Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
Tarihte şehirlerin
nasıl kurulduğuna, nasıl inşa edildiğine baktığımızda şehirleri “azim ve irade”nin,
yâni niyet, şuur ve kararlılığın yansıdığı dünya görüşlerinin yön verdiği
idraklerin kurduğuna şahit oluruz. Mekke, Medine, Kudüs, antik Yunan şehirleri,
Roma, Bağdat, Buhara, Semerkand, İstanbul... hep böyle kuruldu, devam etti,
gelişti, dönüştü ve günümüze kadar ulaştı. Hangi dünya görüşünün hakimiyetine
girdiyse onun şehir ve mekân tasavvur ve
tezyinatını yansıttı.
Günümüzde de
şehirler böyle kuruluyor ama ortada bu manada kurduğumuz “yeni bir şehir” ne
yazık ki bulunmuyor. Artık şehir kuramıyoruz, şehir kurma melekelerimiz iptal
oldu. Var olan şehirlerin nasıl ifsat edileceğine dair melekelerimiz ise son
derece tekâmül etmiş durumda. Kurulu şehirleri yaşanamaz kılmakta, adeta insan
dışı mahlûkların depoları haline getirmekte bu derece maharet sahibi olan başka
bir ülke ve toplum var mı, bilemiyorum.
Üstad Necip Fazıl’ın
“Böyleyken
ayaktasın, tersine bir mucize!” dediği hal bu olsa gerek…
Edebiyatçı Nihat
Sami Banarlı İstanbul’un imarı ile ilgili 57 yıl önce yazdığı bir yazıda “Anadolu
ve Balkanlar coğrafyasında Türk medeniyetinin büyük zafer kazandığı ilk sanat
şubesi mimarîdir...
... biz
bilhassa mimaride Kubbe-i Hadrâ’dan Süleymaniye’ye kadar, vatanımızı süsleyen
abidelerle başka sanatlara denk ve belki başka mimarilerde üstünüz.” der ve Yahya Kemal’in “Hayal Beste” şiirini
söylediklerinin şiirle ifadesi olarak gösterir.
Yahya Kemal bu
şiirinde;
“Azmin
kurduğu yüzlerce şehirden fazla,
“İri firuzeye
benzer nice gök kubbeyle,
Dehre
aksettiriyor, gerçi, büyük mimarî.”
mısralarıyla zamana
yayılan muhteşem şehir ve mekânlarımızdan bahseder.
Şehir, mekân ve
mimarî söz konusu olduğunda doğrudan tarihe gönderme yapmak, bir anlamda
tarihîn şahitliğine sığınmak şehir ve mimarîde bir acziyetin
ifadesi midir? Gerek Nihat Sami’nin gerekse de Yahya Kemal’in yukarıdaki
ifadeleri için hayır! Ama bugün için -evet- müthiş bir acziyet! Acziyet çünkü;
medeniyet ikliminde yetişen muhteşem şehir ve mimari birikimini görememek,
okuyamamak, onlardan yeni sentez ve sonuçlar çıkaramamak, onları sürekli
kılabilecek bir idrak ve tasavvura
sahip olamamak bir yana, böyle bir ihtiyacı hissetmemek ya tarihe kaçmaya
tevessül ettirir, ya da inkâra/yok saymaya yöneltir.
Hemen belirtelim ki,
bugün ortada ne şehir idraki ne de
bu idraki doğuracak, ortaya koyacak irade ve tasavvur olmadığı için -bir kutu
içerisindeki bir bilyenin yuvarlanması gibi- çalkalanıp duran bir çevre ve
şehircilik anlayışı var. Bu anlayış bir güç simgesi olarak başta TOKİ marifetiyle
bütün şehirlerimizde küstahça boy gösteriyor.
Yoksa Banarlı’nın
ifadesiyle “Asırlardan beri, durmaksızın semâya taşan abideleriyle adeta gök
kubbeye sığmayan bu mimarî”den günümüzün TOKİ silolarına ve tabutluklarına mahkûm olmak başka nasıl
izah edilebilir?
Siyasilerden yerel
yöneticilere, ilgili kurum teknokratlarından mimarlara, müteahhitlere kadar
tamamının idraklerinin iltihaplandığı, bütün şehirlerimizin enfeksiyona
yakalandığı, hatta hastalıklı hücrelerin metastas yaptığı bu geç devrede artık şehirlerimizi kurtarmanın, yeni bir ruh
ve muhtevaya kavuşturmanın imkân ve ihtimali kalmadı! “Yatay mimarî” evrâd ü
ezkârı da bu konudaki günahları affettirmeye yetmiyor. Çünkü ortada bu yönde
nutuklardaki nakaratın ötesinde bir gösterge yok. Şimdilerde şehir
ve mimarî seyyiatlarını örtmek için koro halinde bu “yatay mimarî”
virdine kilitlenmişler. Yatay mimariden anlaşılan da herhalde 20-30 katlı dikey
tabutlukları ikiye bölüp yan yana 10-15’er katlı tabutluklara dönüştürmek.
“Kent Kültürü”
üzerine önemli metinleri bulunan R. Sennett "Ten ve Taş" isimli
kitabında “Eski Romalılar bir imparatorun şehri binalar inşa ederek nasıl
mahvedebileceğine dair acılı anılara sahiplerdi” der. Biz de Şehircilik
Bakanlığı, TOKİ, yerel yönetimler ve müteahhitlerin oluşturduğu muhteşem
idrak konsorsiyumu(!) ile şehirlerimizi nasıl ifsat ettiklerini, nasıl
yaşanamaz hale getirdiklerini görmekle kalmıyor; gelecek nesillerin hayat ve
dünyalarını da nasıl kararttıklarına, yok ettiklerine bugünden şahit oluyoruz.
“Yaşanmaya değer şehirler”e dair en küçük bir kımıldanma gösteremeyenlerin “şehir
nasıl ifsat edilir?”e verdikleri muhteşem cevapları şehirlerimizin
getirildiği halden görüyoruz.
Ruhsuz şehirler
ruhsuz insanların yâni makinelerin eseridir. Av arayan aç yaratıklar gibi ruh
taşıyan her şeye saldıranların, şehirlerimizi nasıl bir safari
alanına çevirdiklerini gördükçe kahroluyoruz!
Üstad Necip
Fazıl’ın “Yanmaz da yürekler, ateşe
atsan!” dediği türden bir
başıboşluk, umursamazlık, anestezi hali devam ediyor. Gene onun ifadesiyle “Büyük
muvazeneler bozulunca sükûtlar da büyük olur. İşte bizim bugünkü halimiz!..”
Stepten kasırgalar
halinde kopup mâmur şehirlerimize musallat olan, istilâ ve talan eden
Moğolların ve Avrupa’nın saldırgan genlerinden fışkıran Haçlıların şehir yıkma
şehvetlerinin yerini günümüzde mezkûr konsorsiyum aldı, desek haksız mıyız?
Bir tarafta
şehirlerimizi meydan muharebesi sonundaki ceset tarlalarına çevirenler, diğer
tarafta bu hal karşısında çaresiz olanlar!
Bir de şöyle
söyleyelim: Esasen şehirlerimizi acz değil, kifayetsiz muhterislerin
azmi yıkıyor!
Şehirlerimiz için
feryâda ve şekvâya devam edeceğiz!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder