Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
Bir toplumun
dönüşümünde kırılma olgusunun en önemli göstergelerinden birisi şehir
tasarımı ve mimarî tarzıdır. Osmanlı’nın erken dönem, klasik dönem ve
çözülme dönemlerindeki şehir dokusu ve mimarî tarzlarına baktığımızda bu
gerçeği görürüz. Erken Cumhuriyet döneminde de bu tür mimarî arayışlar
görüyoruz. Son 13 yılın Ak Parti iktidarında ise aksine/tersine ahit
olmaktayız. Şehir ve mimarî terkedilmiş bir alan, gereksiz bir uğraş olarak addedilmiş,
ülkemizin bütün şehirleri Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve TOKİ ile kifayetsiz muhteris müteahhit, yerel
yönetici ve mimarlar eliyle, adeta bir meydan muharebesinin ölü tarlaları şeklinde betona
terkedilerek şehir katliamlarının mahşeri haline getirilmiştir.
Bu bağlamda Amerika’nın modern mimarlık tarihinin
önemli isimlerinden birisi olan Frank Lloyd Wright, ortaya attığı organik mimari kavramı ve
uygulamalarıyla bir mimarî felsefe geliştirmiştir. Yalnızca Amerikan konut
mimarisine dair düşünce ve tasarımlar ortaya koymakla kalmayan Wright, bunları
pratiğe de dökerek bu yönde yeni bir mimari dille konuşmaktadır. 19. ve 20.
yüzyıl Amerikan mimari arayışlarında önemli bir yol ve akım olarak iz bırakan organik
mimarî, bizde erken cumhuriyet dönemindeki Türk Evi arayışı gibi Amerikan
Evi üzerinde alternatifler ortaya koyar.
20. yüzyılın
başlarında ABD’de Wright örneğinde olduğu gibi şehir ve mimaride de bir “Amerikan
Rüyası” vardı ve bu rüyayı gören siyasiler, şehirci ve mimarlar
bulunuyordu. Bizde “Yeni Türkiye”
iddiasını nakarat olarak tekrarlayanlarda böyle “rüya” görebilen, rüyasını
tabir edebilen, gerçekleştirme idrak ve iradesine sahip şahsiyetler var mı?
Vakit o vakit
ki; nevm
halinde değil, yakaza halinde rüya görme hâcetindeyiz. Ama boşuna!
Çünkü “güneşi ceketinin astarında
kaybetmiş” bir toplumda küllî anestezi hali devam ediyor!
1916’da Wright’la ilgili yayınlanan bir kitapta şu
ifadeler yer alır: “İşler şimdi değişiyor. Büyük bir adamın dehası Amerika’daki yapı
geleneğine giriyor. Frank Lloyd Wright, Amerika’nın büyük mimarı, insanlar için
Amerikan sisteminde ev yaratmak için tüm dehasını ortaya koyuyor… İşte bay
Wright’in yaptıkları… Bir Amerikalı olarak takdir etmelisiniz… Amerika bir
mimariyi haketmektedir. Ne inşa edilirse edilsin o oranın toprağına aittir.
Binalar orada yaşayanları ve ulusal karakteri temsil ederler. Amerikan
sistemindeki evler Amerikan duyularının sesidir. Amerikan mimarisi doğal olarak
doğmuştur, o bizim aramızdan büyük bir güçle doğmuştur. Frank Lloyd Wright ile
ulusumuz kendi yorumcusunu bulmuştur. Onunla birlikte Amerika kopyacı olmaktan
kurtulmuştur….”
Bu satırlar bize
rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever’i
hatırlatıyor. O da şehir ve mimarîde Osmanlı sonrası önemli arayış, felsefe,
tasarım ve uygulamalar ortaya koymasına, ikaz, feryâd, tenkîd ve tekliflerine
rağmen anlaşılamamış, en çok da muhafazakâr
iddialı iktidarca ademe mahkûm
edilmiş, yâni yok sayılmıştır.
Şimdilerde ise Selçuklu evleri, Osmanlı
tarzı, yatay mimarî nakaratlarıyla (duyanların istihza ile tebessüm
edeceği) anakronik, anlamsız, zamanı kaybolmuş söylemlere sığınmayı neredeyse
yeni bir varoluş biçimi haline getirmişlerdir. Bu nakaratlar rical-i siyaset ve
TOKİ tarafından tekrarlanırken aynı anda şehir tabutlukları göğe yükselmeye
devam ediyor.
Kimilerince ‘ütopik modernist’ olarak
nitelense de F. L. Wright gibi kendi ülke ve mimarisine dair endişe ve
tasavvurları olmayanlar onun organik mimarî anlayışına dair şu
satırlarını anlayabilir mi: “Bugün, bu ulusta,
bu ulusun içindeki bir yerdeyiz; bu sizin hayatınız ve benim hayatım, burası
aynı şeyleri düşündüğümüz yer. Yapmamız gereken, bir başlangıç noktası
belirleyerek mimarlığı düşünmek, ki biz buna organik mimari diyoruz.”
Şehre dair tarihî
şuur ve derinliği, aidiyet dünyasına dair medeniyet birikim ve tasavvuru, günümüze
ve geleceğe dair arayışı olmayan idrakleri iltihaplı zihinlerce
harcanmış yıllar ve katledilmiş şehirlerimize bakınca kahrolmamak mümkün
değil!
İtalyan yazar G. Papini 1920’li yıllarda
yazdığı GOG isimli eserinde “Wright’i
ziyaret veya Geleceğin Mimarisi” başlığı altında “Evrensel aptallıkla savaşan böyle adamları
her zaman ararım” der. Kitabında Wright ile mülakata başlamadan önce şu
notu düşer: “Hem benim hem de onun
vatandaşları kendisini pek sevmezler, takdir etmezler. Bu belki de büyük merkezler
ve gökdelen binaların düşmanı olduğunu söylemek cesaretinde bulunuşundandır.”
Wright’i dinliyoruz:
“-Bu
güne kadar bütün mimarların yaptıkları, orta çağda ve Japonya’da birkaç istisna
bir tarafa, gülünç bir yanlışlıktır. Tabiata eklenen, boş benliğin ve
salaklığın doğurduğu her şeyi, cepheleri, kitle tesirlerini, tenazurları, zevk
endişesini, gösterişi, süsleri, ihtişamı, debdebeyi, fazlalıkları, estetik
hayranlık uyandırmak için yapılanları,
insanları üst üste yığıp boğan şehirleri inkâr edip ortadan kaldırmak gerekir. Tabiatı
değiştiren, örten ve arkada bırakan ne varsa cinayettir…
Mimarî,
benim anladığım tarz da dahil, her zaman tabiata bir ektir, manzarayı bozan bir
parazit, küstah bir müdahaledir. İnsanlar taş, demir ve çimento binalarla sade
ve hür kırlara yığılarak oraları çirkinleştirmekten vazgeçmelidir. Şuraya
dikkatinizi çekmek isterim ki, bu vardığım hükme benim geçmişteki inşaatlarımı
da dahil ediyorum.
Bundan
böyle meskenler tabiatın içinde esasen mevcut ve kendisini kabule hazır
yerlerde aranıp yapılmalıdır. Bunun için büyük bir rötuş ve uygulama yetecektir.
Temizlenip genişletilmiş bir dağ oyuğu, oturulabilecek hale getirilmiş bir in,
rasyonel bir tarzda tanzim edilmiş bir mağara, lav duvarlarla örülmüş sönmüş
bir yanardağ ağzı, iri gövdeli bir ağacın ılık kovuğu yüz asır önce insanların
meskenleri idi. Gelecekte de öyle olacaktır.
…
Yalnız tanrısal ilkellerde dâhi paleolitik ve neolitik insanlara hayranım. Gökdelenler tabiata, yani tanrıya
hakarettir. Yalnız tabiatın birer parçası olacak kadar ona uymuş, içine
girmiş oyuklar mükemmel birer meskendir, çünkü beşerî gururumuzdan, ormanların
ve dağların kutsal bekâretlerine lüzumsuz ve lagar duvarlar dikmeğe kalkışanlar
o gururumuzdan vazgeçtiğimizi gösterir.
Gerçek
mimarî, geleceğin mimarisi, bence, her türlü mimari şekillerini kaldıran mimaridir.
Esasen ihtilâlim mimarinin yok edilmesi ile neticelenecektir. Bundan böyle mimarinin rolü inler ve
mağaralar arayıp düzenlemekten ibaret olacaktır. ”
Papini, Wright’i ironiyle karışık bu
önemli tespitleriyle konuşturduktan sonra, “sözlerimi
bitirir bitirmez ihtiyar Frank Lloyd Wright kıs kıs gülmeğe başladı…” der.
İstisnaları olmakla birlikte, kendi
ülkesinin şehir ve mimarisine dair orijinal düşünceler, geleceğe dair böylesine
ontolojik endişeler taşıyan siyasî, şehirci, yerel yönetici, akademisyen, mimar
ya da müteahhitler görebiliyor muyuz?
Acaba gelecek nesiller, kendilerine
miras olarak şehir diye katliam müzelerini bırakanları
nasıl hatırlayacak? Korkarız ki, Moğolların 12 ve 13. yy.da İslâm şehirlerinde
yaptıklarını özetleyen tarihçi Cüveynî’nin şu trajik cümlesiyle bu devri
değerlendirecek: “Geldiler, yakıp yıktılar ve defolup gittiler.” Veya “Ol şehr-i mamuru inşa
eyleyenlere Cenab-ı Bâri inayet eylesün!” diye dua edecekler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder