Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
Ecdâdımız, sefere çıktığı zamanlarda fethedeceği topraklarda
şehirlere, meskûn mahallere, ormanlara, ekili arazilere, diğer canlılara zarar
verilmemesi ve bunların tahrip edilmemesi için ehemmiyet gösterirdi. Bu konuda
‘savaş hukuku’na dair birçok klâsik metinde müeyyideler ve haddini aşmamaya
dair ikazlar, ihtarlar vardır. Bu mânâda âlimlerin en meşhurlarından birisi
olan İmam Ebu Yusuf Kitab-ül Haraç’ta fethedilen yer sahiplerinin “malları, canları, arazileri, meskenleri… her
şeyleri koruma altındadır” şeklinde Peygamber ölçüsünü nakleder ve bu yönde
uygulamalardan örnekler verir.
Osmanlı
kronikleri de, fethedilen topraklarda öncelikle şehirlerin imarı için Padişahın
buyruklar verdiğini ve kısa süre içerisinde şehirlerin eskisinden daha mâmur
hale geldiğini yazar. Meselâ; XV. yüzyılda fethedilen İstanbul, Saraybosna,
Trabzon… Çünkü, şehrin eski sakinleri kim olursa olsun, fetihle birlikte artık
o şehir kendilerinin emanetidir. Emanet de emanet edilenin korumasına
tevdi edilmiştir.
Rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever de
İstanbul’un 550. Fetih yıldönümü için düzenlenen bir sempozyuma “fetih nice kapıları açar” başlığıyla sunduğu
tebliğinde, fethin mânâsı üzerinde derinlemesine durur ve şehirlerimizin
siluetine dair “adım adım, bir evvelkine
dayanarak vücuda getirilmesi ile oluşmuştur” diyerek “Bu eşsiz oluşum; mutlak bir tarih bilincinin, mutlak oluşumun bir süreç
olduğu idrakinin ve geleceğini bu idrak içerisinde güzelleştirmek iradesinin
bir yansımasıdır…” tespitini yapar. Anlamak isteyenler için bu tespit,
insan ve şehre dair mükellefiyet ve mes’uliyetimizin ihtarıdır.
Peki bugün??? Modern zamanların, mesela İsrail’in
Ortadoğu’da tarihte benzerlerine az şahit olunan şehir katliamlarını bir yana
bırakarak söyleyelim ki; üzerinde yaşadığımız topraklara rant ve şehvet
cinnetiyle saldıran, gökdelen, AVM,
rezidans, iş kuleleri cinnetiyle
gözü dönmüş ve yeryüzüyle birlikte gökyüzünü de ifsat edenlerin
tarihin Haçlı ve Moğollarından, günümüzün istilâcılarından ne farkı vardır?
Yaratılmış her canlıya “merhamet”, cansızlara da
“emanet” gözüyle bakılan bir medeniyet ikliminden koparak hafızanın yok edilip
masum bir bünyenin câni haline gelmesi gibi bir haldir bu.
Tarihçi Naima’nın “fesadın lezzeti” dediği, yok etme şehvetine tutulmuş olanların
şehirlerimizi ne hale getirdiklerini görebiliyor muyuz?
Tarihî bağlamda biraz daha geriye giderek, bin
yıl önce şehirlerimizin imar ve ihyâsı için yapılanlardan bir örneğe göz
atalım…
İlk Selçuklu Hükümdarı Tuğrul Bey, İsfahan’ın
fethinden sonra yıkılıp harap olan şehrin imarı için 500 bin dinar sarf eder.
Binalar, mescitler, medreseler, hankâhlar, evler yaptırır. Bununla da
yetinmeyen Tuğrul Bey, Isfahan halkını üç yıl müddetle vergiden muaf tutar.
Şehrin gelişmesine tahsis edilen bu oldukça yüksek meblâğ ve alınan tedbirler
altı yıl içinde muhteşem sonuçlar verir ve Isfahan mâmur bir şehir haline
gelir.
Nâsır-ı Husrev 1052 yılında Isfahan’ı ziyaret
ettiğinde gördüklerini Sefernâme’sinde şöyle anlatır:
“İsfahan şehrinde akarsular, güzel ve yüksek binalar;
şehrin ortasında büyük bir Cuma mescidi gördüm. Şehrin içi tamamiyle mamur.
Bunlar içinde hiç harab ev görmedim. Birçok çarşılar var. İçinde 200
sarraf bulunan bir sarraflar çarşısı gördüm. Her çarşının bir ‘derbend’i ve bir
kapı dervâzesi bulunuyordu… Temiz kervansaraylar vardı. ‘Kû-Tırâz’ denen bir
mahalle’de 50 güzel kervansaray bulunuyordu; her bir kervansarayda satıcılar
(beyyâ’an) ve birçok ‘hücredâr’lar oturmuşlardı. Bizim beraber yolculuk ettiğimiz
-1300 yük hayvanından gelen- kervan ile şehre girdik; bu kadar büyük bir kervanın
nasıl yerleştiği hiç belli olmadı. Çünkü, hiçbir yerde ne yer darlığı, ne de
oturma ve yem güçlüğü çekildi.
Tuğrul Bey, İsfahan’ı alınca, buraya Nişapur’lu hâce
Âmîd adlı güzel yazısı olan, iyi yüzlü fazilet sever, hoş sözlü, ihsanı bol bir
kâtibi Vali olarak tayin etmişti. O, üç yıl halktan hiçbir vergi almamasını emreden
Sultan’ın emrini yerine getirdi. Şehirden dağılanlar tekrar vatanlarına
döndüler… Ben Farsça konuşulan hiçbir yerde Isfahan’dan daha derli-toplu ve
daha mamur bir şehir görmedim…”
Tuğrul Bey’in Isfahan’ı üç yıl içinde nısf-ı cihan (cihanın yarısı) haline
getirmesi adeta mucizevi bir şehir imarıdır. Bizde, Tanzimat’la başlayan, Meşrutiyet’le
devam eden, erken cumhuriyet’le büyük kırılma yaşayan; devam eden süreçte
tedricen imhasına devam edilen, son 12 yılda da (müthiş imkân ve fırsatlara
rağmen, şehir idrak ve tasavvuru olmayanlar
eliyle( Şehircilik Bakanlığımız,
yerel yönetimler ve TOKİ), bırakınız yeni şehirler kurmayı, var olan kadîm
şehirlerimizin dokusunu, mekânlarını yeni zamanlarda dönüştürerek devam ettirebilmeyi)
şehirlerimizi ifsat ve imhâda cedlerimizin ruhlarının muazzep edilmesini
izledik.
Şehir imar etmeyi ontolojik bir mükellefiyet (varoluş
hikmetinin gereği) bilen bir zihniyet, şehir imha etmeye nasıl dönüşür?
“Hesaba
çekilmeden kendini hesaba çekmeyi”
unutmuş, hiç kimseye hesap verme gibi bir sorumluluk hissetmeyen kifayetsiz
muhterislerin siyasetçi, bürokrat, şehir plancısı, belediye başkanı,
mimar, müteahhit, vs. olduğu bir devrin imhacılığı karşısında “Şehrim!” diye
feryâd etmenin karşılığı ne yazık ki yok! Bu feryâda dönüp bakan, aldırış eden
de yok. Tıpkı modern zamanların büyük şehirlerinde cadde ortasında yığılıp
kalan-can çekişen bir insanın çığlıklarına aldırmayan, yanından duygusuzca,
ruhsuzca gelip geçenler gibi…
Tarihte “Şehir nasıl ihya edilir?”e kemâliyle cevap vermiş
bir iklimden, “şehir nasıl imha edilir?”e cevap vermeye devam eden bir iklime
geçmek; imara, ihyaya, inşaya ve idrake
ihanettir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder