Yahya
Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
İnsanın yaşama mekânlarını yeniden inşa etmesinin
neredeyse imkânsızlığı göz önüne alındığında, büyük savaşlar veya doğal afetler
sonrasında yıkılan, tahrip olan şehirler için büyük bir imkân ve fırsat doğduğu
bir gerçek. Ancak, bu imkânı her defasında heba etmenin maalesef “bize mahsus”
bir gerçek olduğu da bir mütearife… Bu konuda ülkemizde yaşanan depremler
sonrasında yeniden inşa edilen şehirlerimize bakmak yeter. Kader bize “idrak,
ihya ve inşa” fırsatları sunuyor, hatta bizi mecbur ediyor ama biz bunları her
defasında harcıyoruz.
Şu anda da müthiş bir seferberlikle girişilen
“Kentsel Dönüşüm”ün de heba edileceğinden hiç şüphemiz yok! Çünkü şehir, insan
ve medeniyet idrakinin ülkemizi terk ettiği, şehir inşasının ‘TOKİ Siloları’nın
yan yana ve üst üste sıralanmasından ibaret zannedildiği bir devirdeyiz. İş makinalarının
gecekonduların üzerine çullanmasıyla açılan alanlarda yükselen plaza ve ‘TOKİ
tabutlukları’na bir parça da okul, sağlık ocağı, cami ve sun’i peyzajla süsleme
eklediniz mi ‘kentsel dönüşüm’ başarıyla (!) gerçekleşmiş oluyor. Böyle bir ülkede ‘neyin yok olduğu’nu ve ‘neye
ihtiyaç olduğu’nu sorgulamanın da faydası yok. Çünkü köre renkten, sağıra sesten bahsetmek
gibi bir abesle iştigal olur bu.
Tarihi süreçte tüm toplumlar geçirdikleri büyük
depremler, travmalar, yıkımlardan sonra şehirlerini tarihsel genlerine ve dünya
görüşlerine uygun olarak, zamanın gereklerine göre inşa etmişlerdir. Oysa bizim
geçirdiğimiz Cumhuriyet dönüşümünde böyle mi olmuştur?
Yıkılanın yerine yapılanın yeni bir yıkım olması ancak
bize mahsus bir inşa biçimi…
Geçtiğimiz aylarda ülkemizde şehircilikle ilgili bir
konferansa katılan Berkeley Üniversitesi Mimarlık, Planlama, Kentsel Tasarım ve
Kent Tarihi Profesörlerinden Nezar Al-Sayyad, kendisiyle yapılan bir söyleşide
Batı’da İkinci Dünya Savaşından sonra neredeyse tamamen yıkılan şehirlerden
Dresden ve Varşova ile ilgili olarak, “Bu
şehirler tamamen yıkıldı ve nasıl ise öyle inşa edildiler” diyor.
Al-Sayyad, İstanbul’a ilişkin de şunları söylüyor: “ Buralarda bazı yerler yeniden yapılanırken
çok da dikkatli yapılmıyor. Birçok Müslüman ülkede tarihe yeteri kadar saygı
gösterilmiyor. Tarihî binalara, eski tarz binalara yeteri kadar değer
verilmiyor. Burada bir modernite açlığı var. Fakat modernite henüz
yeteri kadar bilinmiyor. Ancak insanlarda modernite açlığı var. Bu bir problem:
“İstiyorum ama sahip değilim”. Fakat sahip olmadığımı istemek bazen iyi
olmayabiliyor. Türkiye’de, Mısır’da ya da Fas’ta aslında böyle bir şey
olmaktadır. Oysa Avrupa’da bunun tam tersi olmaktadır. Avrupa’nın tarihî seyri
daha farklı bir süreç takip etmiş; Avrupa 1920’lerde ve 1930’larda yeni binalar
inşa etmiş, daha sonra savaş gelmiş ve bu binalar tahrip olmuş. Savaş
sonrasında ise artık şehirleri yok olmuş. Sonra bu tahrip olmuş Ortaçağ’dan
kalma binaları restore etmeye, yeniden inşa etmeye başladılar. Tekrar dönüp
baktığımızda, burada, bu çalışmaların bir kimlik inşa etme ile ilgili
bir mücadele olduğu görülmektedir: Geçmişte ne isem o olmak istiyorum!”
Al-Sayyad’ın bahsettiği modernite açlığı, (aslında modernitenin ürettiği yeni yapılarla)
ısrarla dünyanın gettosu olmak için yabancılaşmayı, bayağılığı, taklidi,
düşmanına hayran olmayı isteyen bizim gibi ülkelerde ağır bedeller ödeyerek
kendini gösterdi. Bugün gene aynı modernite
açlığı veya taşralı modernite
hayranlığıyla şehirlerimiz katlediliyor. Hem de tarih-kültür-medeniyet
çığırtkanlığı yapan iktidarlar eliyle. Erken
cumhuriyet döneminin tarihi yok etmek için tarihî şehirleri imha eden
zihniyetini anlıyoruz. Peki ya bugünkü zihniyete ne demeli?
Fark etmiyor… Renkleri ayrı da olsa sesleri hep aynı
çıkıyor… Şehir denilince, adeta kıyamet savaşlarına hazırlanan gökdelenlerin
birbirlerine küstahça ve öfkeyle bakışlarını anlayan bir siyasî zihniyetin
şehir ve mimarî anlayışı bundan ibaret oluyor.
Al-Sayyad ikinci dünya savaşı gibi toplu ve korkunç
şekilde insan ve şehir katliamlarını yaşamış Avrupa’nın, kendi kimliğini
yeniden inşa etmek için şehirlerine nasıl ihtimam gösterdiğine önemli bir vurgu
yapıyor.
Biz ise, (bakmayın siyasî lâkırdılara) hâlâ modernite açlığıyla bir türlü tatmin
olamamanın, tarihten kaçmanın, ondan uzaklaşmanın raylarını döşüyoruz. Erken Cumhuriyet
döneminde döşenen ve bir türlü oturtulamayan, ama hızla yaygınlaştırılan o
“şahsiyetsiz” şehir ve mimarî çöplüğünde ‘kentsel dönüşüm’le meşgulüz.
Tarihe saygı; eski yapıları süsleyerek değil, onları
korumak ayrı bir konu, “dünya görüşü ve yaşama biçiminden kaynaklanan şehir ve
mimarî tarzımızı yeniden inşa ederek” olur.
Al-Sayyad, söz konusu açıklamalarında Şehir ve
mimarî bağlamında Lübnan ve Hizbullah’a ilişkin oldukça ilginç bir gözlemini
aktarıyor: “Hizbullah’ın Beyrut’ta ve
Güney Lübnan’da kontrolü altındaki bölgelerde Hizbullah’ın ideolojisinin
yansıması olarak yeni bir mimarî ve kentsel biçim ortaya çıkmıştır… Bu
bölgelerdeki mahallelerde cemaatin yapısı, topluluğun yaşamının yapısı, bazı
şeylerin yerleşimi.. tüm bunların hepsi belirli bir politik ideolojinin ürünü
ve yansımaları olarak ortaya çıkmaktadır…”
İşte dünya görüşü ve medeniyet tasavvuru böyle bir
mecburiyeti gerektirir. Tarih ve medeniyet birikimi olan toplumların, böyle bir
iddiası olan siyasî iradenin öncelikle kendi şehir, medeniyet ve mimarî
birikiminden haberi olması, onu tanıması gerekir. Maalesef şehirlerimiz,
arkasında dev bir şehir ve mimari birikimi olmasına rağmen, Lübnan’daki
Hizbullah kadar şehir idraki taşımayan bir zihniyetin insafına terk edilmiş
durumda.
Bir de “çevre ve şehircilik” adlı ihtisas bakanlığının
ihdasına ne demeli? Bu da herhalde “bizim böyle bir idrakimiz yok” demenin ironik
bir ifadesi olsa gerek.
Mevcut siyasî iktidarın ne böyle bir iddiası ne de
böyle bir birikimden haberi var. Şayet olsaydı, eline geçmiş bunca imkan ve
fırsat boşa harcanmazdı. Halâ da harcanmaya devam ediyor.
Dert büyük… Dertsizler de o nispette muhteşem!
Aslında kültür ve medeniyet kirlenmesinin farkına
varamayan, bunu göremeyen bir siyasî iradeden böylesine tarihî bir sorumluluk
beklemek boşunadır.
“Kentsel dönüşüm”lerin dönüştüreceği, adına “şehir”
denen muhteşem “insan ve mekân tabutlukları”nda Cansever’in deyimiyle, “biçimsiz böcekler gibi yaşamaya mahkûm”iyetimiz
devam edecek.
Muhakkik Mimar Cansever’le bitirelim: “Bu kültürel kirlenmenin, bu varlığın
bilincinden kopartılmış ve dolayısıyla dünyaya, varlığa, çevreye, topluma ve
geleceğe karşı sorumsuzlaşmış olmanın bedeli son derece ağır bir şekilde
ödenmeye başlanmıştır.”