekilmeden kendini hesaba çekmeyi” unutmuş, hiç kimseye hesap verme gibi bir sorumluluk hissetmeyen kifayetsiz muhterislerin siyasetçi, bürokrat, şehir plancısı, belediye başkanı, mimar, müteahhit, vs. olduğu bir devrin imhacılığı karşısında “Şehrim!” diye feryâd etmenin karşılığı ne yazık ki yok! Bu feryâda dönüp bakan, aldırış eden de yok. Tıpkı modern zamanların büyük şehirlerinde cadde ortasında yığılıp kalan-can çekişen bir insanın çığlıklarına aldırmayan, yanından duygusuzca, ruhsuzca gelip geçenler gibi…

Tarihte “Şehir nasıl ihya edilir?”e kemâliyle cevap vermiş bir iklimden, “şehir nasıl imha edilir?”e cevap vermeye devam eden bir iklime geçmek; imara, ihyaya, inşaya ve idrake ihanettir.



19 Ocak 2015 Pazartesi

“AZMİN KURDUĞU, ACZ’İN YIKTIĞI ŞEHİRLER”E DAİR…

 Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Tarihte şehirlerin nasıl kurulduğuna, nasıl inşa edildiğine baktığımızda şehirleri “azim ve irade”nin, yâni niyet, şuur ve kararlılığın yansıdığı dünya görüşlerinin yön verdiği idraklerin kurduğuna şahit oluruz. Mekke, Medine, Kudüs, antik Yunan şehirleri, Roma, Bağdat, Buhara, Semerkand, İstanbul... hep böyle kuruldu, devam etti, gelişti, dönüştü ve günümüze kadar ulaştı. Hangi dünya görüşünün hakimiyetine girdiyse onun şehir ve mekân tasavvur ve tezyinatını yansıttı. 

Günümüzde de şehirler böyle kuruluyor ama ortada bu manada kurduğumuz “yeni bir şehir” ne yazık ki bulunmuyor. Artık şehir kuramıyoruz, şehir kurma melekelerimiz iptal oldu. Var olan şehirlerin nasıl ifsat edileceğine dair melekelerimiz ise son derece tekâmül etmiş durumda. Kurulu şehirleri yaşanamaz kılmakta, adeta insan dışı mahlûkların depoları haline getirmekte bu derece maharet sahibi olan başka bir ülke ve toplum var mı, bilemiyorum.

Üstad Necip Fazıl’ın “Böyleyken ayaktasın, tersine bir mucize!” dediği hal bu olsa gerek…

Edebiyatçı Nihat Sami Banarlı İstanbul’un imarı ile ilgili 57 yıl önce yazdığı bir yazıda “Anadolu ve Balkanlar coğrafyasında Türk medeniyetinin büyük zafer kazandığı ilk sanat şubesi mimarîdir...

... biz bilhassa mimaride Kubbe-i Hadrâ’dan Süleymaniye’ye kadar, vatanımızı süsleyen abidelerle başka sanatlara denk ve belki başka mimarilerde üstünüz.” der ve Yahya Kemal’in “Hayal Beste” şiirini söylediklerinin şiirle ifadesi olarak gösterir.

Yahya Kemal bu şiirinde;

“Azmin kurduğu yüzlerce şehirden fazla,
“İri firuzeye benzer nice gök kubbeyle,
Dehre aksettiriyor, gerçi, büyük mimarî.”

mısralarıyla zamana yayılan muhteşem şehir ve mekânlarımızdan bahseder.

Şehir, mekân ve mimarî söz konusu olduğunda doğrudan tarihe gönderme yapmak, bir anlamda tarihîn şahitliğine sığınmak şehir ve mimarîde bir acziyetin ifadesi midir? Gerek Nihat Sami’nin gerekse de Yahya Kemal’in yukarıdaki ifadeleri için hayır! Ama bugün için -evet- müthiş bir acziyet! Acziyet çünkü; medeniyet ikliminde yetişen muhteşem şehir ve mimari birikimini görememek, okuyamamak, onlardan yeni sentez ve sonuçlar çıkaramamak, onları sürekli kılabilecek bir idrak ve tasavvura sahip olamamak bir yana, böyle bir ihtiyacı hissetmemek ya tarihe kaçmaya tevessül ettirir, ya da inkâra/yok saymaya yöneltir.

Hemen belirtelim ki, bugün ortada ne şehir idraki ne de bu idraki doğuracak, ortaya koyacak irade ve tasavvur olmadığı için -bir kutu içerisindeki bir bilyenin yuvarlanması gibi- çalkalanıp duran bir çevre ve şehircilik anlayışı var. Bu anlayış bir güç simgesi olarak başta TOKİ marifetiyle bütün şehirlerimizde küstahça boy gösteriyor.

Yoksa Banarlı’nın ifadesiyle “Asırlardan beri, durmaksızın semâya taşan abideleriyle adeta gök kubbeye sığmayan bu mimarî”den günümüzün TOKİ silolarına ve tabutluklarına mahkûm olmak başka nasıl izah edilebilir? 

Siyasilerden yerel yöneticilere, ilgili kurum teknokratlarından mimarlara, müteahhitlere kadar tamamının idraklerinin iltihaplandığı, bütün şehirlerimizin enfeksiyona yakalandığı, hatta hastalıklı hücrelerin metastas yaptığı bu geç devrede artık şehirlerimizi kurtarmanın, yeni bir ruh ve muhtevaya kavuşturmanın imkân ve ihtimali kalmadı! “Yatay mimarî” evrâd ü ezkârı da bu konudaki günahları affettirmeye yetmiyor. Çünkü ortada bu yönde nutuklardaki nakaratın ötesinde bir gösterge yok. Şimdilerde şehir ve mimarî seyyiatlarını örtmek için koro halinde bu “yatay mimarî” virdine kilitlenmişler. Yatay mimariden anlaşılan da herhalde 20-30 katlı dikey tabutlukları ikiye bölüp yan yana 10-15’er katlı tabutluklara dönüştürmek.

“Kent Kültürü” üzerine önemli metinleri bulunan R. Sennett "Ten ve Taş" isimli kitabında “Eski Romalılar bir imparatorun şehri binalar inşa ederek nasıl mahvedebileceğine dair acılı anılara sahiplerdi” der. Biz de Şehircilik Bakanlığı, TOKİ, yerel yönetimler ve müteahhitlerin oluşturduğu muhteşem idrak konsorsiyumu(!) ile şehirlerimizi nasıl ifsat ettiklerini, nasıl yaşanamaz hale getirdiklerini görmekle kalmıyor; gelecek nesillerin hayat ve dünyalarını da nasıl kararttıklarına, yok ettiklerine bugünden şahit oluyoruz.

 “Yaşanmaya değer şehirler”e dair en küçük bir kımıldanma gösteremeyenlerin “şehir nasıl ifsat edilir?”e verdikleri muhteşem cevapları şehirlerimizin getirildiği halden görüyoruz.

Ruhsuz şehirler ruhsuz insanların yâni makinelerin eseridir. Av arayan aç yaratıklar gibi ruh taşıyan her şeye saldıranların, şehirlerimizi nasıl bir safari alanına çevirdiklerini gördükçe kahroluyoruz!

Üstad Necip Fazıl’ın  “Yanmaz da yürekler, ateşe atsan!” dediği türden bir başıboşluk, umursamazlık, anestezi hali devam ediyor. Gene onun ifadesiyle “Büyük muvazeneler bozulunca sükûtlar da büyük olur. İşte bizim bugünkü halimiz!..”

Stepten kasırgalar halinde kopup mâmur şehirlerimize musallat olan, istilâ ve talan eden Moğolların ve Avrupa’nın saldırgan genlerinden fışkıran Haçlıların şehir yıkma şehvetlerinin yerini günümüzde mezkûr konsorsiyum aldı, desek haksız mıyız?

Bir tarafta şehirlerimizi meydan muharebesi sonundaki ceset tarlalarına çevirenler, diğer tarafta bu hal karşısında çaresiz olanlar!

Bir de şöyle söyleyelim: Esasen şehirlerimizi acz değil, kifayetsiz muhterislerin azmi yıkıyor!

Şehirlerimiz için feryâda ve şekvâya devam edeceğiz!


12 Ocak 2015 Pazartesi

ALİ ŞÜKRÜ BEY’İN CENAZESİNE DAİR BİR FOTOĞRAF VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ…

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Büyük şehidler büyük şahidlerdir. İmanın, fikrin, tarihin şahidleri..

Şehirler vardır, şehidleriyle yaşarlar, şehidlerini yaşatırlar. Şehidleri şehirlerine şahitlik eder, şehirleri de onlara şahidlik eder. Unutmazlar birbirlerini. Unutturulamazlar. Bir gün gelir dava ve manaları yattıkları mübarek topraktan lâv halinde fışkırır.

Ali Şükrü Bey, hayatıyla da memâtıyla (ölümüyle) da şahidlik yapan böylesine büyük bir şehiddir.

O adeta dünyada şahidlik ve şehidlik için yaşamıştı.

Şehid-i muazzez Ali Şükrü Bey’in 23 Mart 1923 günü Birinci Meclis’te Trabzon Meb’usu iken 39 yaşında katledilmesi, yakın siyasî tarihimizin üzeri bugüne kadar örtülü kalmış “fail-i meşhur” cinayetlerinden birisidir. Aslında, Birinci Meclis'teki müthiş enerjisi, öncelikleri ve hassasiyetleriyle “niçin katlettirildiği” belli olan Ali Şükrü Bey’in kısa hayatı “ne kadar değil nasıl yaşadığı”nın önemli olduğunu gösteren sembol bir hayattır. 39 yıllık kısa hayata sığdırılamayacak mücadelesi, bugünün siyasilerine numune-i emsal bir mesaj niteliğindedir. Sonu şehadetle taçlanmış bu mücadele herkesin göze alamayacağı destansı bir mücadeledir.

Gerek dönemin şahitleri ve bu şahitlerin yazdıkları, gerekse de aradan geçen 92 yıl, Ali Şükrü Bey cinayetini toplumsal hafızadan silememiş, cinayeti taammüden hazırlayanların, işleten ve işleyenlerin lanetle hatırlanacakları bir hadise olarak günümüze kadar gelmiştir. İsmi, mücadelesi ve Trabzon Boztepe’deki kabri 92 yıl boyunca unutturulmak istense de “onlar hakikatte diridir” mutlak ölçüsünün bir tezahürü olarak hayatıyla devamlı hatırlanan bir şahsiyet olarak mesaj vermeye devam etmektedir. Tabii mesajını alana ve anlayanlara…

O Ali Şükrü Bey ki; hem son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda hem de Birinci TBMM’de Trabzon Milletvekili olarak yer almış, kurulan yeni Cumhuriyetin istikametinin tarihî köklerimizden bilinçli olarak uzaklaştırılması ve yabancılaştırılmasına karşı TBMM’deki duruşu ve tarihî muhalefeti hafızalarda gür bir dava ve haysiyet sâdâsı olmuştur. 

Başta ve özellikle Mustafa Kemal’e, onun kadroları ve politikalarına,

·         Hilâfetin kaldırılmasına,
·         Lozan’daki hezimete,
·         Musul-Kerkük, Adalar, Batı Trakya, Batum’un terk edilmesine,
·         Osmanlı bakiyesi üzerine kurulan Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin inkâr ve red politikalarına,
·         Bütün bir İslâmî gelenek ve tarih katliamlarına

karşı verdiği mücadele, bugün örnek alınması gereken duruş sahibi bir mücadele adamının nasıl olması gerektiğini ortaya koyar.

Askerlik hayatıyla, yazı ve yayın hayatıyla ve en önemlisi siyasî hayatıyla keskin ve kesintisiz bir istikamet sahibi olan Ali Şükrü Bey’i, yeni cumhuriyetin “tarihî medeniyet havzamız”ı terk ve batı zihniyet ve yörüngesine teslim tavrına karşı soylu ama bir o kadar da yalnız bir başkaldırının haysiyetli sahibi olarak rahmet ve minnetle hatırlıyoruz.

“Hatırlamak” sahibine mükellefiyet ihtar eden bir mes’uliyet yükler!  

Şehirlerin haysiyeti de, kendileriyle hatırlanan şahsiyetleri hatırlamalarıyla ortaya çıkar.

Ali Şükrü Bey’i hatırlamak da sadece yılın belli bir gününe, O’nun resmî biyografisine hapsetmekle değil; bugünün ve geleceğin nesillerine örnek bir şahsiyet olarak anlatılması, tanıtılması ve benimsetilmesiyle olur. Bu, kendisini şehre ait hisseden herkesin üzerinde bir vebaldir.

Şehadetinin ardından estirilen devlet terörü, tehdit ve baskılar bu büyük şahsiyetin ismini, davasını ve kabrini uzun yıllar unutturdu. Ancak, şehid edilişinden 27 yıl sonra, hiç kimsenin ismini anmaya cesaret edemediği bir zamanda Üstad Necip Fazıl 10 Kasım 1950 tarihli Büyük Doğu’da  “İbret, Gayret!” başlıklı bütün bir yakın tarih sorgulamasının ipuçlarını veren bir yazı yazar. 

Yazısında “Cumhuriyetin ilanına 8 ay kala, 1923 senesi Mart ayında, muhalefet grubu mebuslarından, fazilet ve ahlak, Türklük ve insanlık örneği, milliyetçi ve mukaddesatçı mebus Ali Şükrü öldürüldü” der ve devamla “Artık saffet devrini kapayan ve başında bulunanların hakikî kast ve niyetleriyle tezahüre başlayan Millî Mücadele çığırının, sadece iman ve mukaddesat safındaki bu kahraman çocuğunu, sırf mahrem renkleri ve gizli mânaları sezdiği ve bu yüzden muhalefete geçtiği için vahşice öldürttüler! Öldürtmediler, biri öldürttü; bu kimdir???” diye o güne kadar sorulmamış ve bugün bile sorulamayan o soruyu sorar ve yakın tarihin hesaba çekilmesine dair şöyle der:

“Hak, hak, hak; hakikat, hakikat, hakikat diye bağıran ağızlara, çamur, necaset ve ufunet atmakta devam eden sefil an'ane, yerin dibine geçsin! “Türküm!” diyen, “Ne mutlu!” demeden evvel, mutlaka uzak ve yakın tarihinin gerçek hesabını istemekle mükellef değil midir? Ey, Ağrı dağındaki en uzak çobandan, Meriç kenarındaki en belirsiz köylüye kadar bütün Türkler!!! Hakikatten daha aziz ve üstün bir şahıs tanımaya imkân var mıdır??? Ne derlerse desinler ulvî ve münezzeh Büyük Doğu mücahedesi muzaffer olacak; ve azametli hesap ânı, bir gün, şafak vakti ufukların açılması gibi açılacakr. Allah şehidi Ali Şükrü vakası, o zaman, belki de bu hesapların en ehemmiyetsizlerinden birini teşkil edecektir. Bir (şarjör)ün tıklım tıklım kurşunla dolu olması gibi, yalnız mesele ve vesikayla dolu olduğumuzu, fakat bunlardan her birini ortaya dökmekte belli başlı zamanlar ve mekânlar kolladığımızı ve henüz bu mânevi kurşunlardan hiçbir şey sarf etmemiş bulunduğumuzu biliniz!!!”

Üstad Necip Fazıl, yazısını şöyle tamamlar: Allahın lütuflarına müstağrak şehit ruhları, sizden sizi, sizden kendi kendinizi, öz tarihinizi ve hakikati tanımanızı istiyor!!! Dünyanın en kalpazan ve sahtekâr mâna tuzaklarında mahkûm ve esir yaşamakta ne güne kadar devam edeceğiz???”

Üstad’ın bu canhıraş feryâdları hâlâ muhatap ve karşılık bulamamıştır. En başta kendisini bir ömür temsil ettiği şehri Trabzon bile ne acıdır ki onu unutmuş, onu hatırlamıyor.

Ali Şükrü Bey’e dair bu düşünceleri şehadet yıldönümünün yaklaştığı şu günlerde tekrar bize hatırlatan -yazımızın başlığında bahsettiğimiz- fotoğrafa gelelim…

Fotoğraf, Ali Şükrü Bey’in içinde bulunduğu tabut ve arkasında cenazesini Trabzon’a götürecek milletvekilleri, asker, mülki idareciler ve halkın bulunduğu, kederli ve endişeli topluluğu resmediyor. 5 Mayıs 1923 tarihinde İnebolu’da çekilmiş. Yâni Ali Şükrü Bey’in şehid edilmesinden bir hafta sonra. Fotoğrafın arkasında Osmanlıca bir tarih ve Cenazesini Trabzon’a götüren Lazistan Mebusu Dr. Abidin tarafından, İkinci grubun önemli isimlerinden Erzurum Meb’usu Hüseyin Avni Bey’e yazılmış bir not var. 

Notta şunlar yazıyor:

“5 Mayıs (1)339 (1923)

Şehid-i muhterem Ali Şükrü Bey namına İnebolu'da İskelebaşı denilen mahalde ahali ve memurin-i mülkiye ve askeriye tarafından yapılan ihtiramın bir kıt'a fotoğrafını Büyük Millet Meclisi Birinci Reisi Vekil-i Muhteremi Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey'e arkadaşlara vekâleten takdim ile kesb-i müşerref eylerim.

Lazistan Mebusu ABİDİN”  

Fotoğrafta cenazenin arkasında Dr. Abidin Bey’le birlikte, Ali Şükrü Bey’in II. Grup olarak isimlendirilen muhalefet grubundan, daha sonra İzmir Suikastı olarak tertiplenen hadiseden sonra idam edilen Lazistan Mebusu Ziya Hurşit Bey var. Ayrıca Mustafa Kemal’in, olayın dehşetinden duyduğu endişe ile cenazeyle birlikte görevlendirilen Selânik’li yakın arkadaşlarından Trabzon Mebusu Nebizâde Hamdi de var.

Nebizâde Hamdi hatıralarında hadiseyle ilgili “Ali Şükrü, Atatürk’e karşı idi. Atatürk de onu sevmezdi… Ali Şükrü’nün cenazesini Trabzon’a götürmek için Meclis’ten Ziya Hurşit ve Doktor Abidin seçildi. Atatürk bana “Sen de onlarla beraber gideceksin” dedi. Herhalde havayı beğenmiyor, bir yakınının heyette bulunmasını istiyordu… Bu arada seçim hazırlıkları da vardı. Trabzon, biraz da karışıktı.der ve cenazenin Trabzon’a götürülüşüyle ilgili şunları anlatır:

“Çankırı’ya doğru yola çıktık. Soğuk devam ediyor, kar yağıyor. Bindik bir kamyona, bu iş için özel yapılmış bir kamyon. Önde Ziya Hurşit, Doktor Abidin ve ben vardık. Arkada Ali Şükrü’nün cenazesi. Güç bela Çankırı’ya vardık. Valiye durumun nazikliğini anlattım ve onunla anlaştık. Ayrıca valiyi Kazım Karabekir Paşa da ikaz etmişti Ankara’dan. Cenazeyi caminin musalla taşına koydular. Tevfik Hoca adlı bir mebus ki o daima muhalefet ederdi bize. Cenazenin başına halkı topladı, söylev çekmeye, partiye hükümete atıp tutmaya başladı. Ortalık karışır gibi oldu. Vali elinden gelen gayreti gösteriyordu. Cenazeyi camiden hareket ettirsek, gösteri çok büyüyecek, insanlar yollara dökülecekti. Cenazenin asıl temsilcileri Ziya Hurşit, Doktor Abidin ve bendim. Ama ben o ikisinden de farklı görüşteydim.”

Ali Şükrü Bey’in cenazesinin geçtiği her güzergâhta halk galeyan halindedir. Çankırı’da da meydana gelen gerilim yatıştırıldıktan sonra cenaze tekrar yola çıkar. Nebizade Hamdi devam ediyor: “Vardık İnebolu’ya. Orada mahşer gibi bir kalabalık karşıladı bizi, anlatamam. Korkudan yüreğim ağzıma gelecekti. Fakat söylev çeken filan olmadı, sessiz bir gösteriydi. Bindik vapura, Sinop, Samsun sükûnet içinde geçti…”

Ali Şükrü Bey’in söz konusu cenaze fotoğrafı İnebolu’da çekilir. Sonrasında cenaze deniz yoluyla Trabzon’a getirilir. Nebizade Hamdi Trabzon’daki manzaraya dair şunları söyler:

“Bütün Trabzon rıhtıma dökülmüştü. Vapurla rıhtım arasında yüzlerce sandal. Doğrusu ben de dehşete kapıldım…. Sonra cenazeyi oradan Belediye Meydanına naklettik. Meydanda Faik Ahmet Barutçu çektiği nutukta sık sık “Çankaya katilleri” diye bar bar bağırıyordu, bununla Topal Osman’ın Ali Şükrü’yü öldürüşünün Çankaya’nın emriyle olduğunu kastediyordu…”

Cenazesi Trabzon’a getirildiğinde meydanlara dökülen Trabzon halkının bu sahiplenmesine karşılık; şehid edilişinden sonraki 92 yıl boyunca bu büyük şehidine ve temsil ettiği mânâya gereken alâka ve itibar gösterilememiş, modern zaman virüslerinden futbola teslim olmuş bu şehir, ne yazık ki şehidine yabancılaştırılmıştır.

Biz “şehidlerin ruhları öldükten sonra da savaşmaya devam eder” hikmetiyle, Ali Şükrü Bey’in uğrunda savaştığı büyük dâvâsının bir gün gelir başta Trabzon olmak üzere Lozan’la birlikte sıkıştırıldığımız Anadolu Coğrafyası’nda bir tarih hesaplaşmasına sebep olur diye ümit ve dua ediyoruz.

Şüphesiz ki; bir şehrin şehidleriyle verdiği mesajı anlayabilmek, şehrin sakinlerinden çok şehrin şahitlerine düşer.

Ne yazık ki Osmanlı’nın son, Cumhuriyetin ilk meclisinde Trabzon’un temsilcisi bu azîm şahsiyet şehrinde bile unutulmuş, yok sayılmış, mânâsıyla muhteşem kabri maddesiyle harabe olarak yıllarca Boztepe’de bırakılmıştır.

Biz de kalbi, hassasiyeti ve tarihi olan her insanı ebadı küçük ama mânâsı ve hesabı büyük bir şehid fotoğrafı vesilesiyle şahitliğe çağırmakla iktifa ediyoruz.

Ali Şükrü Bey’i tekrar rahmet ve minnetle hatırlıyoruz.